Anna Karenina: Tolstoy’un En Büyük Romanı

Anna Karenina’yı edebiyat tarihinin en büyük romanlarından biri yapan etmenler arasında, roman sanatındaki iki önemli ayrılıktan birinin yaratıcısı olması da vardır. İnsanın neden olduğu bütün dramatiği yaratıcı sözün ve sözcüklerin büyüsüne dayanarak yansıtmakla yetinmeyip psikolojik çatışmalar ve o psikolojiyi yaratan ilişkiler ve durumlar içinde vermek, bir yaratım biçimi olarak klasik romanın büyük geleneği içinde tahtından hiç inmemiş, ama neden sonra arkaya itilmiştir. Tolstoy ne yaratmışsa bundan başka bir güce dayanmamış, inançların baskın olduğu yerle romanlarının dünyevi doğasını birbirinden ayrı tutmayı başarmıştır.

Anna Karenina üstüne yazılmış en ünlü yazılardan birinin yazarı olan Vladimir Nabokov, bulup çıkardığı gerçekle özdeşleştiğini belirterek Tolstoy’un bir imge olarak karşımızda durduğunu da anlatmak istemiş midir? Değilse bile, bu anlama da gelir sözleri. Yıllar sonra rastgele eline alıp okumaya başladığı kitabı çok beğenince adına bakıp Anna Karenina yazdığını gören Tolstoy ile Nabokov’un bir imge olarak anlattığı Tolstoy’un aynı kişi olması da bu anlama gelir. Tolstoy’un Anna Karenina’nın kazandığı ünden tedirgin olduğu da öne sürülmüştür ki, Anna’nın belki de dünya edebiyatında Don Kişot’tan sonra gelmiş en ünlü roman kahramanı oluşu bu kuşkuları destekler.

Tolstoy’un Anna’ya sevgisizliğinden, kendi ahlak anlayışına ters düştüğü için yazınsal bir kişi olarak Anna’ya dayanamayıp onu trenin altına ittiğinden söz eden yorumcular bile olmuştur, ama bu eski anlayışları bir yana bırakırsak, farklı ahlak anlayışlarının büyük bir yazınsal kahraman çevresinde konumlandığı bir roman olarak okuyabiliriz Anna Karenina’yı. Kaldı ki, kolaycı ve sıradan bir “ahlak dersi”nin ahlakî ve yazınsal olamayacağını Nabokov da belirtir.

Genç ve güzel bir kadın olan Anna, sahip olmayı hayal edebileceği sınırlar içinde mutlu, rahat bir yaşam sürmektedir. Zengin, zeki ve geleceği parlak bir genç olarak gösterilen Vronski (Nabokov onu “ortalama zekâda, küt bir adam” olarak niteliyor) ile karşılaşana dek. Ailesiyle yakın ilişkileri olmasa da, soylu bir geçmişi olduğu için okuldan çıkar çıkmaz kendini Petersburglu zengin subaylar arasında bulmuş, oradan da soylu ailelerin gözde gençlerinden olmuştur Vronski. Onunla Petersburg garındaki ilk karşılaşmalarından sonra bir “kötü önsezi” düşmüştür Anna’nın içine. Belki bir ateş de. Sonun başlangıcı o kötü önseziyle mi belirtilmiştir?

Anna ilk gördüğü anda etki alanına gönüllüce girdiği Vronski’yi aklından çıkaramamaktadır. İlişkilerini açıkça yaşarken ortaya koyduğu sıradışı kadın imgesiyle Tolstoy’un yarattığı en büyük roman kahramanı olarak öylesine büyük bir ağırlıkla yer etmiştir ki edebiyatın yüreğinde, ahlak anlayışının bütün bir toplumda tartışılmasını sağlamıştır. Anna Karenina yaşadığı tutkulu aşkı çekincesizce ortaya koyup toplumsal ahlakı yerinden oynatan gerçek bir kişi gibi midir, yoksa roman sayfalarında okuru etkilemekle yetinen yazınsal bir kişilik mi?

Sorunun yeterince anlamlı olmadığı söylenirse, Anna’nın büyüklüğünü açıklamak gerekir. Toplumsal değerleri umursamak yerine, kendi ahlak anlayışını çevresine dayatan Anna’nın karşısında fırsatçılığıyla ortalıkta dolanan Vronski nasıl da küçülür. Evlilik dışı bir ilişkiyi yaşamak Vronskiler için ne denli önemsizse, Anna’nınki yürekliliğin ta kendisidir. Tolstoy kahramanlarıyla dilediği gibi oynayıp biçimlendirmektedir onları; bunun en çarpıcı örneği Vronski’dir, ama Anna’da aynı rahatlığı duyamamış, onu tam istediği gibi ellerine alamamıştır. Nabokov da Anna’nın Tolstoy’un ideal kadınlarından olmadığını

belirtir ki, zekice bir saptamadır bu da.

Romancının yazınsal kişiliklerini yaratırken ipleri elinde tutamadığı sözleri, bazen pek yerinde olmadan, sık sık belirtilir. Söz konusu romanın böylece hak ettiğinden daha çok değerlenmesi beklenir. Sıradan kişiler yaratmış romancılar da ara sıra çıkıp, “Kahramanlarım benim istediğimi yapmadılar…” gibi süslü sözler eder. Ama Anna’nın, Tolstoy’un gücünden kurtulup kendini rayların üstüne attığında, Tolstoy’u gerçekten de çaresiz bıraktığı söylenebilir. Dahası, dönemin en büyük yazarına meydan okuyan, gelecekte unutulmayacak bir roman kahramanı olmanın çok ötesine geçip, bin yıl unutulması olanaksız bir söylence kişiliğe dönüşmüştür Anna. Romanın içine işleyerek yayıldığı zemin, burjuva ilişki ve değerlerinin kendine hayat alanı bulduğu bir dünyayı çepeçevre kuşatır. Tolstoy bu dünyanın gelecekte yaşayacağı çözülmeyi de daha kuruluşu sırasında gösterecek kadar parlak bir romancı zekâsı ve öngörüsüne sahiptir.

Bir de şu: Anna Karenina, Tolstoy’un en sıkı dokulu, iyi tasarlanıp yazılmış, gevşek düğümlere izin vermeyen, sağlam yapısı, kurgusu, tekniği ve diliyle Tolstoy’un en büyük romanıdır. Savaş ve Barış’ı değil de Anna Karenina’yı Tolstoy’un en büyük yapıtı saymak belki roman sanatındaki ayrımları da gösterir. Büyük klasik gerçekçiliğin sonunda ortaya çıkan epik anlatıları yücelten roman anlayışının Savaş ve Barış destanını öne çıkarmasına karşın, sağlam dokusuyla zamanının en önemli romanlarının başında gelen Anna Karenina’nın ayrıksı bir yeri vardır. Doğrusu, Anna Karenina’nın bir grup insanın hayatını çevrelerinde yaşananlarla birlikte bütün derinliğiyle veren yetkinliği yanında, Savaş ve Barış daha geride durur.

Anna Karenina’nın öyküsünün ağır ve kararlı gelişimi içinde can alıcı bir sorun adım adım öyle çözülmeye başlar ki, Anna ya da Vronski ya da Karenin, her biri ayrı birer çoğul anlam olarak romanı yaratmayı sürdürür. Anna, büyük bir romanın kendi çevresinde örüldüğünü unutmadan, hem çevresindeki ilişkileri, hem kişiliği ve iç dünyasındaki fırtınalarla bazıları birbiriyle çatışan pek çok anlamı birden taşır. Sözgelimi hem aristokrat gelenekler içinde yaşayan kocası Aleksey Andreyeviç’le uyum içinde, hem bütün doğallığıyla kendi olarak yaşarken, Rus aristokrat hayatı içinde tam anlamıyla benimsenememektedir. Birkaç özelliği birden taşıyıp okura yansıtmak ve her durumun ya da roman kişilerinin yaşadığı her sarsıntının gerçek hayatta yaşandıklarından daha etkileyici biçimde yaşanmaları için uygun bir dil ve anlatım biçimi kurmak, Anna için de, Tolstoy için de önemli bir amaçtır elbette, ama bu da Anna Karenina’yı Anna Karenina yapar.

Okur, dev bir roman boyunca Anna’nın, Anna ile kocası ya da Vronski arasındaki ilişkinin uzun uzun anlatılmasının nedenlerini elbette düşünür. Bir roman, ayrıntılarına anlam verdikçe sürer, kendi sorunsalı çevresinde düzenlenen ayrıntıları tüketinceye dek. Özellikle büyük klasik gerçekçi romanın özelliğidir bu. Anna Karenina, Savaş ve Barış, Balzac’ın Sönmüş Hayaller, Dostoyevski’nin Karamazof Kardeşler ya da Suç ve Ceza, Thomas Mann’ın Buddenbrooklar gibi romanları hep bu özellik üstüne kuruludur.

György Lukács “Tolstoy ve Gerçekçiliğin Gelişimi” incelemesinde Anna Karenina’yı çözümlerken durur bunun üstünde. “Bu gibi ayrıntılar, sözcüğün en derin anlamında ‘dramatik’tir: İnsanların yaşamındaki kesin coşkusal dönüm noktalarının duygu gözüyle görülebilen ve çok kuvvetle yaşanmış nesnelleştirilmeleridir,” der Lukacs. “Bu nedenle, yeni yazarların yazdıklarındaki aslına çok bağlı olarak gözlemlenmiş ayrıntılarda; yalnızca çok iyi gözlemlenmiş fakat hikâyede gerçek bir rolü olmayan ayrıntılarda bulunan saçmalık, önemsizlik yoktur Tolstoy’un ayrıntılarında.”

Anna’nın sonunda intihara giden kaygıları, Anna Karenina’nın bir aşk romanından

bambaşka bir gerçekliği olduğunu gösterir. Tolstoy’un, dönemin hayatına ilişkin benzersiz bir gözlemi ve yaratıcılığıdır Anna Karenina. Rus şehir hayatının aynası olduğu da söylenebilir ki, Tolstoy’un şehir hayatındaki aristokrat ve burjuva kültürlerini ustalıkla yansıtan en önemli romanı Anna Karenina’dır. Üstelik bunu Savaş ve Barış’taki gibi kişilerini dışardan yaptığı yakın gözlemlerle vermenin yanı sıra, Anna, Levin, Vronski ya da Karenin’de olduğu gibi, içerden, kişiliklerin iç dünyalarına girerek yapar.

Lukacs da Tolstoy’un Vronski, Anna ya da İvan İlyiç’in kişiliklerini reddettiğini belirtir, ama Levin bunun dışındadır. Romanın kimi eleştirmenlere göre ikinci önemli kişiliği olan Konstantin Levin, Tolstoy’un kişiliğinden, dünyasından izler taşır. Tolstoy’un öteki kişilerinde kendinden izler bırakmaması nasıl onları güçlü kılmışsa, Levin’i güçlü kılan da Tolstoy’dan izler taşımasıdır.

Tolstoy’un büyüklüğü, romanı sözcüklerin ardında değil, kişiliklerin ve insan psikolojisinin ardında arayışı, buluşudur. Anna’nın hem sosyetedeki kadınlar arasında yaşamayı becerip hem de o kadınlardan biri olmadan, dik duruşuyla çevresinin gözü önünde büyüyen kişiliği ancak böyle anlatılabilirdi. Üstelik o çok saygın kişiliği yanında, oğluna bile yeterince sevgi duymakta zorlanan bir kadındır; Anna Karenina’nın değerini anlamak da bir annenin oğluna uzaklığının nedenlerini anlamaya çalışmakla aynı gibidir. Gıpta edilen, onun gibi olunmaya çalışılsa da bunun olanaksızlığı görülen, Dolli’nin sözleriyle, “ruhu tertemiz, aydınlık” bir kadındır Anna.

Sonunda Anna Karenina, Tolstoy’un yoğun, önemli, bazen karmaşık, gelgitlerle sarsılan düşünce dünyasındaki sorunlarla buluşma ayrılma noktalarından çıkmıştır. Aklımıza Lady Chatterley’in Sevgilisi, Madam Bovary ya da Rüzgârlı Bayır da gelebilir, ama bir dönemin ahlak anlayışıyla ilgili olarak bu denli sarsıcı bir romanın dünya edebiyatında yazılmadığını da vurgulayabiliriz.

ELEŞTİRİNİN SİS ÇANI
Semih Gümüş
Can Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir