Adalet duygunuz yolunu şaşırdı

Ayşegül Devecioğlu yeni kitabı Ara Tonlar’da devrimci mücadele içinde “küçük burjuva” olmayı, devrimci mücadelenin kendisiyle birlikte ele alıyor.
Ayşegül Devecioğlu’nun edebiyatı, politikayı edebiyattan kışkışlayan ya da araçsallaştıran karşı eylemlerle birlikte düşünülmeli. “Edebiyatın içinde” kalmak, hayatı kurgulamakla mümkünse ve kurmak politik bir eylemse, yazarın, zeminini bilen tutumu belirleyici. (Bu zemin konusu “bir meselesi olan ya da olmayan yazar” başlığı altında zaman zaman tartışılıyor, tartışıldı.) Nitekim Ayşegül Devecioğlu da uzun zamandır “hesaplaşmak” üzerinden söz üretiyor. Öte yandan, Devecioğlu, bütün bir yazarlık uğraşısını 12 Eylül’le hesaplaşmaya ayırmıştır demek de haksızlık ve hata olur, ancak, bu hesaplaşmanın yazarın temel sorunsallarından biri olduğu da rahatlıkla söylenebilir.

12 Eylül için “fon”, “arka plan” demek, darbenin edebi eserde yer aldığı, ne şekilde ve ne kadar yer aldığı üzerine bir fikir veriyor ve esere dair bir çerçeve çizmeyi amaçlıyor olsa da, geçmişte yaşananlara yakışmayan bir hafifseme gibi tınlıyor. Bununla birlikte, edebiyatta, güçlü bir 12 Eylül manzarası olan öyküler ve romanlar, çok fazla değilse de, var –büyük ihtimal, sayıları da artacaktır. Ne de olsa “hesaplaşma”, sandığımızdan daha geniş ve kapsayıcı bir ufkun desteklediği bir kelime.

Ara Tonlar’a gelince… Devecioğlu’nun Kuş Diline Öykünen isimli ilk romanı da çok açık bir şekilde 12 Eylül’ü sorunsallaştırıyordu (12 Eylül fon değildi yani), üstelik işkencede tecavüze uğramış kadın karakteri aracılığıyla devlet şiddetinin bir veçhesini göstermesi bir yana, toplumsal şiddeti de görünür kılıyordu. Yani, ikili bir bakışa sahipti. Benzer vurgu, Ara Tonlar’da da var; yazar, yine başkarakteri kadın aracılığıyla devrimci mücadele içinde “küçük burjuva” olmayı, devrimci mücadelenin kendisiyle birlikte ele alıyor. Yanı sıra, ölenlerin ölmekliğine, dirilerin yaşamaklığına sızıyor. Yine ikili bir bakış… Yetinmiyor, karakterini genç kuşakla yakınlaştırıyor; onların politik bilgisini, yaşamın günlük akışı içindeki tepkilerini (karakterinin zihninde) karşılaştırıyor ve akış, aktarım, onların tarihi gibi kelimeleri kuşakların ortak sorunu olarak ortaya atıyor. Ancak bu, onların tarihi denilen tarihten haberdar olan genç kuşakla ilişkide mümkün olabiliyor; kalanlardaki yok – bilgi, darbenin depolitizasyonu olarak yorumlanabilir (mi?).

Romanın temelinde, mücadeleden neredeyse yirmi yıl sonra, başka başka yerlere savrulmuş, şu ya da bu biçimde kendilerine yeni hayatlar kurmuş bir grup insanın, günün birinde, beklenmedik bir haberle önce tekrar buluşmaları sonra da yeniden sarsılmaları / savrulmaları yer alıyor: Öldü sanılan Demir, onca yıl sonra ansızın ortaya çıkar. Yakın arkadaşlarının hiçbiri bu karşılaşmaya hazır değildir. Bunda, Demir’in ölü olduğu bilgisini kabul etmiş olmaları kadar, kendi yaşama pratiklerinin yeni bilgisinin de etkisi vardır. Çoğu sınıf atlamıştır, aşk, kimileri için epeydir bir tartışma konusu olmuştur vs. Fakat en can alıcı soru, Demir’in sevgilisi olarak anılan başkarakterin tutumunun ne olacağıdır.

Adım adım sorgulayan, ne yapacağını belki en başından bilen ama buna rağmen sorgulamalarına devam eden, romanda daha çok kafa sesiyle konuşan, bu kafa sesiyle okuru da sorgulamalara dâhil eden karakter, zamanda ileri geri sıçramalarla hem bizi olup bitenlerden / bitmişlerden haberdar ediyor hem de zamanın o noktası ile bu noktası arasındaki büyük dalgaya dikkat kesiliyor. “Yirmi sene sonra dönen bildikleri Demir olabilir mi! Öyle bile olsa onlar yirmi yıl önceki kişiler değiller. Yirmi yıl öncesi kayboldu. Herkes yirmi sene öncesine yabancı.” Karakterinin bu dalgaya dikkat kesildiği anlarda yazar, biçimsel bir üslûp da kullanıyor: bildikleriDemir, ayaklarıyerebasanlar, burjuvasurat, kurtarılmışbölge, çeliktenadımlar gibi… Bu biçimsel üslûp, sadece eleştirel yaklaşımları ya da soru işaretlerini imlemekle kalmıyor, aynı zamanda döneme ait olan ve ‘tipik’ denilebilecek refleks ve vurguları da anımsatıyor.

Romanın gerilim hattı
Ölülerin arasından çıkıp gelen biri, herkesi ne de olsa hazırlıksız yakalar. Romanda buna sık sık vurgu var. Demir hapiste ya da sürgünde olsa, zaman, kendi aralarında doğal bir uzlaşıyla akmayı sürdürecekti. Oysa Demir ölülerin arasından gelince, uzlaşmaya fırsat kalmıyor. Bu, kalanlar açısından yapılabilecek bir yorum. Öteki yorum, Demir’in gizemine ait. Nihayet o da yirmi yılı bir mezarın içinde geçirmiş değil; öyle ya da böyle bir yerlerde bir hayat sürdü ve yoldaşlarının kendisini öldü bilmelerine izin verdi. Romanın gerilim hattı, işte bu uzlaşmazlık. Fakat daha geride bir yerde, ölmek (nasıl ölmek?) ve yaşamak (nasıl yaşamak?) üzerinden ilerleyen bir düşünme hali var. “Diriler arasında kalamazdım…”, “Ölümün insanı nasıl yakaladığı önemlidir…”, “Biz her şeyin diyetini ödedik; işkenceyse işkence, hapishaneyse hapishane…” … Ama romanın kilit cümlelerinden bir tanesi, karakterin kafa sesinin belki de bir tek kez olmak üzere bu kadar uzun ve net “ses” verdiği bir sahneden: “Yıllar sonra gelincik zamanıyken ve yaşananları anlaşılabilir kılacak her şey ortadan kaybolmuşken adalet duygunuz fena halde yolunu şaşırdı, sağa sola yalpalıyor. Yapacak bir şey olmadığından yola bakıyorsunuz; gelincikler yine oradalar…”

Kitaba adını da veren bölümde, hikâyenin hemen başında karşılaştığımız iki kadın tekrar buluşur. Bu buluşma, daha çok yaşam üzerine yapılan bir konuşmaya vesile olur. Yine ileri geri sıçramalarla açığa çıkan gerçekler vardır: Her iki kadın da tacize uğramıştır. Biri örgüt, diğeri aile içinde yaşanan her iki taciz de kadın karakterler tarafından, ‘anlaşılır’ nedenlerle gizli tutulmuştur. Ve her iki hikâyede de kadın, (tahmin edebileceğiniz üzere) tacize uğradığını kendi kabul edene kadar zaten bir dünya iniş çıkış yaşamış; nihayet başına gelenin ayırdına vardığında da suçlanmaktan, birliği, mücadeleyi, düzeni bozan olmaktan çekindiği için susmaya zorunlu hissetmiştir. Neden sonra, taciz konuşulur olduğunda, kadın karakterlerden en azından biri, hayatındaki bazı sorulara yanıt bulabilmiştir.

Yaşam üzerine konuşmalar, “devrimden yana olanlar, devrime karşı olanlar, proleter devrimciler, burjuvalar, arada bir şey yok” cümlesiyle bir retrospektif sahneye açılıyor ve aslında tüm roman boyunca alttan alta tartışılan hususa dikkat çekiyor:
“…tek bir mavi, tek bir kırmızı, tek bir sarı, ama hayat ara tonlarla dolu, onları gözden kaçırmadık mı sence? İlk başlarda ara tonları çok iyi duyumsuyorduk, ama sonra sanki bilerek görmezden, duymazdan gelmeye başladık, belki de cesaretimizi yitirdik ve ana tonların güvencesine sığındık. Yenilgi biraz da bu değil mi; ana tonlara teslim olmak…”

SEMA ASLAN
06.03.2015 http://kitap.radikal.com.tr/

ARA TONLAR
Ayşegül Devecioğlu
Metis Yayınları
2015, 208 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir