Kohlhaas’ın isyanı – Selin Aksoy

kohlhaasBehzat Ç. dizisinde komiser Suna’nın intihar sahnesini hatırlayanınız var mıdır bilmiyorum. Komiser Suna kadın cinayetlerine sebep olanlar ve tecavüzcülerin peşine düşmüş ve listesindeki isimleri tamamladıktan sonra silahı kafasına dayayıp ülkede son 7 yılda kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığını haykırıp “sadece beş dakika daha yaşamak istedim, öldürülen bütün kadınlar gibi” diyerek tetiği çekmişti. Bu sahnede Behzat Ç. ile konuşmalarının başlangıcı şöyleydi:

– Onu öldürdüğünde eline ne geçecek

– Adalet!

– Adalet! Ne adaleti? Bu mu adalet? Sen mi sağlayacaksın adaleti?

– Bunlar sana ait sözler değil Behzat. Beni bu klişe sözlerle vazgeçirebileceğini zannediyor musun? Sen de benim gibisin. Kağıt üzerinde yazılan adalete inanıyor musun?[1]

Adaleti Suna gibi kendi yerine getirmeye çalışan bir karakterin anlatıldığı bir kitabı incelemeye çalışacağız bugün. Kafka’nın, “ne zaman aklıma gelse gözyaşlarıma hakim olamıyorum” dediği, 1532 yılının Almanyasının feodal dönemindeki bir haksızlığa karşı mücadelenin anlatıldığı “Kohlhaas” kitabı aslında Alman yazar Heinrich von Kleist’in 1808 yılında yazdığı bir uzun öykü [2]. Yazar bu uzun öyküsünün ilk cümlesinde kahramanını “Michael Kohlhaas, zamanının at tüccarı Kohlhaas, zamanının en adil ancak aynı zamanda en korkunç adamıydı” şeklinde tanıtır.

Onaltıncı yüzyıl ortalarında, Havel nehrinin kıyılarında yaşayan, at tüccarlığı ile sakin bir hayat süren Kohlaas bir gün her zaman atlarını geçirdiği Tronkenburg’da bu kez durdurulur ve kendisinden buradan geçiş izni istenir. Hiçbir dayanağı olmayan bu talebe karşı boyun eğmek zorunda kalan Kohlhass üstüne üstlük iki siyah atını ve uşaklarından birini rehin bırakarak izin almak için kendi topraklarına döner. Kohlhlass’ın izin almaya çalıştığı bu dönemde Tronka soylusunun onları rehin tutmanın ötesinde işkence edercesine çalıştırdığını öğrenir ve buna karşı koymak isteyen uşağı Herse ise soylunun adamları tarafından öldüresiye dövülür.

Kohlhass bundan sonra soyluya karşı yasal yollara başvurur. Soyluya yakın olan mahkeme heyetinin kararından sonuç alamayan Kohlhaas, bu kez yıllar süren birikimi olan evini satmaya karar verir ve şikayetini bizzat hükümdarın kendisine yapmaya karar verir. Karısına evi satmaya neden karar verdiği ile ilgili şöyle der; “haklarımı korumak istemeyen bir ülkede katiyen kalmam. Eğer ayaklar altında çiğneneceksem, insan olmaktansa bir köpek olmayı yeğlerim!”[3]

Hakkını aramak için karısı ile birlikte yola çıkarlar. Ancak prensese başvuran karısı da soylular tarafından öldürülür ve artık bu olay Kohlhlass’ın “en adil” adamdan “en korkunç” adama dönüşünün başlangıcıdır. Bundan sonra tüm malvarlığını satarak, etrafına eski sadık uşaklarını toplar ve onları silahlandırır. Yaşadığı gaddarlığa ve düzene karşı kan dökerek mücadele etmeye başlar. Yazar ise kahramanın çıktığı bu kanlı intikam yolculuğunu “Adalet meleği gökten iniyordu…” diye betimler [4].

Kohlhaas karakteri gerçek bir karakter ve Hans Kohlhase’nin gerçek öyküsünden yola çıkarak yazılmış. Kitapta aynı dönemde düşünceleriyle büyük yankı uyandıran reformist Martin Luther’e de yer veriliyor. Dini lider Luther, Kohlhaas’ın yaptıklarını durdurabilmek amacıyla mektup yazarak tüm halkı ateşe verme ve kılıçtan geçirme hakkını nereden aldığını sorar. Bunun üzerine Kohlhass aslında çok saygı duyduğu Luther’in huzuruna gider ve yaptıklarının nedenini anlatır. “Ben bu toplumun dışına itilmiş olmasaydım, insan topluluğuna karşı açtığım savaş, kötü bir davranış sayılabilirdi. (…) Yasanın korumadığı kimseyi ben, devlet topluluğunun dışına itilmiş sayarım. (…) Elde ettiğim her şeyle korunabilmek için bu topluma girmiş bulunmuyor muyum, bu korumayı benden esirgeyen, beni vahşilerle bir tutmuş sayılır ve böylece, siz de yadsıyamazsınız ki, nefsimi koruyacak silahı elime vermiş olur” [5].

Kohlhaas’ın soyluyu ele geçirmek uğruna vermiş olduğu “korkunç” mücadele ise halk tarafından benimsenir. Kohlhaas’ın isyanındaki haklı arayış tüm halkın adalet arayışına dönüşür. Kohlhaas’ın isyanı halkın uyanışına sebep olur. Ve en nihayetinde Kohlhaas verdiği mücadele sonucunda hakkını alır; Tronkenburg’da kendisinden zorla alınan atlar, şal, para ve hatta ölen uşağı Herse için ödenek. Bununla beraber Kohlhass’ı en mutlu eden şey soylu Wenzel’in iki yıl hapse mahkum edildiğini öğrenmek olur. Ancak yakıp yıktığı şehirler ve saçtığı dehşet yüzünden idam edilir. Ve uğruna canını vermiş olduğu atlarını oğullarına armağan eder, zira bu atlar onun özgürlük ve adalet mücadelesini temsil etmektedir, oğullarına armağan ettiği aslında bu mücadelesidir.

Kohlhaas’ın “kendi adaletini kendi yerine getiren” mücadelesindeki çelişki, adalet arayışında başvurduğu adaletsizlikte kendisini göstermektedir. Kurumlardan umudunu yitiren halkın adaletini şiddet yoluyla almaya çalışmasının tipik bir örneğidir aslında ancak Heinrich von Kleist’in anlatımıyla okuyucunun kendisini de sorgulayan bir başyapıta dönüşmüştür.

Kafka’nın (1883-1924) kendisi gibi hukuk öğrenimi görmüş Alman yazar Kleist’tan (1777-1811) ve bu uzun öyküden çok etkilendiğini biliyoruz. Bu yazarlar arasındaki duygudaşlığın bu iki yazarın da hukuk öğrenimi görmüş olmasının yanında ikisinin de hukukun bürokratik yanı ve “adalet” arayışı ile ilgili kafa yoruyor oluşlarından kaynaklandığını düşünüyorum. Kafka’nın aşağıdaki pasajları ile Kohlhaas’ı birlikte okuduğumuzda bu yakınlığı daha iyi görebiliyoruz.

“Mahkemelerde adaletsiz, baştan savma karar verildiğine inanılırsa, yaşam sürdürülemez bir şey olur” [6].

“Yasalar herkesin bilmediği, sadece bizi yöneten küçük soylu sınıfının sırrını elinde tuttuğu bir gizdir. (…) Yorumlama açısından özgürce hareket edebilecek alanlar yok denemez ama bu alanlar da çok dar. Üstelik soylular yorumlama işini yaparken kendilerini kayırıp bizim zararımıza da davranmıyorlar; neden yapsınlar bunu, yasalar en başından beri onları kayırmak için konmuş” [7].

Heinrich von Kleist 34 yaşında koyu bir umutsuzluk içinde sevgilisiyle birlikte intihar ederek hayatına son veriyor. Kafka’da da gördüğümüz bir umutsuzluk hali olabilir bu. Ancak yine her iki yazarda da kanımca sadece yasanın sorgulanmasından ziyade asıl olarak bir “sınıf” tartışması da var. Özellikle Kohlhaas’ın mahkeme önünde verdiği mücadelesinde soyluların kişisel ilişkileri yüzünden hakkını elde edemediğini ve fitilin buradan ateşlendiğini biliyoruz. Keza kitapta açıkça bir saray–halk ayrımı var. Yazıldığı dönemin de karanlığı düşünüldüğünde, Kleist’in toplumsal düzenle ilgili bir eleştirisinin olduğunu söyleyebilmekteyiz. Keza Kafka’nın da “sadece yasayı değil, yasayı temsil eden düzenekleri ayarlayan ve eş zamanlı olarak çalıştıran, gerideki toplumsal düzeneği sorgulama çabasında” olduğunu görmekteyiz [8].

Mevcut yapılar ve yasalar eliyle adaletin tecelli edeceğine inancını yitiren Suna’nın ya da Kohlhaas’ın tam anlamıyla çelişki barındıran hikayeleri, bizi adaletin nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğini sorgulamaya zorluyor. Burada açıkça yasaların üstüne kurulduğu düzenin, yasaların kimin yasaları olduğunu da düşünerek bu sorgulamaya itildiğimiz açık. Kohlhaas’ın uğruna canını verdiği adalet mücadelesinin bireyden topluma ölçeğini büyütmemiz mümkün olmadığına göre adaletin nasıl gerçekleşeceği ve “adalet için” nasıl bir mücadele verileceği her gün yeniden karşımıza çıkan bir soru olarak duruyor.

Selin AKSOY

[1] https://www.youtube.com/watch?v=5EZDDdm8z7c

[2] 2013 yılında Arnaud des Pallières yönetmenliğinde Almanya–Fransa ortaklığı ile “Michael Kohlhaas” ismi ile filmi yapılmış, 2014 yılında Türkiye’de isabetli şekilde “Adalet İçin” ismiyle gösterime girmiştir.

[3] Heinrich von Kleist, Kohlhaas, Mitra Yayınları, Temmuz 2013, s.27.

[4] A.g.e. s. 32.

[5] A.g.e, s. 46-47.

[6] Franz Kafka, Ceza Sömürgesi ve Hukuk Öyküleri, Altıkırbeş Yayınları, Mayıs 2005, s.47.

[7] A.g.e. s. 53.

[8] M. Kamil Utku, “Ceza Sömürgesi ve Hukuk Öyküleri” İçerisinde Kafka ve Hukuk, s. 93.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir