“Aşırılık ve israf, kendi kendini tüketen tutkunun çatısı altında evlendiler.”

III
Siyaset tüketimi (Tüketme politikaları)

Yeni ekonomi yeni bir siyaset mi doğuruyor? Geçmişte siyasete ekonomik enerjiyi sağlayan eşitsizlikti; bugünse eşitsizlik hem para hem de iş deneyimi açısından yeniden biçimlendiriliyor.
Toplumsal düzenin en üstündeki büyük servet kuşağı kötü bir üne sahip; yeni ekonomiden kâr edenler ile orta sınıftan olup yeni ekonomiden kâr etmeyenler arasındaki sınıf ayrımı sonuç üzerinde daha etkili olabilir: Örneğin, emek analisti Robert Reich, “beceri seçkinleri,” “enformasyon ustaları” ve “sembolik analistler”in durgun bir orta sınıftan ayrıldığı “iki katmanlı” bir toplumdan bahsediyor.1
Dipte, akıcı ya da parçalanmış bir ekonomide kendilerine yer bulmuş emekçiler –çoğunlukla ekonominin gayri resmi ya da “gri” sektörlerinde çalışan göçmenler– ile manevra için daha az yeri olan, bir zamanlar piramit şeklindeki sendikalar ya da işverenler tarafından korunan geleneksel işçi sınıfından insanlar arasında bir sınıf farkı ortaya çıkmakta olduğuna işaret ediyor Alain Touraine. Ortada, insanlar yerinden edilmekten, oyun dışı bırakılmaktan ya da gereğince faydalanamamaktan korkuyor. Geleceğin kurumsal modeli onlara ne işyerinde bir yaşam anlatısı sağlıyor, ne de kamu alanında fazla bir güvenlik vaadinde bulunuyor. Ağ toplumunda, ortadakilerin enformel ağları ince.
Toplumsal kapitalizm çağında, ekonomik sistemin zorlayıcı talepleri hınç üretti. Bu sözcük bir duygular grubunu, ekseriyetle, kuralına göre oynayan sıradan insanlara adil davranılmadığı inancını ifade ediyor. Hınç, ekonomik kökenlerinden ayrılma eğilimindeki ve yoğunlukla toplumsal bir duygu: İnsanların seçkinlerce hor görülmeye, yahut hak etmedikleri toplumsal ödülleri çalıyor görünen Yahudilere veya diğer içsel düşmanlara içerlemesine ya da öfkelenmesine neden oluyor. Geçmişte, din ve vatanseverlik hıncın hükmettiği intikam silahları haline geldi. Ama duygu ortadan kalkmadı. Bugün ABD’de bir zamanlar merkez solda yer alan bunca işçinin maddi stresi kültürel simgelere tercüme ederek bu kadar sağa kaymış olmasının nedenini hınç açıklayabilir.
Evet, hınç duygusu bir gerçek; ama bence ekonomiyle siyaseti hınç üzerinden ilişkilendirmek fazlasıyla dar görüşlü bir yaklaşım olur, çünkü maddi güvensizliğin teşvik ettiği tek şey, tedirgin edici değişimi haber verenlerin şeytan gibi gösterilmesi değildir. Ekonomi de bir öğretmendir: İnsanların yeni olanı –yeni malları ve hizmetleri– tüketmeyi öğrenme şekillerini inceleyerek gündelik deneyimlerinin daha derinlerine inebiliriz ve sonra kendimize sorarız: Gerçekten insanlar siyasetçileri giysi seçer gibi mi seçiyor? Belki yurttaşı öfkeli bir seçmen değil de, satın alma baskısıyla karşı karşıya olan bir siyaset tüketicisi olarak değerlendirebiliriz.
Tüketim meselesi bizi yeni ekonominin yüreğine ve özellikle de dev bir firma olan Wal-Mart’ın satış katına götürür. Bu indirimli mal satan küresel perakendeci 2004 yılında tüm dünyada 1.4 milyon işçi istihdam ediyordu; 258 milyar dolarlık geliri “ABD gayri safi milli hasılasının %2’si ve Microsoft’tan sekiz kat büyük.”2 Bu yeni şirket, hızla gelişen Çin imalat sanayine başvurarak tedarikçilerini ve ileri teknolojiden faydalanma şekillerini yeniledi. McKinsey Enstitüsü, üretkenliğini “süregiden bir yönetim değişikliği”ne borçlu olan ve bu yeniliklerle iktidarı devin merkezinde yoğunlaştırıp, sendikaları güçsüzleştiren ve işçi kitlesine geçici emekçilermiş gibi davranan Wal-Mart’ın, başı çeken bir firmanın ulaşabileceği en yüksek noktada olduğunu söylüyor.3
Bu megalitin tüketicilere cazip gelen yanı, ucuza satın almak isteyebilecekleri her şeyi –giysiler, otomobil ürünleri, yiyecek, parfüm, bilgisayar vs– tek çatı altında toplamasıdır. Komutanın merkezileştirilmesi, her şeyin anında elde edilebildiği, giysilerin bilgisayarlardan yalnızca birkaç adım uzaklıkta durduğu bir Wal-Mart mağazasında raflar arasında dolanan bir müşterinin konumuna da yansıyor görünmektedir. Çalışanları benim gördüğüm kadarıyla genellikle yardımsever olsa da Wal-Mart’ta bir sınıf olarak satış görevlisi tüketim sürecinin dışına çıkarılmıştır: Burada yüz yüze aracılık ya da ikna yoktur. Bu bakımdan firma, orta katmanları, yani yorumlayıcı katmanları kadrolarından çıkaran diğer başı çeken bürokrasilere benzer. Hangi indirimli ürünün satın alacağına karar verirken kişi yaratılan küresel imaja ve pazarlamaya bakıyor.
Absürd görünebilse de, ekonomi ve siyasetle ilgili soruyu şu şekilde sadeleştirebiliriz: İnsanlar siyasetçileri Wal-Mart’ta alışveriş yapar gibi mi seçiyorlar? Yani, siyasi örgütlerin merkezileşmiş hakimiyeti, aracı konumundaki yerel parti siyasetini gözden çıkarma pahasına mı güçlendi? Siyasi liderler sabun gibi alınır satılır mı oldu, siyasi tüketici raftan ilk bakışta tanınan markaları mı seçiyor?
Eğer yukarıdaki soruların hepsinin yanıtı “evet” ise, pazarlama siyasetin püf noktası olmuş demektir, ki bu siyasi yaşam açısından kötü bir manzaradır. Demokrasi fikrinin kendisi aracılık ve yüz yüze tartışma gerektirir; ambalajlamadan ziyade müzakere ister. Bu düşünce silsilesini izlersek reklamcılıktaki bütün baştan çıkarma numaralarının şimdi siyasetçilerin kişiliklerinin ve fikirlerinin pazarlanmasında kullanıldığını dehşetle gözlemleyebiliriz; daha açık ifade edersek, nasıl ki reklam müşterinin işini nadiren güçleştirirse, siyasetçi de kendini kolay satın alınır hale getirmektedir.
Ben bu aşikâr cevaba itiraz etmek istiyorum. İtirazımın nedeni cevabın yanlış olması değil, yeni ekonominin pazarlamayı da siyaseti de daha karmaşık bir hale getiriyor olması. Wal-Mart’ın işçilerini ezdiğine şüphe yok; fakat aynı zamanda müşterilerinin gerçek bir ihtiyacını karşılıyor.4 Ancak bir snop, ucuz ürünlere tepeden bakabilir; o halde “ucuz” siyasete tepeden bakmalı mıyız? Mega-mağazanın siyasi versiyonu yerel demokrasiyi bastırıp, bireysel fanteziyi, tıpkı reklamların yaptığı gibi, devreye sokabilir; siyasetin içeriğini ve özünü aşındırıp, değişim tahayyülünü kamçılayabilir.
Siyasi dürüstlük bunu ciddiyetsiz bir düşünce olarak ele alacaktır. Oysa yeni kapitalizmin avatarları, yeni yapıların değişim tahayyülünü harekete geçirdiğini güçlü bir şekilde savunmuştur. Siyasetçilerin nasıl pazarlanır hale geldiğine ve onları pazarlayan kurumlara en azından açık bir zihinle bakmamız gerekiyor; bu konuyu açık bir zihinle değerlendirme çabası, kabul etmeliyim ki, benim için güç, çünkü yerel, aracı konumundaki siyasetin kaybedilmesi bence aslında ölümcül bir yara. Eğer ekonomi yeni modele doğru ilerlemeye ve siyasi idealler de geriye bakmaya devam ederse, ideal, fayda etmez bir hasretten başka bir şey olmayacaktır.

A. KENDİ KENDİNİ TÜKETEN TUTKU

Antik dönemde Atinalılar siyaset yaptıkları yeri, yani Pnyx’i [Pnika], kentin merkezî ekonomi mekânından, yani Agora’dan ayırdılar. Ayrılma, toplumsal düşünüşteki klasik bir önermeyi temsil ediyor. Bu önerme, ekonomik etkinliğin insanların siyaset yapma kapasitesini zayıflattığıdır. Mantık basit: Platon’a göre ekonomi gereksinim ve açgözlülük temelinde işlerken, siyaset adalet ve hak temelinde işlemeliydi. Modern zamanlara yaklaştıkça, Albert Hirschman’ın The Passions and the Interests’de [Tutkular ve Çıkarlar] belgelediği gibi, ekonomi ile siyaseti ayırma işi farklı bir kavis aldı: XVI. ve XVII. yüzyıllarda ticaret, gerçek tutkuları genellikle şiddete yol açan siyasetten çok daha barışsever ve ılımlı bir etkinlik gibi görünüyordu.5
Ekonominin siyaset için gereksinim duyulan enerjiyi soğurduğu inancı sanayi çağında bazı Marksizm versiyonları içinde yeniden ortaya çıktı. Fiziksel yoksunlukların ve fabrika işinin insanı harap eden meşakkatinin, insanlarda farklı bir kolektif yaşam biçimi tahayyül edecek takat bırakmayarak, işçileri yalnızca hayatta kalmaya odakladığı iddia ediliyordu artık. Bu düşünmeyi onların yerine devrimci bir öncünün yapması gerekecekti. Yani, siyasi tahayyülün ekonomik deneyimden belli ölçüde korunması gerekiyordu. Bu klasik olumsuz önerme günümüzde bir değişim daha geçirdi. Bu değişim, tüketimin kendisinin taşıdığı anlam nedeniyle, gündelik yaşamı teoriden daha çok ilgilendiriyor.
Şiirsel kullanımda, tüketen bir tutku, şiddetiyle kendi kendini yakan bir tutku anlamına gelebilir; daha donuk bir şekilde ifade edersek, bir şeyleri kullanarak onları harcarız. Hararetle arzuladığımız bir giysi, onu satın alıp birkaç gün giydikten sonra bizi daha az heyecanlandırır. Burada tahayyül, beklenti halinde olunduğunda en güçlü halindedir, kullanıldıkça zayıflar. Günümüzün ekonomisi bu kendi kendini tüketme türünü alışveriş merkezlerinde de siyasette de güçlendirmektedir.
XIX. yüzyılın büyük sanatçısı Honoré de Balzac kendi kendini tüketen tutkuları anlatmıştır. Balzac’ın sahip olmadıkları şeyleri yana kavrula isteyen karakterleri, istediklerine sahip olduktan sonra şevkini kaybeder. Bu karakterler Proust’un ünlü Aşk Yasası’nın habercileridir; kişi ne kadar erişilmezse o kadar çok arzulanır. Goriot Baba’da Balzac bu psikolojinin toplumsal bir geçişi, biriktirmiş olduğu her şeye sıkı sıkıya tutunan eski moda köylülerden, yerine getirildiğinde ölen maddi arzular içinde yaşayan daha kozmopolit karakterlere bir geçişi temsil ettiğini tahayyül eder. Sosyologların bu toplumsal değişimi kurumlardaki bir değişimle, örneğin, miras kalan toprakların ya da evlerin bir servet kaynağı olmaktan çıkmaya başlamasıyla yahut daha özgürce ve düzenli bir şekilde harcanabilen tek kullanımlık, aylık gelirin artmasının ya da makine üretiminin yığınla yeni şeyin satın alınmasını olanaklı kılmasıyla açıklaması mümkün.
Aşırılık ve israf, kendi kendini tüketen tutkunun çatısı altında evlendiler. Eski rejimde Parisli bir kâtibin evindeki gardıroba göz atabilseydik, elde dikilmiş birkaç kadın elbisesi, belki iki erkek takımı ve kuşaktan kuşağa geçen ayakkabılardan başka bir şey bulamazdık. Mutfakta yine elde yapılmış tek bir tabak takımı, birkaç tencere, kaşık ve kepçeler bulurduk. Mekanik üretim Balzac’ın zamanında hem maliyeti düşürdü hem de bu tür sıradan ürünlerin hacmini artırdı. Orta gelirli bir ailenin eskimiş ayakkabıları onarmaktansa çöpe atmayı düşünmesi ya da birkaç taneden daha fazla mevsimlik giysiye sahip olması ancak XIX. yüzyıl ortalarında mümkün oldu. Mekanik üretim, Georg Lukac’ın, Balzac’ın arzunun kapitalizm tarafından genişletilmesini önceden haber veren bir kâhin olduğu şeklindeki gözlemini açıklıyor; fakat bunun sonucunda hazzın sahip olmayla sönümlendiğini, bolluk tek başına açıklamıyor.
XX. yüzyılda kendi kendini tüketen tutkuyla ilgili hiçbiri tam doyurucu olmayan iki açıklama geliştirildi. Birisi, reklamcılık ve kitle iletişim araçlarının insanların arzularını şekillendirerek, sahip olduklarıyla tatmin olmamış hissetmelerini sağlamayı öğrendikleri anlamına gelen “moda makinesi” idi. Bu görüş Vance Packard’ın XX. yüzyıl ortalarında yayımlanan Hidden Persuaders [Çaktırmadan İkna] adlı incelemesinde etkili bir biçimde ileri sürülmüştü.6 Burada şeytani olan pazarlamaydı. Diğer açıklama, halk yeni şeyler satın alsın diye ürünlerin kasten dayanıksız yapıldığını savunan “planlı eskime” idi. Bu ikinci açıklamanın dayandırıldığı kanıtlar Amerikan otomobil ve giyim endüstrilerinden geliyordu; arabalar öylesine zayıf kaynaklanıyor, giysiler öylesine kötü dikiliyordu ki, iki üç yıl sonra çöpe gidecek hale geliyordu.7 Burada şeytani olan üretimdi.
Her iki görüş de değerli olmakla birlikte bu görüşler tüketicinin edilgen bir rol oynadığını varsayıyor; tüketiciyi reklamcılığın elinde bir oyuncak ya da bir ıvır zıvır mahkûmu olarak değerlendiriyor. Ancak iş yaşamındaki değişimler ve yetenek arayışı, bireylerin kendi kendini tüketen tutkuyla ilişkisinde daha etkin bir role sahip olabildiğini gösteriyor.
İş bürokrasilerindeki değişim –bunu birinci bölümde incelemiştik– başı çeken bir kurumda kişinin konumu üzerindeki hakimiyetinin kırılganlığını gösterdi. İş bir mülk değildir, sabit bir içeriği de yoktur, onun yerine, sürekli değişen bir ağ içindeki bir konum haline gelir. Bir ağ düğümü –yönetim dilinde kullanılan o tuhaf şekilde içeriksiz sözcük budur– Max Weber’in anladığı anlamda bir makamdan farklıdır. İnsanlar kurum içinde en iyi konumu kapmak için vahşice yarışabilirler fakat belirli bir mevkinin sahibi olmak amacıyla değil. Birinci bölümün açık hale getirmeye çalıştığı gibi, bu deneyim kişinin elindekiyle asla yetinmeyecek kadar hırslı olmasından daha kapsamlıdır. Kurumların kendisi durmadan yeniden icat edildiğinde mesleki kimlikler harcanır, tükenir. Çoğu şirket yeniden-yapılanmasında da kendi kendini tüketen bir tutku iş başındadır; bu nitelik en çok, firmalar birleştiği zaman ortaya çıkabilecek “sinerjiler”in peşine düşüldüğünde göze çarpar. Evlilik gerçekleştirilip, personel azaltıldıktan sonra sinerji arayışı da sona erer. Örneğin Time Warner ile AOL’in 1990’lardaki birleşmesinde böyle olmuştu; gerçekleştirmek mümkün hale geldiğinde arzu kaybolmuştu.
Modern çerçeve, yeteneğe, kendi kendini tüketen tutkuya benzer bir görünüm veriyor. İkinci bölümde, teknoloji, tıp ve finans gibi gelişmiş sektörlerde sabit becerilere nasıl hızla meydan okunduğunu gördük. Zanaatçılığa, yani bir şeyi o şeyin kendisi için yapmaya verilen değer, sürecin ve ilişkiler ağının hakim olduğu kurumlarda, her zamankinden daha rahatsız bir yerde duruyor. Esnek şirketler, portatif insan becerilerine, değişen oyuncularla birden fazla sorun üzerinde çalışabilmeye, eylemi bağlamından koparmaya büyük prim veriyor. Yetenek arayışı, özellikle, her bağlamda sorun çözme yeteneğine sahip insanlara odaklanıyor, çünkü bu tarz bir yetenek fazla içe doğru büyüme tehlikesini uzak tutuyor. Potansiyel yetenek, insanın henüz yapmadığı şeyleri gelecekte yapma ihtimalini vurguluyor; başarı ve ustalık kendi kendini tüketiyor, bağlamlar ve bilgi, içerikleri harcandıkça, tükeniyor.
Tüketim bu deneyimleri tamamlamada ve meşru kılmada büyük rol oynuyor. Bir şeyler satın almaya gelen insanlara kendi kendini tüketen tutkuyu pazarlamak cazip görünüyor. Bu, biri doğrudan, diğeri gizli olmak üzere iki yolla yapılıyor: Bu yollardan doğrudan olanı markalaştırmadan, gizli olanı satın alınacak şeyleri güç ve potansiyel kaftanıyla süslemekten geçiyor.

Yeni Kapitalizmin Kültürü
Richard Sennett

İngilizceden çeviren: Aylin Onacak
Ayrıntı Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir