Abdal geleneğinin son temsilcisi: Neşat Ertaş

Asırlık bir kültürel mirasın son temsilcisi, Anadolu halk müziğinin son efsanesi, Abdalların sonuncusu Neşat Ertaş, aramızdan ayrıldı. Bir zamanlar sadece ve sadece “Kırşehirli Mahalli Sanatçı” olarak bilinen Neşet Ertaş’ı binlerce, hatta milyonlarca saz çalıp türkü söyleyen diğerlerinden ayıran nedir? Onun sazı ve sesinin insanı büyüleyen sırrı nereden gelir? Neredeyse yarım asırdır gerçek anlamda gönül telimizi titreten, ruhumuzu ürperten bu esrarlı sesin, sazın ve yorumun arka planında neler ve kimler vardır? Sazı gümbür gümbür ses veren, adeta davula eşlik edercesine sazının göğsünde pençesiyle sesler çıkaran, hep samimi ve kendi halinde yüreğinin acılarını ve kendi iç gurbetlerini seslendiren; hiç bir medyatik tutumu olmayan, kalabalıklardan ve şöhretten adeta köşe bucak kaçarak pek ortalıklarda görünmeyen; sazından, sözünden ve sesinden gayri hiçbir şeyden medet ummayan bu “Garip” insanı kendi yazdığı şiiriyle anlatalım:

Bin dokuzyüz otuzsekiz cihana
Kırtıllar köyünde geldin dediler
Babama Muharrem, anama Döne
Dediysen Ata’yı bildin dediler

“Üç-dört yaşına geldiğimde, babamı nereye çağırırlarsa ben de giderdim oraya görünmeden. Bir yere gizlenirdim babamı dinlerdim.”

İlk sazı eline alışını şöyle anlatıyor usta:

Dizinde sızıydı anamın derdi,
Tokacı saz yaptı elime verdi.
Yeni bitirdiydim üçünen dördü,
baban gibi sazcı oldun dediler.

“Eskiden saz nerdeydi. Babalarımız saz bulurlarsa, kırılınca yapıştırırlardı yanını yöresini. Babam iki üç ay çıkar giderdi. Anam o gelinceye kadar göz yaşı dökerdi, ağlardı. Eskiden esvap yurlardı, tokaç derler, kulpu var saz gibi. Babamın keklik kafesinin zikkesi vardı demirden. Anam ısıttı onu ocakta. Deldi onun burgu yerlerini. Oraya bir şeyler taktı. Babamın evde kalan tellerinden taktı. Güya saz; ne sesi var, ne dadı ne de duzu. Annem rahmetlik tuttu elime verdi. Ben onunla uğraşırken o ağlardı. Benim çaldığıma ağlamazdı da o hasretine ağlardı.”

O zaman babamdan öğrendim sazı,
Engin gönülnen hakka niyazı.
O yaşımda yaktı bir ahu gözü,
Mecnun gibi çölde kaldın dediler.

“Evcilik oynadığım kıza aşık oldum. İki üç yaşlarında bir şeydik. Bir köye gittik. Benim aşık olduğum kızın ailesi de oraya geldi. Büyükler çevrede konuşurken çocuklar ortada oynuyor. Kız oğlan ortada oynuyoruz biz de. Derken oradan dışarı çıktık. Çıktık ama güneşe karşı çıkmışız. Birbirimize baktık, baka kaldık öylece. Bu tılsımı bozamıyoruz bir türlü.”

Gittiği her köyde o ahu gözlüyü aradı ve ona türküler söyledi. Yıllar sonra sevdiği kızın genç yaşta evlenmeden öldüğünü öğrendi. Ve çocukluk aşkına bir ağıt yaktı:

Zalım kader devranını dönderdi,
Tuttu bizi Çiçekdağı’nın İbikli köyüne gönderdi.
Babam saz çalarken bana zil verdi,
Oynadım meydanda köçek dediler.

“Eskiden erkeğin oynaması ayıptı. Düğünde görünmez bir yerde erkeklerden ayrı olurdu. Düğün gülme oynama yeridir. Düğüne renk ahenk katmak için atalarımız türkü çalar, bozlak çalardı, büyüyenlerimiz de kaşık tutar, kaşık çalardı oynayanlarımız. Küçüklerimize de, kaşık tutamayanlara da zil verirlerdi. Bana da babam zil vermişti. Ben dört beş sene babamın yanında zil tuttum. Kaşık da tuttuk sonunda.”

Anam Döne İbikli’de ölünce
Beş tane öksüz yetim kalınca
Beşimiz de Perişan olunca
Babamgile burdan göçek dediler

“Anam orada öldü. Sanırım 30-35 yaşlarındaydı.”

Daha sonra Ertaş ailesi İbikli’den göçe karar verdi ve yüklediler kağnılara katarları:

Yürüdü göçümüz Tefleğe doğru
Bu hali görenin yanıyor bağrı
Üç aylık çoçuğun çekilmez kahrı
Bunlara bir ana bulun dediler

Ve göçün ardından bir göç daha. Teflek’te de aradıklarını bulamayan Ertaşlar, bir daha düştü kağnıların peşine:

Yozgat’ın Kırıksoku Köyü’ne vardık
Bize ana yok mu diyerek sorduk
Adı Arzu dediler bir ana bulduk
İşte bu anadır buldun dediler

En küçük kardaşı kayıp eyledik
Onun için gizli gizli ağladık
Üstelik babamı asker eyledik
Yine öksüz yetim kaldın dediler

Artık Kırıksoku Köyü’ndeydiler. Anneleri ve en küçük kardeşleri ölmüş, babaları ise 40 yaşında askere gitmişti. Öksüz yetim ve bir dilim ekmeğe muhtaç haldeydiler.

“Ekmekten başka bir şeyimiz yoktu. Babalarımızın birer hayvanı olurdu ondan başka malımız mülkümüz hiçbir şeyimiz olmazdı. Öyle tavuk, cücük nerede… Ekmeği de bulursak yerdik.”

“Biri beni az saz çalıyor gördü herhal. Al sazı benimle gel sen de dedi. ben babamın sazını aldım. Onunla köy köy dilenmeye gittik.”

Zalım kader tebdilimi şaşırttı
Heybe verdi dalımıza devşirtti
Yardım etti Yerköy’üne göçürttü
Biraz da burada kalın dediler

Yozgat’ın Kırıksoku köyünden Yerköy’e göç ettiler. Bağlarbaşı’nda kale mahallesine yerleştiler:

Yerköy’den Kırıkkale’ye geldik
Babam saz çalarken biz çümbüş aldık
Kırşehir’e varınca kemanı çaldık
Aferin arkadaş çaldın dediler

Muharrem Ertaş oğunu şöyle anlatıyor: “Neşet, ellerinizden öper, her zaman çaldığı düzen ayrıysa da yanımızda yetişti, büyüdü. 18-20 yaşına kadar yanımdaydı. Ondan sonra kendi halinde çaldı, çağırdı.”

İlk gittiği düğünlerde bağlama yerine keman çaldı. Eski arkadaşlarının çok güzel keman çaldığını söyledikleri Neşat Ertaş, diğer sazcılar tarafından birçok düğüne kemancı olarak çağrılırdı.

Muharrem Ertaş, “Neşat Ertaş’ın öğrendikleri bir şey varsa, tabi benim ustamdan aldığım bilgiler. Onları çalıp söyledi. Sonra Neşat Ertaş kendiliğinden yapar bunları. Her ne kadar benden, ustamdan aldığımı benden öğrendiyse de, kendisi de yapar Neşat.”

“Ben besteciyim demedim. Kırşehir’deyken bile” diyen Neşat Ertaş, yıllarca yazdığı bestelerde kendi ismini kullanmadı. İlk yazdığı besteyi şöyle anlatıyor: “Anam ağlar başucumda oturur mesela; eskiden düğünlere gittiğizde, gelen müzisyenleri oda oda gezdirirlerdi. Gelen misafirler köy odalarına dağılırdı. Çalgıcı kahyası olurdu o gezdirirdi oda oda. Bir vardım ki bir hasta yatıyor, bir de kadın var yanında. Ben geriye çıktım. Düğün kahyası ‘yok burada çalacaksın’ dedi. Ben ne çalayım. Genç bir delikanlı yatıyor. Yaşlı anası var orda. Ne çalıp ne söylediğimi bilmiyorum. O gece etkilendim ben o gençten. Geldim, oturdum. Kendi kendime ‘Anam ağlar başucumda oturur’u yazdım. Ama ben bunu besteledim ya da bu türkü benim diye hiçkimseye bir şey söylemedim. Yıllar sonra babam geldi eve, ‘yavrum bir şeyler hissediyorum ben’ dedi. Ben ‘evet baba’ dedim. Sonunda ben ne diyeyim dedim. Zaten birbirimizi tek kelimede anlardık. ‘Bize garipler derler yavrum, gönül de garip’ dedi bana.”

Neşat Ertaş o günden sonra bütün eserlerinde ‘Garip’ mahlasını kullandı.

Yarin aşkı ile arttı hep derdim
Babamı bir yere dünür gönderdim
Başlık çok istemişler haberin aldım
İstemiyor yarin seni dediler

Garipti, bütün Abdallar gibi çalgıcılık dışında bir iş bilmezdi. Bir gün bir kıza gönül verdi ve babasını dünür gönderdi. Kızın babası, “Ancak göçebelikten cayıp buraya yerleşirse olur” dedi, kızını vermek istemedi.

Dillere pelesenk olan bir sözü artık daha iyi öğrendi Ertaş ve buna öfkesini şöyle dile getirdi:
“‘Kızın gönlüne bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya varır’ diyerek, bizleri aşağılayarak, bu yıllar boyu atasözü haline geldi. Artık bu günahtan kurtulması gerek memleketimizin, medeniyetin gösterdiği ışık budur.”

Kırşehir’de yedi sene kalınca
Düğün düzgün hepsi bize gelince
Burada herkese yer daralınca
Ankara’ya gider yolun dediler

Diğer çalgıcıların çekememezlikleri üzerine Neşat Ertaş, Kırşehir’i terk etmek zorunda kaldı. Neşat Ertaş 1950’lerin ortasında koptu bozkırdan. Henüz 20’sinde bile değildi. Elinde saz, cebinde 2,5 lirayla Kırşehir’i terk edip düştü yollara. Çıkınında bir aşk acısı vardı, bir de ekmek davası. Gurbetin adı İstanbul oldu.

“Aldım başımı gittim. Her başını alan İstanbul’a gidiyor. Kırşehir’den Ankara’ya otobüs 2,5 liraydı. Ankara’ya geldim param yok. Otobüslerin orda elimde saz duruyorum. Ona vardım, buna vardım, benim param yok, İstanbul’a gidecem dedim. Kimse dönüp bakmadı. Yüzünün yarısı yanık, boyu benim kadar biri vardı. Saza baktı. ‘Çal’ dedi. Ben oturdum başladım saz çalmaya. Başka sermayem yok. Biraz dinledi, sonra çığırtmaya gitti. Tekrar geldi. Durursam ‘çal’ diyordu, çalıyordum. Öğleden akşamın gece yarısına kadar saz çaldım. En sonunda otobüsün arkasında bir boşluk vardı. Beni oraya ayakta verdi, İstanbul’a gittim işte.”

Aynı yıllarda binlerce Anadolulu İstanbul’a geliyordu. Günlerce İstanbul’da aç susuz gezdi, iş aradı. En sonunda karın tokluğuna da olsa bir iş bulmak için yola çıktığında, elinde sazıyla Şençalar plakçılığın kapısından içeri girdi. Ve artık saz çalıp, türkü çığırmaya başladı. Şençalar vasıtasıyla Beyoğlu’nda çalıp söyledi.

Artık bir işi vardı. Öğle ve akşam yemeklerini pavyonda yiyor, çalıp söylüyor ve programından sonra 7,5 lirasını alıp tek odalı evine gidiyordu. Bir sene bu evde kaldı. 1957’de babasının yapamadığını yaparak, Şençalar Plak’tan babasının ‘Neden Garip Garip Ötersin Bülbül’ bozlağıyla ilk plağı çıkardı. İki yıl İstanbul’da kaldı ancak ne o İstanbul’a ısındı ne de İstanbul ona. İki yıllık maceranın ardından koltuğunda iki plakla baba ocağı Kırşehir’e geri döndü. Daha sonra eline sazı aldı ve Ankara’da TRT radyosunun kapısını çaldı.

“Kalabalığız içerde. Biri elimde sazla bana baktı, ‘Ne geziyorsun burada’ dedi. ‘Yurttan seslerde bir Türkü çalmak için geldim’ dedim. Beni aldı aşağı bodruma indi. Tanıdığıma göre bütün sanatçılar aşağıda oturuyor. Üçgen bir köşeye beni oturtturdu, ‘çal’ dedi bana. Emin Aldemir’miş. Epey not etti, bana ‘yurttan seslerde çalıp söyleyeceğin için ailene, evine haber verebilirsin’ dedi. Hayatımda ne kadar heyacan duyduysam, o zaman onun üstünde bir heyecan duydum orada o kelimeyi duyduktan sonra. O gün geldi, bir saat evelden geldim.” Ertaş’ı, Muharrem Sarısözen içeri aldı ve radyodan duyulan sen: “Türküler dinleyeceksiniz. Çalan ve okuyan Kırşehirli Neşat Ertaş.”

Artık Neşat Ertaş’ın mekanı Ankara’ydı. Radyo’da çıkmasıyla Ertaş’ın sesi daha fazla duyulur oldu ve Neşat Ertaş’ın Neşat Ertaş olduğu 60’lı yıllar. Ertaş bu yıllarda çok sayıda plak çıkardı ve hayatının akışını değiştirecek aşkla burada tanıştı. Mecnun, Leyla’sıyla tanıştı.

“Doğuştan aşıktım. 13-14 yaşına gelinceye kadar ben Kerem oldum, Mecnun oldum.”

Ankara’da (sünnetçi) Veysel Usta’yı buldum
Epeyce eğleştim, evinde kaldım
Yüz lirayı verip bir yatak aldım
Etti isen böyle buldun dediler

Bir ev kiraladım münasip yerde
Kaldı kavim kardaş hep Kırşehir’de
Bu aşk hançerini vurdu derinde
Çaresini bulamazsan ölün dediler

Ertaş, 1960’ların ortasında TRT’nin mahalli sanatçılar için açtığı imtihanı kazandı. Gündüzleri radyoda kendi yöresinin türkülerini çalıp söylüyor, geceleri de pavyonda çalışıyordu. Bu arada Neşat Ertaş, Leyla ile evlendi ve bu dönemde sanatını doruk noktasına çıkaran eserler verdi. 10 yılın ardından Neşat ve Leyla ayrıldı. Babası Muharrem Ertaş karşı çıkmıştı bu evliliğe ve ayrılıktan sonra baba ile oğul en iyi bildikleri şeyi yaptı ve aşıklık geleneğiyle sazlı sözlü atıştı.

Yarin aşkı ile döndüm şaşkına
Arada içerdim yarin aşkına
Canan acımaz mı garip dostuna
Buna da içeriye alın dediler

Sazına yeni perdeler ekleyen Neşat Ertaş, köyün geleneğini kentle buluşturdu. 1965-75 yılları arası Neşat Ertaş ismini duymayan kalmamıştı. Ertaş artık aranan bir sanatçı olmuştu. Anadolu’da turneye çıkıyor ve halkla buluşuyordu. En ünlü olduğu dönemde Ertaş TRT’den ambargo görmeye başladı. TRT “benim koyduğum notaların üzerine fazladan bir perde basamazsın” diyor, Ertaş’ın içinden geldiği gibi çalmasına izin vermiyordu. Ertaş TRT’den umudu kesti.

Talihsizliklere bir yenisi daha eklendi ve Ertaş sahnedeyken parmakları basmamaya başladığını hissetti. Doktor doktor gezdirdiler ve Ertaş’ın felç geçirdiği anlaşıldı. Yıllarca geçimini sağladığı parmakları durmuş, emektar bağlamasıyla yol arkadaşlığı bitmişti.

Türkiye’de arkadaşları da yüz çeviren, derdine bir derman bulamayan Ertaş, abisinin gönderdiği davetiyeyle tedavi ve çalışmak için Almanya’ya gitti. Almanya’ya ilk adım bastığında ilk işi doktora gitmek oldu. Gördüğü tedavi sonrası iyileşen Ertaş Almanya’ya yerleşti. Orada bir sanat okulundan gelen teklif üzerine iki yıl saz dersi verdi. Pasaportuna saz öğretmeni yazıldı. İçinde batari ve org olan bir grup kurdu, adını Neşat Ertaş orkestrası koydu ve Almanya’da gurbetçilerin düğünlerinde çaldı söyledi. Düğünlerde bir yandan ağlayan sazıyla memleket hasretini dindirdi, diğer yandan kazandığı parayla çocuklarını okuttu.

Neşat Ertaş Almanya’da geçim derdindeyken, Anadolu’da türküleri dilden dile söylenip dinleniyordu. Kimi onun adını yaşatmak için kimi de üzerinden paran kazanmak için türkülerini söyledi. Sanatın çilelerini çektiğine inanan Ertaş, misyonunun artık dolduğunu düşünüyordu. Köşesine çekilmişti. Tek derdi çocuklarının okumasıydı.

Sık sık ölüm haberleri yapılmaya başlandı Neşat Ertaş’ın. TRT’de bir müzisyenin “rahmetli Neşat Ertaş’tan alınan bir parça seslendireceğim” demesi üzerine Ertaş inzivasından çıktı. “Devlet kanalında yalan söylenir mi? Söylenirsa halk inanır buna. İşte bu olmadı.” 2000 yılına girilirken Ertaş’ın Almanya’daki kapısı çalındı. Neşat Ertaş’ın hayatını belgeleyen Bayram Bilge Tokel’in girişimiyle Ertaş, çekildiği inzivadan çıktı.

2000’lerle birlikte Ertaş sanatının en olgun döneminde yeniden kitlelerle kucaklaştı. İlk konserini Harbiye açık havada verdi. Sahneye çıktığında alkış ve ıslıklarla karşılandı. Büyük usta, 30 yıl aradan sonra ayakta alkışlanarak dönmüş oldu. 30 yıl aradan sonra gördüğü ilgiden kendisi bile şaşkına döndü.

Yeniden doğduğu topraklara dönen Neşat Ertaş, Anadolu turnesine çıktı ve parasız halk konserleri verdi. Sayısını kendisi bile bilmediği türküleri yeniden çalıp söyleyen Garip, yeniden toprağının insanlarıyla buluşmanın zevkini yaşadı.

Abdal geleneğinin son temsilcisi Neşat Ertaş’ın da aramızdan ayrılmasıyla, bu gelenek artık öksüz kaldı. Mütevazi bir hayatı tercih eden, ünlü olma gayreti hiç olmayan Neşat Ertaş, sadece bir sanatçı değil, yaşadığı hayat tarzıyla da örnek oldu.

Yusuf Çobanoğlu
Etkin Haber Ajansı / 25 Eylül 2012

‘BOZKIRIN TEZENESİ’ – Evrensel Gazetesi (25.09.2012)
Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesine bağlı Kırtıllar köyünde 1938 yılında doğan, ozan ve halk müziği sanatçısı, Yaşar Kemal’in deyimiyle ‘Bozkırın tezenesi’ Neşet Ertaş’ın babası saz ustası Muharrem Ertaş, annesi ise Döne Hanım idi.

İlkokula gittiği yıllarda önce keman, sonra da bağlama çalmayı öğrendi. Babası ile birlikte yörenin düğünlerinde sazı çalıp türküler söylemeye başladı. Etkilendiği tek kişinin babası olduğunu söyleyerek, “Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız.” derdi. Kendi deyimiyle “yoksulluk içinde geçen” bir çocukluk yaşadı.

Neşet Ertaş, 1950’li yılların sonunda İstanbul’a gelerek ilk plağını “Neden garip garip ötersin bülbül?” adı ile babası Muharrem Ertaş’a ait bir türküyle çıkardı. Halk tarafından çok beğenilen bu plağı, ardından diğer plak, kaset ve halk konserleri takip etti. Daha sonra Ankara’ya yerleşti. Burada yaşadığı hastalıklar sebebiyle kardeşinin daveti üzerine Almanya’ya gitti. Çocuklarının eğitimi ve sanat çalışmalarından dolayı uzun süre Almanya’da kalan sanatçı, 2000 yılında İstanbul’da verdiği konserle sahne hayatına döndü.

DEVLET SANATÇILIĞINI REDDETTİ

Neşet Ertaş, Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığı döneminde kendisine verilmek istenen devlet sanatçısı unvanını kabul etmemişti. Ertaş, bunun nedenini şöyle açıklamıştı: ”O dönem Süleyman Demirel cumhurbaşkanıydı. Devlet sanatçılığı bana teklif edildi. Ben, ‘hepimiz bu devletin sanatçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı bana ayrımcılık geliyor’ diyerek teklifi kabul etmedim. Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar devletten bir kuruş almadım.”

UNESCO tarafından “yaşayan insan hazinesi” kabul edilen Ertaş, İTÜ Devlet Konservatuarı tarafından fahri doktora ödülüne layık görüldü.

?BÜTÜN DÜNYA ENİNDE SONUNDA BİRLEŞECEK?

Neşet Ertaş, 4 Ağustos 2008?de Agos gazetesinde yayınlanan röportajında Abdal ve Bektaşi olduğu için çocukluğunda büyük sıkıntılar çektiğini belirterek şöyle konuşmuştu: ?Madem ?şu, şu? dendi, ben Abdal?ım, neslim de Abdal. Yani şu Laz, şu Kürt, şu Çerkez, Tatar ise, beni zaten -ben söylemeden- karşımdaki söylüyor: ?Abdallar? diyor, ben de ?Evet, Abdal?ım? diyorum, ?Benim adımı sen koydun.? Ben diyorum ki, insan ve insanoğlu var. Bunlara ayrı ayrı isim takmak suçtur. Bu bir ayrımcılıktır, doğru değildir. Kim söylediyse suç işlemiştir. Bir aşağılık, bir yukarılık? Bu ayrımcılığın sonu kavgadır, kavganın kârı var mı? Birbirine düşman olan Fransa, Almanya, öteki beriki gelmişler bir araya, insanca anlaşmışlar, sınırlarını açmışlar birbirlerine, ne güzel. Bütün dünya eninde sonunda birleşecek.”

Bir yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir