Albert Camus: “Her yanımızı kuşatan ölüm, işkence ve savaş nutukları karşısında sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz.”
“Sevinç yaratacak sözcükleri bulmamız gerek”
Albert Camus’nün en az ilgi gören yapıtları tiyatro oyunlarıysa en karanlıkta kalan tarafı da mektupları. Buradan, onun bütün yazışmalarının karanlığa gömülmüş anlamı çıkarılmasın, sadece gerek vârisleri, kızı Catherine ve oğlu Jean’ın mahremiyet gibi haklı bir nedenle hepsini yayımlamaya yanaşmaması gerek bazı mektupların şimdilik kayıplarda olması yüzünden ortalıkta fazla veri yok.
Camus, hem kendisi hem de savunduğu görüşleri paylaşmak için her fırsatta kaleme kâğıda sarılıyordu. Üstelik bunu, henüz adı çok fazla duyulmadan önce yapmaya başlamıştı. Belki de yazar olmasını sağlayan buydu. Tahmin ve tevatürleri bir kenara bırakırsak Camus’nün mektupları, özellikle 1994’ün edebiyat olayı sayılan İlk Adam’ın[1] yayımlanmasından sonra daha da önem kazandı.
Coşkulu kavga, temkinli dostluk
Camus, 1951’de yayımlanan Başkaldıran İnsan’la komünizm uygulamalarına dair felsefi ve tarihi eleştirilere girişene dek Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre’la yakın dosttu. Öyle ki arkadaşlarının ev ve atölyelerinde bir araya gelip politika, felsefe ve sanat konuşuyor, birbirlerinin fikirlerini paylaşıyorlardı. 1942’de yayımlanan Yabancı’dan sonra Sartre, Camus için övgü dolu yazılar kaleme almıştı. Aynı şekilde Camus de Sartre için. Bunun da ötesinde birbirlerine pek uzak olmamalarına ve benzer çevrelerde zaman geçirmelerine rağmen, 1940’ların ikinci yarısından itibaren mektuplaşmaya başladılar. Bu yazışmalar kısa ve daha çok günü değerlendiren; savaş ortamındaki Avrupa’nın eleştirisi ve kurtuluş üzerineydi.
Savaşa ve cinayetin her türlüsüne karşı çıkan Camus’nün art arda okura ulaşan kitapları, Sartre’ın satırlarına şöyle yansımıştı:“Acaba bundan sonra ne gelecek? Şimdi bize nasıl sesleneceksiniz?”
Mektubun sonundaki bu cümle, derin bir saygıyla beraber merakı da içeriyor. Aynı şekilde Beauvoir da Camus’yle dostluklarının ilk döneminin hayli hareketli ve bol tartışmalı geçtiğini belirtirken daha sonra farkına vardığı ve 1940’ların gürültüsü patırtısı içinde sezemediği bir temkinlilikten bahseder. Evet, kullandığı kelimenin Türkçe karşılığı tam olarak bu. 1948’den itibaren sallanmaya başlayan Camus-Beauvoir-Sartre dostluğu, Camus’nün 1951’de yayımlanan Başkaldıran İnsan kitabıyla asıl darbeyi aldığında Beauvoir, ilk zamanlar ayırdında olmadığı temkinliliğini kelimelere döküvermişti:“Sizinle aynı pencereden baktığımızı sanıyordum; fikirlerimizdeki bazı farklılıklar, o anlarda sadece hoş bir tartışma iklimi gibiydi. Nasıl da yanılmışım. Yanılmışız…”
Beauvoir’ın kullandığı “siz” ifadesi, komünizmi eleştiren ve Cezayir’in bağımsızlığından çok federasyon olmasını savunan Camus’yle ilgili hayal kırıklığını yansıtıyordu.
1951’den itibaren Sartre’la Beauvoir’ın Camus’ye en üst perdeden eleştiriler yönelttiğini, hatta Sartre’ın Camus’ye, gazete ve dergiler aracılığıyla açık mektup niteliğinde yazılar döşendiğini biliyoruz. Bir tür savaş ilamıydı bu.
Beauvoir’ın Mandarinler romanını, kendisini eleştirmek için kaleme aldığını söyleyen Camus, ona yazdığı son mektuplardan birinde şöyle demişti:“Direniş dışında, kitaptaki hiçbir şey gerçek değil. Anlaşılan o ki Sartre’ın şüpheli eylemlerini benim sırtıma yüklemişsiniz…”
Bu büyük kavga, Camus’nün 4 Ocak 1960’taki ölümünden sonra, 7 Ocak 1960 günü Sartre’ın France-Observateur’deki saygı yazısıyla son bulacaktı.[2] Sartre, eski dostunu anarken Beauvoir yine temkinliydi.
“Acının krallığı”nda iki adam
Camus’nün ölümüne kadar sürdürdüğü ve bozulan arkadaşlıklarının yanı sıra hayali dostlarına yazdığı mektuplar da mevcuttu. Ancak bunu, kafasında yarattığı bir kişi anlamında algılamamak gerek. İkinci Dünya Savaşı’nın en hararetli günlerinde, sırasıyla 1943, 1944 ve 1945’te Revue Libre, Cabiers de Libération ve Libertés’de yayımlanan, daha sonra Bir Alman Dosta Mektuplar adıyla kitaplaştırılan metinlerde Camus, “biz” diyerek Fransa’yı, “siz” diyerek Almanya’yı kast edip şiddet ve savaş eleştirisine soyunur. Direniş’i savunurken insanı ve yaşamın anlamını hedef tahtasına yerleştirenleri hümanizmin tarafına çekmek amacındadır. Nazi Almanyası’nın, sadece kendinden olanlara yaşam hakkı tanıması karşısında adaleti, insanı, özgürlüğü ve mutluluğu ısrarla vurgulayıp cinayeti reddeder. Bu anlarda kullandığı “biz” ifadesi, özgür kıta Avrupa’ya gönderme yapar. Temmuz 1944’te yazdığı mektuptaki şu satırlar bunu ortaya koyar:
“Siz bu dünyanın anlamına hiçbir zaman inanmadınız ve bundan her şeyin eşdeğer olduğu, iyilikle kötülüğün nasıl istersek öyle tanımlanacağı düşüncesini çıkardınız. Her türlü insansal ya da tanrısal aktörenin yokluğunda, hayvansal dünyayı, yani şiddeti ve kurnazlığı yöneten değerlerin geçerli olduğunu varsaydınız. Bundan da insanın hiçbir şey olmadığı, ruhunun öldürülebileceği, tarihlerin en anlamsızında bir bireyin görevinin ancak güçlülük serüveni, aktöresinin de fetihlerin gerçekçiliği olduğu sonucunu çıkardınız
(…)
Siz, koşulunuzun adaletsizliğini kolaylıkla benimsiyor, bunun için de ona yeni adaletsizlikler eklemeye boyun eğiyordunuz, oysa bana öyle geliyor ki insan adaletsizlikle savaşmak için adaleti kesinlemek, mutsuzluk evrenine karşı çıkmak için mutluluk yaratmak zorundaydı
(…)
Göğe karşı savaşmaktan yorgun düşmüş olduğunuz için tinleri sakatlama ve dünyayı yıkma görevini yüklendiğiniz bu tüketici serüvende dinlendiniz. Kısacası siz adaletsizliği seçtiniz, tanrıların yanına geçtiniz…”[3]
Bu mektupların yayımlanması ve İkinci Dünya Savaşı’nın, arkasında harabe bir Avrupa bırakmasının ardından Camus, sonradan en halis dostlarından olacak bir isimle buluşma arifesindedir.
Birbirini uzaktan uzağa tanıyan ve kitapları aracılığıyla “haberleşen” Camus ve René Char, gün gelip tanıştığında çocuksu bir sevinç yaşar; bu duygu, her ikisinin de satırlarına yansır ve uzun süredir görmedikleri bir aile ferdiyle karşılaşmış gibi mutlu olurlar.
Dünya geri çekilmiş, insanlar yanlarından yörelerinden kaybolmuş da sanki ikisi kalmış gibidir. O andan sonra yapmacıksız bir dostluğun temelleri atılır. Bu dostluk, kimi ortaklıklarla ete kemiğe bürünür: Çocukluğa duyulan özlem, edebiyat, direniş, yorgunluk, adaletsizliğe karşı mücadele, savaşın reddi… Birbirine bağlılığı ve kendileri gibi düşünen insanların yan yana duruşunu en büyük güç sayan Camus ve Char, insanları ölüm kamplarına ve cinayet işlemeye yollayan sisteme bayrak açar, bu ölçüsüzlüğe birlikte başkaldırır.
Mektupları, Camus’nün ve Char’ın “acının krallığı” dediği, yıkım sonrası dünyada ayakta kalmaya çabalayan ve dostluklarını sürdürmeye uğraşan iki aydının birbirine destek oluşunun da simgesi aynı zamanda.
Frank Planeille’in yayına hazırlayıp notlarla açıkladığı ve Yazışmalar 1946-1959[4] ismiyle yayımlanan kitapta, Camus-René Char mektuplarının tamamı yer alıyor. 1946’dan Kasım 1959’a kadar süren ve dostluktan kardeşliğe geçişin birer belgesi bu yazışmalar, Paneille’e göre “bir yaşamın içinde gerçekten önem taşıyan, yaşamı kimi zaman anlık bir şans gibi daha güzelleştiren o koşullar üstüne, düşüncelerimizi besleyecek bir buluşmaya ve arkadaşlığa tanıklık ediyor.” Bazı örnek satırlar, Paneille’in cümlesini daha anlamlı kılabilir:
“(…) Öncelikle kendimden söz ediyorum, ben yaşamın anlamını, kanı canı yitirmesini görmeye boyun eğmedim asla. Doğrusunu söylemek gerekirse yalnız bunu üzüntü bildim. Yaşama acısından söz ederler. Oysa doğru değil bu, yaşamama acısı demek gerek. Peki ama bu karanlık dünyada nasıl yaşayacağız? Siz olmasanız, saygı duyup sevdiğim iki-üç kişi olmasa şeyler kesinlikle derinliğini yitirirdi (…) Bugün gerçek arkadaşlık o kadar az rastlanan bir şey ki insanlar kimi zaman aşırı çekingen davranıyor bu konuda. Üstüne üstlük, herkes ötekinin olduğundan daha güçlü olduğunu düşünüyor, bizim gücümüzse başka, bağlılığımızda.
Albert Camus, Paris, 26 Ekim 1951.”
“Bence bizim kardeşliğimiz -her alanda- düşündüğümüzden, hissettiğimizden de öte. Şu dönemde her yerde rastladığımız sömürücülerin, laf ebelerinin zıpırlıklarını git gide daha çok rahatsız edeceğiz. İyi ya işte! Yeni mücadelemiz, var oluş nedenimiz başlıyor. En azından, ben buna inanıyorum… Bunu seziyor, hissediyorum.
René Char, L’Isle, 3 Kasım 1951.”
“Yaşlandıkça insanın ancak kendisini özgürleştiren; taşımaya gelince hafif olduğu gibi duymaya gelince güçlü bir sevgiyle sevenlerle yaşayabileceğini anlıyorum. Bugün yaşam zaten aşırı çetin, aşırı acı, aşırı yorucu, bir de sevdiklerimizden yeni külfetler gelmesin. Yoksa sonunda gerçek anlamıyla üzüntüden ölür gideriz. Oysa yaşamamız, sevinç yaratacak sözcükleri, atılımı, düşünceyi bulmamız gerek. Ama işte ben sizin öyle bir arkadaşınızım, mutluluğunuzu, özgürlüğünüzü, kısacası serüveninizi seviyor, sizin de her zaman emin olacağınız arkadaşınız olmak istiyorum.
Albert Camus, 17 Eylül 1957.”
“Sevgili Albert’ciğim,
Bize olmayacak şeyleri söylemediklerini umuyor, buna inanıyorum. Dolayısıyla basındaki bu güvene bakınca havalara uçmadan ve bu 17 Ekim 1957 Perşembe gününü umut kırıcı onca gün arasında benim için uzun zamandır en güzel, en aydınlık, evet ya en güzel gün olarak görmeden edemiyorum daha şimdiden.[5]
Bugünün anısına, Marquis’de yaşamımı kurtaran ve gerçekten özel bir andaç gibi sakladığım bu küçük kutuyu kabul etmenizi rica ediyorum.
Elinizi kardeşçe sıkıyor, sevgiyle kucaklıyorum sizi.
René Char, 17 Ekim 1957.”
Camus’nün hayatındaki üç önemli isim
Camus’nün hayatındaki en önemli insan kuşkusuz annesiydi; İlk Adam’ı “Bu kitabı hiçbir zaman okuyamayacak olan sana” diye annesine ithaf etmişti. Ardından kardeşleri geliyordu. Daha sonra ise üç isim: Louis Germain, Jean Grenier ve Pascal Pia.
1918-1923 arası öğrenim gördüğü Cezayir’deki Belcourt İlkokulu’ndan öğretmeni olan Louis Germain, Camus’nün derslerindeki başarısını fark edip onu, Cezayir Lisesi’nin burs sınavına hazırladı. Babasız büyüyen, annesinin geliri düşük olan ve ailesiyle yanında yaşadığı amcasından yeterli destek görmeyen Camus için bu sınavı kazanmak her şeyden önemlidir. 1923’te sınavı başarıyla geçen Camus, 1930’a kadar sürecek lise öğrenimine Germain sayesinde başlar. Hayatının dönüm noktalarından biri olan bu destek, daha sonra onun Germain’e attığı bir karta yazdıklarıyla tarihe geçer: “Geriye dönüp baktığımda sizin bana sonsuz güveninizin kaynağında öğretmen-öğrenci ilişkisinin çok ötesinde bir şey görüyorum: İnsan sevgisi. Bana öğrettiklerinizin başında bu geliyor. Sınavsa hayatın kendisi zaten.”
Germain de kısa ama çok etkileyici bir yanıt verir: “Aradan geçen yıllarda bunu hatırlaman ne güzel! Sanırım gerçek sınavı şimdi geçtin.”
Camus’nün, Yabancı’yla başlayan yazarlık serüveninde cinayete, intihara ve insanın değerinin sıfırlanmasına başkaldırısı düşünüldüğünde, Germain’in haklı olduğu rahatlıkla görülür.
1930’da liseyi bitiren Camus, bazı tesadüfler sonunda bir yol ayrımına gelir. Üniversiteye gitmeyi de profesyonel olarak futbol oynamayı da ister. Ancak yakalandığı verem nedeniyle o çok sevdiği kaleciliği bırakmak zorunda kalacak ve ileride futbolun kendisine kattıklarını şöyle anlatacaktır: “Ahlak ve yükümlülük üzerine bildiklerimi futbola borçluyum; topun asla beklenen köşeye gelmeyeceğini çabuk öğrendim.”
Veremin ters köşeye yatırdığı Camus’nün karşısına aynı günlerde Jean Grenier çıkar. Futboldan kopan Camus, Yüksekokula Hazırlık Sınıfı’nda kendisinden çok etkilendiği Grenier’den felsefe dersleri alır ve bu kez de onun yardımıyla girdiği felsefe bölümünü 1934’te bitirir.
Camus, ilkokul öğretmeni Germain’le birlikte sonsuz saygı duyduğu ve hayatının sonuna dek bağını hiç koparmadığı Grenier’ye ölümünden birkaç gün önce, 28 Aralık 1959’da, çalışmak için her şeyin en azıyla yetindiğini, yakında Paris’e geleceğini ve ardından yeniden yollara düşeceğini yazdıktan sonra ekler:
“İles başlıklı kitabınızın yeni basımını bekliyordum. Yoksa yayımlanışı ertelendi mi? Onu bulamayınca Preuves’deki tefrikalara bakmak zorunda kaldım, ressamlarla ilgili bilgisizliğimden utandım. Yazılarınız bana yol gösterdi. Kitabımı bitirebilirsem, bu bilgisizliği gidermek için hemen çalışmaya başlayacağım.
Gelecek yıl, trajik erdemleri göz ardı eden Fransızlara ders vermek üzere Malraux’nun yardımıyla yola çıkacağım.
Geçen gün arabamı durduran jandarma bana ne yazdığımı sordu (mesleğim ruhsatta yazılı). Kısa yoldan ‘roman’ dedim. ‘Aşk romanı mı, polisiye mi?’ dedi. İkisinin arası var mı ki? ‘Yarı yarıya’ dedim.
Hoşça kalın sevgili dostum. Sizi sürekli düşünüyorum, daima aynı duygularla.
Size ve ailenize sevgiler.”[6]
Camus’nün 1936’da tanıştığı Parisli gazeteci Pascal Pia, Cezayir’de Alger républican isimli bir gazete çıkarmaya başlar. Çalıştıracak insan azlığı nedeniyle Pia, Camus’yü işe alır. Birkaç küçük haberden sonra Camus, dizi yazılara ve röportajlara imza atar. Bunların en dikkat çekeni Cezayir’deki sömürgecilik faaliyetlerine karşı çıkanlarla ilgili olanlardır. Pia, o günleri ileride Camus’ye yazdığı bir mektupta şöyle dile getirir: “İlk zamanlar bir yazarın gazeteci olup olmayacağına dair şüphelerim, tereddütlerim vardı. Fakat şimdi görüyorum ki aziz dostum, romancılıkla gazetecilik arasına incecik bir çizgi çekmişsin…”
Camus’nün, Pia’yla Alger républican’da başlayan birlikteliği, gazetenin sansürlenip yasaklanmasının ardından Paris Soir’da devam eder. Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı’na girişiyle (3 Eylül 1939) iki arkadaş, Paris’in yolunu tutar. 1940’ların başında Fransa’nın, hatta Avrupa’nın gözde gazetesi olan Paris Soir’ın tirajı 2 milyona ulaşınca Camus ve Pia, adını geniş kitlelere duyurma imkânı yakalar. Ancak ortada “küçük” bir sorun vardır: Gazetenin sola yakın durmayan yapısı, hem Camus’yü hem de Pia’yı rahatsız eder. Camus, bir seyahatteyken yazdığı mektupla bunu Pia’ya açıkça dile getirir: “Kimliğimizi ve fikrimizi açıkça ortaya koymalıyız; her yanımızı kuşatan ölüm, işkence ve savaş nutukları karşısında sorumluluklarımızı yerine getirmeliyiz. Gazetenin bu hali, cinayete göz yummaktan farksız.”
1941’de Oran’a geri dönen ve Yabancı’nın son sayfalarını yazmaya koyulan Camus, kitabı bitirdiğinde iki kopya hazırlar; bunlardan birini Jean Grenier’ye, diğerini de Pascal Pia’ya gönderir. Pia’ya yolladığı kopyaya ufak bir not iliştirir: “Hiçbir eleştiriden kaçınmadan tüm dürüstlüğünle fikrini söyleyeceğinden eminim.” Grenier işi ağırdan alıp kitapla ilgili görüşlerini açıklamayı sürüncemede bırakırken Pia, kısa zaman sonra Camus’ye, tam da onun beklediği gibi eleştiriler sıralar. Fakat yazılı olarak değil, yanına aldığı kopyayla Camus’yü ziyarete gider ve fikrini bizzat paylaşır.
Kaleme aldığı mektuplar, defterleri, kitapları ve notları kadar olmasa da Camus’nün dünyaya bakışına, dostluklarına, kaygılarına ve kavgalarına ışık tutuyor. Onlarla ilgili pek çok şey söylenebilir belki ama en önemli yorumu yine kendisi yapar. Kalemi eline alıp herhangi bir şey yazmaya koyulduğunda kendisini bütünüyle çıplak hisseden Camus, mektuplarının bir iç dökmeden çok dünyayı yeniden kurma, yaşama taptaze şeyler katma isteğine karşılık geldiğini belirtir. El yazısının, bütün hatalarıyla ve güzellikleriyle; karalamalarıyla ve estetiğiyle hayata benzediğini söyler. Mektuplarının teknik tarafıyla birlikte içeriği de bu yaklaşımla uyumludur. Övgü ve yergiler, temize çekilen anlar, birdenbire su yüzüne çıkan öfke ve acı, özellikle babası söz konusu olunca hiç bitmeyen özlem ve merak, yoksul çocukluğunun yüzme ve futbolla örülü günleri, yazışmalarında Camus tarafından, bazen son derece açık bazen de metaforlarla dile getirilir.
Camus’nün gün yüzüne çıkmış mektuplarının haricinde okura ulaşmayanlar da epey fazla olabilir. Eğer varsa bunların nerede olduğunu ve yayımlanıp yayımlanmayacağını zaman gösterecek.
[1] İlk Adam, 4 Ocak 1960’ta bir trafik kazasında öldüğünde Camus’nün çantasında elyazmaları bulunan ve 1994’te bitmemiş haliyle basılan roman.
[2] Başkaldıran İnsan’dan sonra ortaya çıkan Sartre-Camus kavgasının işaret fişeği, Mayıs 1952’de Les Temps modernes’deki Francis Jeanson imzalı eleştiri yazısıdır. Hatta makale, eleştiriden daha fazlasını, tam bir taarruz halini yansıtır. Sartre ve Jeanson, Camus’nün komünizm yergileriyle alay eder. Camus, bu yazıya 30 Haziran 1952’de bir mektupla yanıt verir, her ikisinin de tarihi bir yanılgının peşinden gittiğini söyler. Sartre da daha sonra Jeanson’un buna verdiği yanıtı dergide yayımlar. Kim ne derse desin Camus, bu tartışmadan epey olumsuz etkilenir ve Sartre’ın tarafında saf tutanların gözünden bir süreliğine düşer. 1956’da meydana gelen Macaristan ayaklanmasından sonra Sartre, Fransa Komünist Partisi’nden ayrılınca Camus’ye kulak kabartanların sayısı artar.
[3] Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar, Albert Camus, Çeviren: Tahsin Yücel, Can Yayınları, İkinci Basım, 1997, s. 132-133.
[4] Yazışmalar 1946-1959, Albert Camus-René Char, Çeviren: Orçun Türkay, Yapı Kredi Yayınları, 2015.
[5] 17 Ekim 1957’de, ödül komitesi, Nobel Edebiyat Ödülü’nün Camus’ye verildiğini açıklar.
[6] Albert Camus-Jean Grenier, Correspondance (1932-1960), Gallimard, 1981.
ALİ BULUNMAZ
01 Eylül 2016 http://t24.com.tr/