Aylak Adam romanı Yusuf Atılgan’ın 1959 yılında yayımladığı ilk romanıdır. Çiftçilik yaparak yaşayan Atılgan, romanını “Cumhuriyet” gazetesinin düzenlediği Yunus Nadi Roman Armağanı ödüllerinin son başvuru gününün son saatinde yetiştirir ve ikincilik ödülünü kazanır. Buradan kazandığı iki bin lira ödülle, köyde yıkılan duvarını yaptırır Atılgan. Cumhuriyet gazetesi birinci ve üçüncü olan romanları tefrika ettiği halde, Aylak Adam ı yayımlamaz. Tefrika edilecek bir roman değil diye düşünmüşlerdir. Atılgan ikincilik ödülünü kazanmasına rağmen aldığı tepkiler hep, bir köylünün İstanbul aydınlarını ve aylaklarını nasıl bu kadar iyi anlatabileceği ve neden bir köy romanı yazmayı tercih etmediği yolundadır. Atılgan’ın cevabı ise, “evet ben bir köylüyüm ama köy romanı yazmak için köylü olmak yetmez. Kent insanının, aylaklığını anlatmak ki bunun batıdaki karşılığı bohemliktir, çok daha kolaydır. Ben İstanbul’da okudum. Bu yüzden biraz İstanbul hasretimi gidermeyi biraz da yaşadığım gariplikleri yansıtmak isterken ortaya Aylak Adam çıktı.”
İlk romanı Aylak Adam’la modern Türkiye edebiyatı içinde çok önemli bir yere sahip olan Yusuf Atılgan, özellikle yabancılaşma ve bunun zorunlu sonucu yalnızlık temasını başarıyla işleyen bir yazar olarak tanındı. Geçimini ailesinden kalan mirasla, herhangi bir işte çalışmak ihtiyacı duymadan sağlayan; kendi tanımıyla “zengin değil ama paralı” bir adam olarak hemen hiçbir sorumluluk üstlenmeden bohem bir hayat yaşayan ve “gerçek sevgiyi arayan” C. adlı genç bir adamın anlatıldığı Aylak Adam, öncelikle, Türkiye edebiyatında çağdaş bireyi olanca trajedisiyle yansıtabilen bir ilk roman olarak öne çıkar. Romanda, “ku-ya-ra” (kumda yatma rahatlığı) ve “a-da-ko” (ağaç dalı kompleksi) kavramlaştırmalarıyla iletilmeye çalışan birey durumları, aynı zamanda bireyin trajedisini de oluşturan gerçeklikler olarak, bireyin özgürlüksüzlüğü, yabancılaşması ve yalnızlığına farklı bir perspektif getirir. C.’ye göre: “Bütün çağların trajedisi(dir) bu, Ku-ya-ra: ‘Kumda yatma rahatlığı.’ A-da-ko: ‘Ağaç dalı kompleksi’. Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini farkettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben ‘ağaç dalı kompleksi’ diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako’yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.” Ancak romanın sonu, C.’nin kesin yenilgisiyle gelir çünkü bireyin gövdeden ayrılmak biçiminde dışavurduğu özgürlük isyanı ve öylece kazandığı asi karakter, aynı zamanda gövde (hayat, toplum) tarafından alaşağı edilmesi gereken bir karakterdir; çünkü aykırıdır, uyumsuzdur ve bu yönüyle bünye dışına atılması gerekir.
“Aylak Adam” 1958’lerde Türkiye toplumunun ve edebiyatının gündemine ağırlıkla giren bireyselleşme sorununu, sıradan insanlardan biri olmayı reddeden bir genç aydının yalnızlığı çerçevesinde işliyordu.
Yusuf Atılgan “Aylak Adam”da dil, konu ve mekan bakımından çağdaş romanın en güzel örneklerinden biridir. Mekan İstanbul’dur. Roman kahramanı C. bir gün Atılgan’ın deyişiyle ‘Asla bulamayacağı gerçek sevginin peşindedir. Sinemalara, kahvelere, meyhanelere gider, sokaklarda dolaşır. Tümüyle kenarına düştüğü toplumun konuşma biçimleri geride çalışan bir teypten gelen kayıtlar gibi verilir. Toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü gördükten sonra o roman kişisi kalabalık içinde yalnızdır artık.romanın sonunda bir düş gibi uzaktan gördüğü ve hiç tanımadığı bir kadının peşine düşer, ama o da bir otobüse atlayıp ortadan kaybolur. C. ‘nin son umuduna yetişme çabası başkalarının tepkisiyle trajikomik bir hal alır. Böylece romanın sonunda yabancılaştığı toplumla ve onun değerleriyle çarpışır.
Sonunda roman biter; hem de 1958 yılında Yunus Nadi Roman Yarışması’na katılma kararı verince, ona yetişmek için biter.
A. Ömer Türkeş’in 06/11/2009 Tarihinde Radikal Gazetesi Kitap Eki’nde Yayınlanan Yazısı
Çok az sayıda ürün vermiş olmasına, değeri çok geç anlaşılmasına rağmen, edebiyatımızın önemli, hatta efsaneleşmiş isimlerinden biridir Yusuf Atılgan. Ölüm yıldönümü nedeniyle geçtiğimiz haftalarda Radikal Kitap’ta Derviş Şentekin tarafından anılmıştı. Bu kez Atılgan efsanesini yaratan romanı Aylak Adam’ın 50. yaş gününü kutlayacağız.
Edebiyat çevresi elbette tanıyordu Yusuf Atılgan’ı. Ama 1973?de yazdığı ikinci romanı Anayurt Oteli 1987’de sinemaya uyarlanana kadar ünlü değildi. Ömer Kavur’un metne sadık kalarak yönettiği filmin kazandığı başarı sayesinde yeniden hatırlandı. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’la (1959) başlayıp Bodur Minareden Öte’deki (1960) hikâyelerine, oradan Anayurt Oteli’ne(1974) ve yarım kalmış Canistan (2000) romanına kadar bütün anlatılarına hakim olan kalabalıklar karşısında yalnız ve yabancılaşmış insan teması ile yazarın hayat hikâyesi arasında ilişki kuran bir çok inceleme ve eleştiri yazısı var. Bu nedenle kısa bir yazı içerisinde hayat hikâyesi üzerinde durmayacağım. Zaten söz konusu temayı hayat hikâyesindense yazdığı dönemin akımlarıyla ilişkilendirmenin daha yerinde olacağını düşünüyorum.
50’ler Türkiyesi
1950’lerde edebiyatta iki önemli akımın etkileri görünüyor. İlki siyasi meselelere duyarlı solcu yazarların toplumsal sorunları merkez aldıkları toplumcu gerçekçi sanat anlayışı ve bu nalayışın somutlandığı “köy romanları”. Diğeri ise bugün elli kuşağı adıyla andığımız, Orhan Duru’nun ve A dergisinin başını çektiği “varoluşçu” yazarlar. Ancak bu kuşağın bireyin sorunlarına eğilmesi de toplumsal kaygılardan uzak değildir.
Yusuf Atılgan’ı bu iki akım arasında bir yere oturtmamız gerekiyor. O dönemde köyde yaşamayı tercih etmesine, köyde ve kasabada geçen hikâyeler yazmasına rağmen ?köy romanı? ile ilgisi yoktu. Kitaplık dergisinde Yusuf Atılgan?ın ilk kez yayımlanan bir mektubunu referans vererek bir hatırlatma yapalım; Atılgan 60?lı yıllarda yazıp yaktığı ?Eşek Sırtındaki Saksağan? adlı romanından söz ederken toplumcu gerçekçilikle ilgili sınırlarını çizmiştir; ?Onların kabak tadı veren gerçeğini sevmiyorum; Kendi gerçeklerim var benim.?
Özellikle Aylak Adam romanı ve Bodur Minareden Öte kitabındaki hikâyelerinde Freud düşüncesine bağlılıkla insan psikolojisine eğildiğini, modernist akımın etkileriyle yer yer bilinç akışını kullandığını, kurmaca kişilerin cinsel hayatlarına yer verdiğini görüyoruz. Bu arayış onu 50 kuşağına yaklaştırıyor. Leyla Erbil?in ifadesiyle ?1950 kuşağı hikâyecileri diye söz açılan, aslında biribirinden farklı olsa da cinsel konulara verilen ağırlıkla göze batan ve Varoluşcular diye anılan yazarlar da dolaylı ya da dolaysız olarak, Freud yöntemlerini deniyorlardı. Rüyalar, mektuplar, hatıratlar, ?sanrı ve sayıklamalar, sürçmeler Bilinç Altının gün ışığına çıkmasıyla çiçeklenen insan!?
Aynı yıllarda klasik romanın -öezllikle- tip ve kahraman kavramlarının eskidiği ilanıyla yayılan Yeni Roman hareketinden esinlendiği söylenebilir. Mesela Aylak Adam?daki C.?nin ismi verilmez. ?Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır? Diyecektir C.?nin ağzından Yusuf Atılgan. Modern dünyanın insanı da, birey olarak yaşamakta, birey olarak varlığını sürdürmekte, sadece var olmaktadır. Bu varoluş Yusuf Atılgan?ın romanında aylaklıkla kendini göstermekte, kim olduğu, ne olduğu hiç önemli olmayan hatta adı bile çok önemli olmayan, herhangi bir kişidir bu insan, C.?dır örneğin ya da A. Robbe-Grillet?nin Kıskançlık adlı romanındaki A…?dır.
Bireyin birbiriyle etkileşen iç ve dış dünyasına ağırlık veren, bireyin davranışlarının kökenine inerken psikanalitik yöntemlerin kullanıldığı Aylak Adam?da bütün bunları bulmak mümkün. Ama bir fazlasıyla… Her ne kadar kendi döneminin bakış açısıyla yeterli bulunmasa bile, C.?nin toplumla çatışması içsel olduğu kadar dışsaldır da; sevgisizlik, iki yüzlülük, yalnızlık ve yabancılaşma toplumsal düzenin sonucudur, yani genel insanlık durumudur.
Sevgi arayışı
Romanın ilk cümlesi, dört mevsime sığan hikâyesinin leitmotivini veriyor, sevgi arayışını; ?Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.? Bu arayışın arkasında C.?nin dünyaya bakışının özeti vardır… Ne var ki, hikâye süresince iki aşk ilişkisi etrafında yakınlaştığımız C., ?o?nu bir türlü bulamayacaktır. Yazar açıkça söylemese de, ?o?nun B. olma ihtimali vardır, ama B. ile yolları bir türlü kesişmez. Her bölümü farklı mevsimlerde geçen roman, babasından kalan miras sayesinde hayatını çalışmadan sürdüren C.?nin birbirinden farksız geçen günlerini anlatıyor. Birbirinden farksızlığın monotonluk yaratacağı düşünülebilir. Tersine, bir yandan C.?nin bu yaşam felsefesini sahiplenme nedenleri, öte yandan sözünü ettiğim sevgi arayışının psişik kökenleri okuyucuyu beklentiye, tuhaf bir gerilime sokuyor…
Aradığı aşkı, hesapsız sevgiyi bulamayacaktır C.; onu bulamadıkça toplumla bir bağ kurması da imkansızdır. Sona geldiğinde umutların tükendiği anlaşılır; ?Sustu, konuşmak lüzumsuzdu. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.?
Aylaklığı bir değer olarak savunan C.?nin susuşu bir boyun eğiş değil; tıpkı Anayurt Oteli?ndeki Zebercet gibi, C. de susarak direniyor. Kitlenin bireyi içini alıp tektipleştirmesine karşı bir tür başkaldırı aslında.
Kasabada, köyde, kentte
Yusuf Atılgan büyük kentin boğuntusunu işler Aylak Adam?da. Aynı boğuntu Anayurt Oteli?nde daha küçük bir kentte, Bodur Minareden Öte?deki hikâyelerinde köyde ve kasabada hissedilecktir. Kısacası hep aynı temayı, toplumun baskılarından bunalmış, ötekileşmiş, uyumsuzlaşmış insanları gözlemiştir Atılgan. Nasıl soluk alınıp verildiği meçhul kalan bir karabasanlar dünyasıdır onun anlattıkları. Sadece kente gelindiğinde bireyler üzerindeki kıskaç daha da can acıtıcıdır. Kuşkusuz ?varoluşçuluğun? da etkisiyle, uyumsuzluk, bunaltı, saçmalaşan yaşam gibi temaları öne çıkarır.
Roman ve hikâyelerinde benzer bil dil, benzer bir uslup yakalamış. İlk bakışta sanki tekliyor gibi gelebilir, sanki kimi ifadeler eksik kalmış gibidir. Süssüz, ama her cümlesi, her sözcüğü yerli yerinde. Anlatısını ve meselesini ortaya koyacak şekilde son derece temiz bir dil kullanıyor yazar. Dili kendine özgü bir uslup içinde eritiyor, dile biçim veriyor. Bu tekleyişler, duruşlar, tamamlanmayı bekleyen ifadelerle yakalamak istediği Aylak Adam?da C.?nin Anayurt Oteli?nde Zebercet?in iç sıkıntısı.
Uyumsuz kişilerin kendi ağzından dinliyoruz toplumsal çatışmaları. Birinci tekil şahıs ağzından yapılan anlatı ağırlıklı, yer yer anlatıcının kendisi giriyor devreye. Diyalogları, iç monologları, bilinç akışını ve mektupları da kullanarak anlatısını sürekli dinamik tutabiliyor. Bu teknik özellikler biçimsel denemeler değil, anlatılan konuyu pekiştiren özellikler. Ele aldığı meseleleri, iç ve dış dünya arasında kurduğu denge, anlatım tekniği ve kurgusu, ayrıntıları, imgeleri, çağırışımsal ifadeleri kullanışı… Bütün bunlar Yusuf Atılgan?ın romancılığımızdaki yerini, farkını ortaya koyuyor.
Edebiyatımızdan bir Yusuf Atılgan geçmişti sessiz sedasız. Onun yazdıklarını okuyunca, bu kadar az üretmiş olmasına üzülmemek elde değil. Hele ki bireyin, cinselliğin, modern ve postmodern anlatıların, biçim arayışlarının gözde olduğu günümüzde, birey toplum çatışmasını bu kadar derinlikli anlatan Yusuf Atılgan gibi ustaların eserlerine daha da sıkı sarılmak gerektiğini anlıyoruz.
Aylaklayarak Varolmacılık ve Romanı / Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı Üzerine – Raşit Tankut Aykut
Atılgan, 1921?de Manisa?da doğuyor. 1944?te İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitiriyor. İki yıl sonra Manisa?nın Hacırahmanlı köyüne yerleşiyor ve 30 sene orada çiftçilikle uğraşıyor. 1976?da İstanbul?a dönüp 1989?da ölünceye kadar burada yaşıyor. 1961?de Serpil Hanım?la -ayrıntılarını Enis Batur?dan öğrendiğimiz ilginç bir sevda hikayesinin ardından- evleniyor ve Memet isminde bir çocukları oluyor. Öldüğünde yarım kalan ?Canistan? romanının yanı sıra, bol ödüllü öyküler ve kült mertebesinde iki roman bırakıyor: Aylak Adam (1959) ve Anayurt Oteli (1973).
Oğuz Demiralp?in Yusuf Atılgan?ı sevgiyle andığı ?Bir Ayrıntının Ardında? isimli denemesinde belirttiği gibi ?İnsanoğlu?nda Atılgan?ın görebildiği yönleri gören, bizim yazınımızda azdır.? zira Atılgan, ?insan ruhunun dehlizlerine inmiş, kötücüllük tohumlarını bulmuş gibidir?. Zaten; Atılgan, iki romanında da benzer konuları benzer karakterlerle işler: içlerinde kötücüllük tohumları kök salan, toplumdan kopmuş yalnız bireylerin yaşantıları. Arkadaşı Yusuf Çotuksöken?in yorumlarına bakılırsa, Atılgan?ın romanlarında biraz da kendini betimlediği/yerdiği/hicvettiği fikrini de kolayca benimseyebiliriz: ?Yusuf Atılgan bende hep yalnız bir adam görünümüyle yer etti. Yalnızlığının kapılarını dışarıya kapatmış gibiydi. Kendi başına kurduğu yalnızlık evreninde bir başına dolaşırdı sanki hep.? Hacırahmanlı köyünden yakın arkadaşı Nazmi Dönmez?in sözleri de Yusuf Atılgan hakkında fikir verici: ?Çok konuşmazdı, tartışmayı sevmezdi, köyünde yalnız yaşayan bir insandı. İnsan evrenin özünü bilemez, aklı sınırlıdır. Bugüne kadar her şey yazılmıştır. Bunların bilincindeydi o.?
Anlaşılan o ki, Yusuf Atılgan yalnızdı yalnız olmasına; ama yalnızlığı, mecburi bir yalnızlık değil; seçilmiş, tasarlanmış, özel olarak inşa edilmiş bir yalnızlıktı. İnsanlardan kaçmak değil, kendini insanlarla paylaşmamaktı Atılgan?ın yalnızlığı? Enis Batur?a göre ?sıcak, yakınlık kurmakta kararlı, çünkü güdülerinin sağlamlığına inanan duygusal biri? idi Atılgan. Güven Turan?ın, Ülkü Tamer?in, Eray Canberk?in anlattıklarına bakılırsa, sohbet ortamında bulunmayı seven biriydi. Ancak; edebiyat çevrelerinin bu ünlü simalarının hemfikir olduğu bir husus da, Atılgan?ın anlatmaktan ziyade dinlemeyi tercih edişiydi? O her yerin yabancısıydı, hiç acelesi yoktu (Batur). Hayatın sınırları içinde daralan insanların yazarı; ?iç dünya? denen şeyin de bir dıştan, bir yoksunluktan yapılmış olabileceğini hissettiren; darlığın, rutinin alanına çekilmiş; sıkıntılı içeriklerle uğraşan; ?ben? demekte bile zorlanan biri (Gürbilek). ?Kimse bir başkasına ulaşamaz, çünkü kimse kendi sınırlarına varamaz.? diye yazmış bir yazarın yalnız kalmayı tercih etmesi, herhalde oldukça anlaşılır, zaten ?insan ancak oynayarak, o da olmazsa ölerek kurtulabilir?.
Yazmak, Atılgan için asla bir kurtuluş olmamış; hep bir yük olmuş sırtında? Enis Batur, arkadaşını şöyle anlatıyor; ?yazı, en büyük huzursuzluk kaynağı oldu hep. Bahçedeki kuşun sesi bahanesi olmuştur. Kaçacak delik muhakkak bulurdu.? Son romanı Canistan?ı yıllar boyunca bitiremediğine, romanlarının arasında on beşer yıllık aralıkların bulunmasına ve Güven Turan?ın ?Yunus Nadi Yarışması olmasa, Aylak Adam?ın da kolay kolay bitmeyeceğini? söyleyişine bakılırsa, Atılgan?ın yazarken pek de eğlenmediği kolayca anlaşılıyor. Zaten, ona keyif veren işler, kitap okumak, sinemaya gitmek ve oğlu Memet?le zaman geçirmekmiş (Bayram).
Edebiyat?la dolu geçen uzun ömründe Atılgan?ın niçin sadece iki romanla yetindiği, yazarın sıklıkla maruz kaldığı bir soru. Sorunun cevabıysa hazır: ?Benim gerçek eserim, günlük yaşamımdır.? Atılgan?ın bunu söylerken ne kadar samimi olduğunu bilemiyoruz tabii, ama ?Aylak Adam?, edebiyatımızdaki ayrıksı ve ayrıcalıklı yeri, insani duyarlılığı ve ustaca kaleme alınışı ile okura Atılgan?ın gerçek eseri ile ilgili çokça ipucu veriyor. Yoksa Enis Batur?un da dediği gibi, ?Aylak Adam? bir imgeye değil bir yaşamaya mı dayanıyordu, anlatılmadan susulamayacak bir yaşamaya? Dahası, Demiralp?in söylediği gibi, ?Aylak Adam Türk duyarlılık tarihinde bir dönüm noktası mıdır?? ya da genç ve edip yazarlarımızdan Hamdi Koç?un iddia ettiği gibi, ?aya gönderebileceğimiz tek bir şey varsa, o da Aylak Adam mıdır??.
?Aylak Adam?, bir ismin bile çok görüldüğü C.?nin bir yıl boyunca başından geçen olayları anlatır. Kitap dörde ayrılmış ve her bölümde farklı mevsimlerde C.nin yaşantısı ele alınmıştır. Babasından kalan emlaklerden aldığı kiralarla çalışmadan geçinebilen C., gününü kitap okuyarak, kahvehanelere, restoranlara, barlara giderek, film izleyerek, bol bol yürüyerek, sanat çevresinden arkadaşlarıyla sohbet ederek ve durmadan düşünerek geçirir? C., toplumla uyuşamayan, ataerkil yapıya ait olamayan, iki kişiden kurulmuş toplumların ?en iyisi? olduğunu düşünen ve bu uğurda ?gerçek aşk?ı arayan; huysuz, sıkılgan, mutsuz ve ?aylak? bir adamdır. Romanın konu edildiği bir yıl boyunca C.?nin başından iki aşk macerası geçer. İlkinde üniversite öğrencisi ?süssüz, sade? Güler?den umduğunu bulamayan C., yaz aylarında gittiği pansiyonda karşılaştığı eski sevgilisi ?ressam ve kişilikli? Ayşe ile de olaylı bir aşk süreci yaşar. Ne var ki, C. aradığı gerçek aşkı bir türlü bulamaz.
?Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.? cümleleriyle açılan roman, girişinin okurda uyandırdığı umudun aksine, bir imkânın değil, bir imkânsızlığın romanı olarak sürer ve bir imkansızlık tasavvuruyla son bulur: ?Sustu, konuşmak lüzumsuzdu. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.?
Romanın son kelimesi üzerinde duralım biraz. Romanı roman yapan bütün süreçleri; yazma ve okuma çabalarını hiçleyen, boşlayan bir kelime bu? Okur olarak bizler yani, Aylak Adam?ı anlayamayız. Onun da bize kendisini anlatma çabası nafiledir. Zaten Atılgan da farkında Aylak Adam?ın ne acayip bir mahlûkat olduğunun. Ne yaparsa yapsın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, Aylak Adam?ı anlatamayacak olduğunun farkında? (Bu Aylak Adam?ın erişilmez bir kişlik olduğu anlamına gelmesin. Bu durum daha çok, Aylak Adam?ın ruh dünyasının yazmakla içinden asla çıkılamayacak kadar karmaşıklaştığını gösterir.) Bu yüzden de zaten, romanın en doğurgan anlarını kısırlaştırıyor Atılgan, kısa kesiyor tabiri caizse. Oğuz Demiralp, bu durumu, biraz da Atılgan?ın kendi yapıtının varlığını küçümsemesi, yapıtı basit bir iletken durumuna düşürmesi olarak yorumluyor: ?Yazma eylemini irdelemek için yazar-okur ilişkisinden önce yazar-yapıt ilişkisine bakmak gerek. Hele, yazar bildirişim umudu taşımıyorsa.? Yine Demiralp?in Goldman?den alıntı yaparak değindiği gibi; Yusuf Atılgan başkişisinin bilincini aşıyor. Bu, kendi yarattığı Aylak Adam karakterini lütfedercesine anlatmasından ve onunla içten içe dalga geçmesinden anlaşılabilir. Nurdan Gürbilek?e göre de, sıkıntılı bir dili var Atılgan?ın. Kelimelerin naçizliğinin, romanların gerçek hayatların yanındaki kifayetsizliklerinin bilincinde, kalemi de umudu da kırık bir yazarın dili?
Atılgan?ın dili dıştan beslenmiş, zengin, doyurucu bir dil değil; benzetmesiz, süssüz, neredeyse yoksun düşmüş, lise edebiyat kitaplarının ?fakir? diye niteleyeceği bir dildir?
Kısa, kesik, başı sonu olmayan bir tempo, sıkıntının temposu: Atılgan, dili, bu temponun hizmetine sunmuş gibidir; cümleleri tonuyla, temposuyla bu sıkıntıyı tekrarlar, dilde onun benzerini yaratır.
Atılgan?ın, Hacırahmanlı?dan dostu Nazmi Dönmez?in sözlerini hatırlayalım: ?Bugüne kadar her şey yazılmıştır. Bunun bilincindeydi o.? Bu sıkıntı, işte bundan kaynaklanıyordu muhtemelen. Dünyayı değiştirmeyeceği müddetçe yazmak istemeyen, ama ?yazmadan da susulamayan bir yaşama?nın mecbur kıldığı bir yazma eyleminden kaynaklanıyordu?
Ne kadar ?sıkılarak, boş vermişlikle ve umursamazlıkla? yazılmış gibi görünüyorsa da, Atılgan?ın Aylak Adam?da özgün bir üslup oturttuğu da gözden kaçırılmamalı. Benzersiz bir kahraman yaratmasının yanı sıra, bu kahramanı okura en iyi şekilde sezdirebilecek ifade yollarını da bir şekilde kullanıveriyor yazar. A. Ömer Türkeş?e göre, Aylak Adam?da her cümle, her sözcük yerli yerinde. Romanın anlatımında tekdüzelikten kurtulmak için, anlatı bazen birinci bazen üçüncü kişinin ağzından yapılıyor; mektup yazdırılıyor, günlük tutturuluyor (Naci). Okur da C.?nin sorununu, düşüncelerini, yaşam felsefesini ve duygularını kah C.?nin iç konuşmalarından, kah anlatıcıdan, kah C.?nin başkalarına söylediklerinden öğreniyor (Moran).
Bir karakter ve kişilik durumu olarak Aylak Adam?dan bahsetmeye başlamadan önce romana ve romanın ana kahramanına eleştirmenlerin yaklaşımları üzerinde durmak istiyorum. Kitap ile ilgili yapılan yorumların başlıcalarından biri, kitabın ?zamanımızın kahramanı?nı çok iyi anlattığıdır (Naci). Bu yorum, başka birçok varoluşçu edebiyat ürünü için de yapılagelen, kanımca yetersiz bir yorumdur. Aylak Adam, herhangi bir zamanın, belirli bir mekanın ya da özel koşulların sebep olduğu bir yaratık değil; daha derindeki bir kimlik, daha içsel bir varlıktır. Demiralp?in ?Bir Ayrıntının Ardında?da belirttiği gibi ?yıllar bizimle birlikte geçmiş, Aylak Adam kalmıştır.? Çünkü Aylak Adam yalnızca yazıldığı yılların değil; neredeyse tüm zamanların kahramanı olagelmiştir. Bunu Yusuf Atılgan?ın romanın içinde ?insan en çok kalabalık içinde yalnızdır? fikrinin anlamsızlığını vurgulaması ile de destekleyebiliriz. Zira Atılgan?ın Aylak Adam?ı, ne kadar insanlarla iletişim kuramıyor olursa olsun, bu iletişimsizliğin suçu ne yaşadığı zamanda ne de mekanda aranmıştır. Sorun Aylak Adam?ın kendisinde, onun kişiliğinde, varoluşunda, hatta ontolojisindedir. Aylak Adam?ın yalnızlık derdi de öyle canlı bir biçimde ele alınmış, onun tekilliği öyle çarpıcı bir biçimde yansıtılmıştır ki, bu yalnızlık herhangi bir devirde kimi insanların başına gelebilecek en doğal insanlık hallerinden biri olup çıkmış; Aylak Adam, yalnızca toplumu inceleyen, onu sorgulayan, kendini ondan soyutlayan bir kişinin değil; doğası gereği ayrıksı olan ve böylece muhtemel bir insanlık durumu prototipini işaret eden bir kahramana dönüşmüştür?
Yusuf Atılgan?ın kişiliği, yazarlığı, ?Aylak Adam? hakkındaki genel yorumlar ve romanın genel özelliklerinden sonra biraz da bu romanı bunca özel kılan, -kanımca- ?edebiyatımızın en benzersiz karakterlerinden biri olarak Aylak Adam?dan bahsedeceğim. Öncelikle C.?yi ?Aylak Adam?a dönüştüren başlıca etmenler üzerinde durmak istiyorum. Bu etmenler tabii, C.yi Aylak Adam?a dönüştürdükleri gibi, aynı zamanda romanın ana izleklerini ve romanı başarılı kılan başlıca öğeleri de teşkil ederler?
C.yi ?Aylak Adam? yapan ilk etken C.?nin babasıdır. Ataerkil bir figür olarak baba, bu romanın psikanalitik yükünün en ağır bölümünü çeker. C. babası sayesinde/yüzünden aylaktır. Babasının kendisine bıraktığı malvarlığı sayesinde rahatça yaşarken, babasının manevi mirası C.nin kendisi olmasını daima engelleyecek, özgürlüğüne gölge düşürecektir. Okura, oğluna sevgi göstermemiş bir baba olarak sezdirilen C.?nin babası, bir de C.?nin dünyada en çok değer verdiği kişi olan Zehra Teyze?siyle mutlu bir yatak arkadaşlığı sürünce, C. için buhranlar ve bunalımlar kaynağına dönüşür. Babasının ?bıyıklı?, ?kadın bacaklarına düşkün?, ?zengin? ve ?C.nin kulağını yırtmış? oluşu, C.?nin takıntılarının birebir sebeplerini oluşturacak; C. bıyıklılardan nefret edecek (Güven Turan?a göre Aylak Adam?da bıyık: Baba tanımıyla gelen, kaba güce dönüşmüş, otorite ile iç içe geçmiş cinsel saldırganlık), sevgilisi Ayşe?nin bacaklarına dokunabilmesi C. için varoluşsal bir soruna dönüşecek, sorulduğunda ?zengin değilim, paralıyım.? diyecek, roman boyunca ilgili ilgisiz birçok yerde C. kulağını kaşıyacak, tramvayda arkasına oturduğu yolcuların kulak kirleriyle ilgilenecektir. Baba figürü ve C.?nin kökü-babada problemleri romanın başlıca izleklerinden birini oluşturacak ve Aylak Adam karakterinin hastalıklı ruh halinin en önemli unsurunu teşkil edecektir. Öte yandan Aylak Adam?ın ?baba parası? yiyor olması, dünyaya ve yaşama karşı olan isyanında tutarlı ve kararlı gibi gözüken ?Aylak Adam?ın dünya görüşünün temelsizliğine bir gönderme olarak değerlendirilebilir. (Bu yaklaşım aslında romanın geneline yedirilmiştir. Demiralp?in önerdiği ?yazarın başkişisinin bilinci aşma durumu?nu da buna bağlayabiliriz. Atılgan, kendi karakterini sevip kolladığı ve gerçeklik içinde ele aldığı gibi, onunla biraz dalga geçip zaman zaman onu hafife aldığını da okura hissettirir) C.yi Aylak Adam?a dönüştüren bir başka psikolojik unsur da -ayrıca romanı başarılı kılan bir başka psikanalitik öğe- Aylak Adam ile Zehra Teyze arasındaki ilişkidir. Zehra Teyze, C.yi sarıp sarmalayan, C.yi sorgulama alışkanlığından kurtaran , onu dinlendiren, seven, özgürleştiren bir figür olarak C. için daima ?zihinsel bir kaçış umudu? olacaktır. Sıkıntılıyken, üzgünken, çaresizken C.nin Oidipus kompleksi nüksedecek ve C. teyzesinin kucağında yattığı o saadet dakikalarını anmaya başlayacaktır.
C.?nin babasıyla ve Zehra Teyze?siyle olan ilişkileri aynı zamanda büyük ölçüde Aylak Adam?ın karşı cinsle olan ilişkilerini de belirleyen etkenlerdir. Babası C.?nin aşk yaşamındaki neredeyse bütün hasarlardan sorumluyken, Zehra Teyze C.?nin her kadında arayacağı bir ruh olacaktı. C.nin kadınlarla yaşayacağı fırtınalı ilişkilerin bir başka sebebi de ?C.deki hastalıklı ?o? arayışı?dır. C.ye göre bu dünyada insanı sıkıntıdan kurtaracak, yaşamı anlamlı ve katlanılır kılacak tek şey O idi. O, gerçek aşk, yapmacıksız sevgi, Aylak Adam?ın imkânsızlıklarından bir diğeridir. Bu bağlamda ?O? da romanın önemli izleklerinden birini teşkil etmiş oluyor ve okur, ancak romanı bitirdikten sonra romanın açılış cümlesini anlayabiliyordu: ?Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi.?
?Aylak Adam? da elbette ?her romanda olduğu gibi- yan-izlekler, başka ilginç öğeler de mevcuttur. Bunlardan biri de ?garson?lar… Zamanının büyük bölümünü lokantalar, kahveler, pastaneler de geçiren Aylak Adam, roman boyunca da birçok garsonla muhatap olmak durumunda kalır. Ama Aylak Adam garsonları sevmez. Onların Aylak Adam?ı izleyişlerinden, Aylak Adam?a müşteri muamelesi göstermelerinden (ne de olsa Aylak Adam herkese benzemez), işleri icabı yalaka oluşlarından tiksinir. Ancak bir garson vardır ki; ?adamın ne bokun soyu olduğunu anlayıverir.? Ne var ki Aylak Adam onu arayıp bulmak istediğinde, adam yok olur, romandaki bir başka imkansızlığa, saf olumlunun erişilmezliğine dönüşür.
Romanda sıklıkla karşılaştığımız bir Aylak Adam yaftalaması da vardır: Elipaketliler. Bu tabir ile Atılgan orta sınıf mensuplarını kastederek, onların yaşayışlarına, ritüellerine, kültürlerine burun kıvırıp onları kıt birer imgeye ve ekonomik anlamlarının ötesinde hiçbir anlamı olmayan duygusuz bir kitleye dönüştürür. Şöyle söz eder C. onlardan: ?Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok.? Ne de olsa Aylak Adam kolaya kaçmaz, uyuşmaz, uylaşmaz. Peki bu anti-konformist kahramanın ?aylak? diye imlenmesi bir tezat değil midir? Yine mi dalga geçmektedir Atılgan kendi(siyle) yarattığı karakterle? Ya da Aylak Adam?ın sevgilisi Ayşe ?bütün sorun işsiz olmasında? diye düşünürken haklı mıdır?
Ancak her zaman da mutsuz değildir Aylak Adam. Bazen ?mesela sinemadan çıkınca- içi yaşama sevinciyle dolabilir. Böyle anlarda da Atılgan ?yaşama sevinci? dediğim duyguyu romantikçe abartmadan, öyle yalın ve etkili anlatır ki, Aylak Adam?ı da mutlu eden; her şeyin anlamlanması, cisimlerin yerlerini bulması, eksikliklerin yerinin dolması duygusu okuyucuya doğrudan nüfuz eder.
Şunların arasında sevilmeye değer birkaç kişi niye olmasın?
Vardı işte. Çocuklar, elmalar vardı.
Doğrusu böyle tatlı şakalar da olmasa, insan bu dünyada nasıl yaşardı?
Biraz da edebiyatımızın en ?cool? karakteri olarak incelemeye çalışalım ?Aylak Adam?ı? Fethi Naci, Aylak Adam ile ilgili inceleme yazısında ?düşleri kendilerine bir süre için gerçekleşmiş gibi geldiği için romanları seven okuyucular?a dikkat çekiyor ve Aylak Adam?ın bu tarz okurlar tarafından da beğenilebileceği ve böylece genç aydınların romanın bildirisini gözden kaçırabileceklerine işaret ediyor. Bu konuda Naci?ye katılıyorum. Zira Aylak Adam bir ?gençlik romanı? gibi de okunabilir. Hele ki berberlere konuşmamaları için para veren, sokakta karşılaştığı ilk kadını öpüveren, sigara içen dilencilere kafayı takan böylesine pervasız karakterler yaşıtlarım için -elbette benim için de- ilgi çekicidir. Gerçekten de Aylak Adam, bu yönüyle daima genç kalmayı başarabilmiş ve tazeliğini korumuş bir romandır. Ne var ki; yazımın sonlarına yaklaşırken, Aylak Adam?ın -ve ona benzer kimi başka figürlerin- Türk Gençliği?nce niçin görmezden gelinmiş, niçin gençlik için asla mesele teşkil edememiş ve ciddiye alınacak bir figüre/figürlere dönüşememiş olduğunu da sorgulatmak isterim… Amerikan üniversitelerinde yapılan bir araştırmaya göre, kampuslarda en çok okunan kitap J. D. Saliner?ın ?bizde Gönülçelen ve Çavdar Tarlasında Çocuklar isimleriyle iki farklı çevirisi bulunan- The Catcher in the Rye kitabıymış. Aylak Adam C.ye çok benzer ruh hallerinde gezinen The Catcher in the Rye?ın kahramanı Holden Caulfield, ülkesinde gençlik için sevimli bir karaktere dönüşebilirken, Aylak Adam, daha önce de belirttiğim gibi, Türk Gençliği?nin dikkatini fazla çekememiştir. Bu durumu, gençliğin kitap okumaya olan ilgisizliğiyle mi, yoksa hala feodal kahramanlara olan düşkünlüğüyle mi açıklamalı?
1957-1958 Yunus Nadi Roman Yarışması?na son anda katılabilir Aylak Adam. İhsan Bayram?a göre, son katılım tarihinin dolmasına saatler kala yetişir müsveddeler Cumhuriyet Gazetesi?ne. Sonuçlar açıklandığında ise Aylak Adam ikincilik ödülünü kazanır ve 1959?da da Varlık Yayınları tarafından basımı yapılır. Böylesine prestijli bir yarışmada ödül kazanmasına karşın, ortalama okuyucunun pek ilgisini çekmez roman. Hatta, dönemin sanat çevrelerinde bile pek ciddiye alınmaz, hakkınca irdelenmez. 1950lerin ve 1960lı yılların politik koşullarından etkilenilip sosyal duyarlılıklarla yazılmış toplumcu gerçekçi sanat anlayışı, Aylak Adam?ı görmezden gelir. O yıllarda, özellikle ?köy romanları? revaçtadır. Fakir Baykurt?un, Talip Apaydın?ın yazdıkları hem okunur hem tartışılır. (Burada Atılgan?ın da bir köylü olduğunu ancak ?köy edebiyatıyla? hiç ilgisi olmayan bir edebiyat geleneğini sürdürdüğünü hatırlamakta yarar var.) Bir de Orhan Kemal ile Kemal Tahir okunur ve Atilla İlhan?ın hafif grotesk kitapları dolaşır elden ele? Gerçi Orhan Duru?nun ve A dergisinin başını çektiği bir ?varoluş bunalımcıları? grubu da var, Yusuf Atılgan yalnız sayılmaz yani, ama Aylak Adam?ın gerçek hakkı ancak uzunca bir süreden sonra verilebilecektir (Fidan). Varlık Yayınları?ndan sonra 1974?te Bilgi Yayınevi tarafından, 1985?te İletişim Yayınları?nca ve 2001 yılında da Yapı Kredi Yayınları tarafından basılıp satışa sunulan ?Aylak Adam?, en yüksek satış değerlerine 2001 yılındaki basımından sonra ulaşmıştır. Bu durum, inanıyorum ki, YKY?nin kurumsal başarısı olduğu kadar, 1960lardaki Türk okuru profilinin 2000li yıllarda kendini daha bireyselci ve gerçekçi bir doğrultuda evirdiğiyle de ilgilidir?
Kaynakça
Atılgan, Yusuf (Ağustos 2001), Aylak Adam, İstanbul: YKY
Batur, Enis (Mayıs-Haziran 2000), Yusuf Atılgan: Bir Profil Denemesi, YKY Kitap-lık v.41, s.80-88
Bayram, İhsan (Mayıs Haziran 2000), Her Kötü Yazarın Aptal Bir Hayranı Vardır, YKY Kitap-lık v.41 s.116-117
Çotuksöken, Yusuf (Mayıs-Haziran 2000), Aylaklığı, Yalnızlığı ve Güzelliği Seven Adam, YKY Kitap-lık v.41 s.117-118
Demiralp, Oğuz (Mayıs Haziran 2000), Bir Ayrıntının Ardında, YKY Kitap-lık v.41, s.89-92
Demiralp, Oğuz (Eylül 1995) Okuma Defteri; Acılı Devinim İstanbul: YKY
Fidan, Fatma (Mayıs-Haziran 2000), Anayurt Oteli Üzerine, YKY Kitap-lık v.41 s.119
Gürbilek, Nurdan (1995) Yer Değiştiren Gölge; Taşra Sıkıntısı İstanbul: Metis Yayınevi
Moran, Berna (1995) Türk Romanına Eleştirel Bakış v.2; Aylak Adam?dan Anayurt Oteli?ne İstanbul: İletişim Yayınları
Naci, Fethi (2000) 100 Yılın 100 Türk Romanı; Yusuf Atılgan ? Aylak Adam İstanbul: Adam Yayınevi
Savlı, Pelin Özer (Mayıs Haziran 2000), Hacırahmanlı?daki Yalnız Ev, YKY Kitap-lık v.41, s.106-108
Tamer, Ülkü (Mayıs Haziran 2000), Kaplanın Yüreğindeki Kuş Tüyü Elmas, YKY Kitap-lık v.41, s. 112-113
Turan, Güven (Mayıs Haziran 2000), Atılgan?da Kıl-Tüy, YKY Kitap-lık v.41, s.100-104
Türkeş, A.Ömer (n.d) Bodur Minareden Öte; 13.10.2004, http://www.pandora.com.tr/sahaf/eski.asp?pid=30
“Varoluşun dayanılmaz aylaklığı” – Volker Kaminski
Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” adlı romanının ilk baskısı bundan yaklaşık 50 yıl önce yapıldı. 20. yüzyıl modern edebiyatına örnek teşkil eden kitap, şimdi de Almanca olarak kitapçılarda. Unionsverlag yayınevinin “Türk Kütüphanesi” dizisine eklediği romanı, Volker Kaminski değerlendiriyor.
Romanın baş karakteri C. sinirli, kavga etmekten hoşlanan, yontulmamış genç bir adam, uyumsuz bir “herif”. Kendisini “aylak” olarak nitelese de, bu aylaklığın hiçbir şey yapmadan, rahat geçirilen bir hayatla ilgisi yok; yaşadığı büyük şehrin sokaklarını ne yapacağını bilmez halde dolaşır, resim atölyelerinden tablolar satın alırken Ayşe ile tanışır.
Bu genç ressamla aralarında gelgitli bir aşk başlar. C. aynı zamanda bir sinema ve tiyatro tutkunudur. Çevresini eleştirel bir gözle inceleyen karakter, diğer insanların kendilerini “karıncalar misali” topluma uydurduklarını öne sürer.
Ancak romanı okuyanların kendi kendilerine sordukları soru ise, “C.’yi böyle yorulmaksızın hareketli İstanbul sokaklarında dolaşmaya, tramvayla bir o yöne bir bu yöne gitmeye ve bir yerlere varma amacı olmaksızın, o kahvehane senin bu kahvehane benim dolaşmaya iten nedir? sorusudur.
“Aylaklığın” sırrı
Atılgan’ın “Aylak Adam” adlı romanı Türkiye’de bir klasik. 1957 yılında ilk kez okurla buluşan roman, o dönemde farklı tepkilere neden olmuştu. Bir kesim yazarın “toplumsal boyutları gözardı ettiği, sadece bireyin yabancılaşmasına odaklandığı” eleştirisini getirmişti. Romanı günümüz için ilginç kılan da tam bu yönü.
Kitap, Antje Bauer’in mükemmel çevirisinin de katkısıyla, şaşırtıcı derecede modern bir roman izlenimi veriyor. Yazar C.’ye, hayatın yıprattığı, asi ruhlu bu genç adama, yoğunlaşarak hayatla bağları kopmuş bir insanın ayrıntılı portesini çiziyor. C. aylaklığını bir hayat tarzı olarak savunsa da boş boş dolaşmasının, içinde bulunduğu ruhsal duruma işaret ettiği ve bir sır taşıdığı romanın ilerleyen sayfalarında anlaşılıyor.
“O kadın”ı aramak
Atılgan üçüncü şahsın ağzından anlattığı romanında berrak bir dil kullanıyor. Bununla birlikte romana eklediği mektup ve günlük sayfalarıyla madalyonun diğer yüzünü C.’nin kız arkadaşları Ayşe ve Güler’in bakış açısıyla gösteriyor. Bir süre sonra okuyucu C.’nin aslında o kadını, gerçek aşkı aradığı ve peşinden tüm İstanbul sokaklarını dolaştığını öğreniyor. “O kadın”, C.’nin sokak kahvelerinde yoldan geçtiğini görmek için beklediği, onu bulduğu düşüncesiyle aniden masadan fırlayıp peşine düştüğü bir hayalet sanki?
C.’nin çalışmak zorunda kalmadan kendisini bu zaman alıcı uğraşa adayabilmesinin sebebiyse babasından kalan mal varlığı. Babası aynı zamanda C.’nin tuhaf takıntılarını anlamanın da anahtarı.
C.’nin elinde olmayan bu davranışların kaynağı çocukluğunda yaşadığı, hala atlatmadığı ve gizliden gizliye onu yöneten bir travma. Fanatik biçimde “o kadın”ı araması, Hitchcock’un aynı yıllarda, 1958’te yaptığı “Vertigo” adlı filmini anımsatıyor. Hitchcock’taki gibi, Atılgan’ın romanında da bu arayışın ardında ruhsal bir travma yatıyor. Arayış, okuru karakterin geçmişine götürüyor ve bu travmanın sebebinin anlaşılması romanın doruk noktasını oluşturuyor.
Antje Bauer’in mükemmel çevirisinin de katkısıyla, şaşırtıcı derecede modern bir roman izlenimi veriyor… C.’nin çocukluğunda yaşadığı bir olayı kız arkadaşı Ayşe’nin ağzından öğreniyoruz: Bir yaşındayken annesini kaybeden C. zengin bir emlakçı olan babası ve dünyada en çok değer verdiği kişi olan, annesi yerine koyduğu şefkatli Zehra Teyze’nin yanında büyür. C. bir gün içkiye ve kadınlara düşkün babasının Zeyra Teyze’yi baştan çıkarışına tanık olur. Babası, C.’nin kendilerini izlediğini fark edince sinirlenir ve oğlunu yaralar. O andan itibaren C. babasından nefret eder, hatta daha sonra öldüğünde rahatlar.
“O kadın”: Manevi miras
C.’nin şehrin sokaklarında huzursuz ve amaçsızca yaptığı yolculuk, bir felaketin ardından başlıyor. Bu olay, bugünkü okura yazarın ödipus mekanizmasını zoraki biçimde izlemesi gibi gelebilir, ama aslında benzer psikoanalitik motiflere dönem yapıtlarında sıkça rastlanıyor.
Felaketse şöyle gelişiyor: Askeri kariyere başlayan C. başarısız olunca kendini yolculuklara verir. Hayatında hep birşeyler yolunda gitmediğinde içkiye sığınır; aynı hiç de benzemek istemediği babası gibi. C. gerçek aşkı özlese de, kadınlarla ilgili takıntıları ve istem dışı sürekli “o kadın”ı araması, babasından kalan manevi bir mirastır ona.
Okur, C.’nin yaşadığı trajediyi, hayatını neden özgürce ve kendi istediği gibi biçimlendiremediğini ve “hâlâ neden huzur bulamadığı”nı romanın sonunda anlıyor.
İsviçreli Unionsverlag’ın bu heyecan verici, tek düze olmaktan uzak romanı “Türk Kütüphanesi”ne kazandırması övgüye değer. Almanca baskıya Yüksel Pazarkaya tarafından kaleme alınan bir sonsöz de eklenmiş.
Sonsöz, sadece Yusuf Atılgan’ın biyografisine ve eserine ilişkin bilgiler içermekle kalmıyor, aynı zamanda içeriğin kısa bir özetiyle okurun romanı yorumlamasına yardımcı olacak ipuçları da sunuyor.
Volker Kaminski, Qantara.de 2008, Almancadan çeviren Tuba Tunçak
“ALIŞMAKTAN KORKUYORDU?” – Hasan Uygun
http://mavimelek.com/aylak_adam.htm
Onun bir adı bile yok. İnsanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır çünkü. Doğar doğmaz, onun isteği ve iradesi dışında başkaları tarafından veriliyor. Ve ne yazık ki, yapışıp kalıyor da daha sonra ona. Hangi adla anılacağımıza biz karar veremiyoruz mesela. Bizim adımıza başkaları bu hakkı kullanıyor; ya da hayat rolümüzü biçmeye çalışıyor. Peki biçilen kalıp bünyeye ne kadar oturabiliyor?
Galiba pek oturmuyor, ama çoğumuz oturuyormuş gibi yapıyoruz nedense.
C., kendisine biçilen kalıba girmemek için direnen biri. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam isimli romanının muhalif karakteri C., toplum hayatındaki kanıksanmış birçok şey gibi, adını da sorgulayanlardan. Çocukluğundan itibaren babasının ona biçmeye çalıştığı hayat rolünü reddetmekle başlamış kendi rolünü oynamaya. Babasının hayat karşısındaki iki yüzlü tavrı, daha 5-6 yaşlarındayken tiksindirici gelmiş onun için. Ve sırf bu yüzden babasının her isteğinin tersini yapmaya çalışmış, babası hayatta olduğu süre içinde. Okumamasını, işin başına geçip para kazanmasını istemiş, ama o, okumayı tercih etmiş. Okumasını isteseymiş, okumayacağını da peşinen ifade ediyor ama romanda C.
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanında çizdiği C. karakteri, gerçek hayatta karşılığı çok az bulunan ayrıksı bir tip. Muhalefet adamın doğasında var; ama bu muhalefet aslında bakıldığında, sırf iş olsun diye yapılan bir muhalefet değil elbette. Günlük hayatın rutini içindeki delice koşuşturmamızda gözden kaçırdığımız, aslında durup biraz düşünsek asla onaylayamayacağımız ya da yanından ilgisizce geçemeyeceğimiz o kadar çok ayrıntı var ki? Peki bu kadar çok ayrıntıyı gözlemek kimin işi olabilir? Tabii ki aylak bir adamın. Babasından kalan miras sayesinde çalışmak diye bir kaygısı olmayan Aylak Adam C., sırf bu yüzden hayattaki rolüne anlam aramakla günlerini tüketen biri. Bir sinek gibi, umarsızca başkalarının kanını emen bir kene gibi, her şeyin parayla satın alındığı bir dünyada, bulunduğu her ortamda parasını konuşturan, parasıyla insanlara boyun eğdiren, ama yaptığı iğrençliğin de farkında olduğu için parasının satın alamayacağı şeyleri arayan iflah olmaz bir tip çizmiş Yusuf Atılgan, Aylak Adam romanında. Daha ilk satırlarında romanın, bazı anlarda insanın içine lök diye oturan, gerçek anlamda hissedildiğinde sıkıntının doruğuna çıkaran, o insanın kendini ayması duygusundan bahsediyor yazar. Hani kalabalık bir sokakta, bir anda sokakta bulunan herkesle ilgimizi kesip kendimize dönebildiğimiz kısacık anlardan. İşte o zaman bir ayrıntı beliriyor gözlerimizin önünde. O ayrıntı, bize hayatın gerçek yönünü gösteren, içinde bulunduğumuz illüzyonu kafamıza kalın bir sopayla vurulmuş gibi hatırlatan, travmatik bir ayrıntıdır aslında.
“Ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz.”*
Böyle isyan ediyor C., hayat karşısındaki zorlama tavırlarımızı gördüğü zaman. Oysa zorlama tavırlar içinde, taktığımız maskenin de güveniyle salındığımız sokaklar o kadar çok ayrıntı barındırıyor ki; hiç dikkat etmeden yanından sıyırıp geçtiğimiz aslında bizim hayatlarımız.
İnsana odaklanmış bir roman Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı. Olabileceği en dışa kapalı haliyle, kendi dünyasının bulantısında çırpınan naif, zayıf ve hastalıklı insana. Tam da bu nedenle, varoluşçu bir kaygıyla yazılmış bir romandır diyebiliriz Aylak Adam için.
Ayrıntıların insanı C.’de, Sartre’ın romanlarında çizdiği karakter özelliklerinin tümünü de görmek mümkün. Tıpkı Bulantı’da olduğu gibi, Aylak Adam’da çizilen karakter de sürekli bir sıkıntı, tiksinti, bunalmışlık içindedir. Dışarıdan ona verilen, onun isteği ve iradesi dışında dayatılan hayat o kadar sıkıcıdır ki; sırf üç oda bir mutfak ve üç-dört tane çocukla kurulan beraberliklerden tiksindiği için, hiçbir kadınla sonuna kadar bir birliktelik ilişkisi kuramıyor. Rol yapamıyor sevmeye çalıştığı kadınlara karşı. Çünkü, “Alışmaktan korkuyordu. Böyle giderse bu masa sevgilerinin kutsal yeri olacaktı. Bir yerleri olması kötüydü. Sonra insan kendinin değil, o yerin isteğine uygun yaşamaya başlardı.”**
Nice evlilikler vardır, ilk tanışılan yerin nostaljik bir duyguyla anıldığı. Ya evlilik yıldönümleri, sevgililer günü, arkadaş, aile, dost-akraba ziyaretleri? Acaba kaç tanesini yaparken içimizde bir sıkılmış, iki yüzlülük duygusu hissetmiyoruz? Belki birçoğumuzda bu duygu vardı. Ama bunu ifade etmek bir yana, pek çok kez bu duyguyu adlandırma gereği bile duymadan, yokmuş gibi davranmayı toplumsal rollerimize daha uygun buluyoruz.
Derdini yalın ifadelerle açıklamaya çalışan, ama kafası sürekli karmaşa içinde olan bir adamın süre giden monologları da diyebiliriz Aylak Adam için.
“Bu mavi boşlukta etimiz bile sonuna dek sevişemiyor. Çünkü bu ses geçmez, ışık sızmaz odada bile başkaları bizimle birlik.”***
İnsan kafasının içindekileri gittiği her yere götürüyorsa, başkalarını aklından çıkaramıyorsa bir türlü, onlar aynı zamanda onun için bir gözetmene de dönüşmüyor mu? Bu gözetlenmişlik duygusu, Orwelvari bir “Big Brother” tasavvuru gibi olmasa bile, başkasını duyumsamanın verdiği ağırlık, hissedebilen için katlanılması zor bir şey olsa gerek. Katlanmak da C.’nin literatüründe olmayan bir kelime. Hayatı, hissettiği biçimiyle yaşamak istiyor. Tabii bunun da bedeli daha çok yalnızlaşmak ve giderek hiçbir şeyden tat alamamak oluyor ki, böyle anlarda insanın sol şakağı katlanılmaz bir ağrıyla sancır. C., yaralandığı her sahneden derin bir acıyla başka bir sahneye geçiyor. Şakağındaki sancıyı hafifletmek için sıkça alkol alıyor, fakat bunun nedenini öğrenmek için de doktora gitmeyi reddediyor. Beynindekinin belki bir ur, ölümcül bir hastalık olabileceğini bile bile ölmeyi de umursamıyor.
Anlatılması gerçekten zor bir karakteri canlandırmış Yusuf Atılgan Aylak Adam romanında. Varoluşçu romanın duvarında önemli bir yere ustalıkla yerleşmiş, göz alıcı bir tuğla gibi, görmezden gelinemeyecek, ama görmek için de bakmayı ve çabayı gerektiren bir roman.
***
Bu aralar tekrar okuma ihtiyacı hissettiğim bu kült roman, bir başka kült kitapta, Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” isimli öykü kitabında çizilen “Beyaz Mantolu Adam”la da paralellikler içeriyor. Betül Tarıman’ın, Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam” öyküsünü odağa aldığı deneme yazısıyla bu sayımızın da konseptini oluşturan varoluşçu yazın; ayrıntıya, aykırıya, ayrıksıya gönül vermiş MaviMelek’in en çok işlediği konulardan. Ancak kendimizi tek bir bakış açısıyla da sınırlamış değiliz elbette.
31. sayımızda da varoluşçu yazının yanı sıra, pek çok farklı edebi yaklaşımı barındıran, ama odağında insan olan eserler var. Kendimizi anlama yolculuğunda bize katılan tüm yol arkadaşlarına sonsuz sevgiyle?
*Yusuf Atılgan, Aylak Adam ; s. 11. YKY-2008
*A.g.y.
*A.g.y.
http://mavimelek.com/aylak_adam.htm, Sayı: 31, Yayın tarihi: 25/10/2008
Aylak Adam / Yusuf Atılgan
Yapı Kredi Yayınları
159 sayfa, Şubat 2007
Tanıtım Yazısı
“Yusuf Atılgan (1921-1989), roman ve öykülerinde unutulmaz karakterler ve edebi bir tarz yarattı. Türk romancılığında modern anlatımın en iyi örneklerini verdi. Hayata hep “karşı” kıyıdan baktı. Yapıtlarında psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık temalarını ustalıkla işledi. Fanatik bir okur kitlesi oluşturdu. Tamamlayamadığı son romanı Canistan ise ilk kez okuruyla buluşuyor. Yusuf Atılgan şimdi tüm yapıtlarıyla YKY’de. 1921’de Manisa’da doğan Yusuf Atılgan İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü 1944’te bitirdi. Bir yıl öğretmenlik yaptıktan sonra Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne yerleşti ve çiftçilik yapmaya başladı. 1976’da İstanbul’a yerleşti. 1980’den sonra Milliyet (daha sonra Karacan) Yayınları’nda danışmanlık ve çevirmenlik, kısa bir süre de Can Yayınları’nda redaktörlük yaptı. 9 Ekim 1989’da, üzerinde çalıştığı Canistan adlı romanını bitiremeden, geçirdiği bir kalp krizi sonunda Moda’daki evinde öldü. Yusuf Atılgan 1955’te Tercüman gazetesinin öykü yarışmasında “Evdeki” öyküsüyle (Nevzat Çorum adıyla) birinci, “Kümesin Ötesi” adlı öyküsüyle (Ziya Atılgan adıyla) dokuzuncu oldu. İlk romanı Aylak Adam 1957-1958 Yunus Nadi Armağanı’nda ikincilik ödülünü aldı ve kitap 1959 yılında Varlık Yayınları arasından çıktı. 1973’te yayımlanan Anayurt Oteli adlı romanını Ömer Kavur 1987’de film yaptı ve film çok ses getirdi.
Her şeye “karşı” duran, “karşı” çıkan, “karşı” olan bir adam… Aylak Adam… Bir adı bile yok. “C.” diyor Yusuf Atılgan kısaca. İnsan her şeye bunca “karşı”yken kendine de “karşı” olmadan nasıl sürdürebilir bir “karşı” yaşamı? C., sıradanlığa, tekdüzeliğe, alışılmışın kolaycılığına hiç mi hiç katlanamıyor. Hem farklıyı, hem doğru olanı arıyor. Çabasının boşuna olduğunun da farkında üstelik. Zor bir karakter, zor bir yaşam, yalın bir roman.”
Yusuf Ziya Atılgan’ın Hayatı
Yusuf Ziya Atılgan, 27 Haziran 1921?de, Kurtuluş Savaşı?nın devam ettiği yıllarda Manisa?da dünyaya gelir. Annesi Avniye Hanım, babası ise aşar memuru Hamdi Atılgan?dır. 1922 yılının Eylül?ünde Yunanlılar kaçarken kenti yaktıklarında evleri de yanar ailenin; babası Manisa?nın Hacırahmanlı köyüne yerleşmeye karar verir. Önce bir bakkal dükkanı açar, daha sonra birkaç tarla edinir.
İlkokul 3. sınıfı köyde bitirir Yusuf Atılgan. Daha sonra ninesiyle birlikte Manisa?ya döner, ilk ve ortaokulu burada tamamlar.
1936 yılında Manisa?da lise yoktur henüz, babasını zar zor ikna eder; Balıkesir Lisesi?ne parasız yatılı olarak girer. İngilizce öğretmeni Türk solunun en önemli isimlerinden Behice Boran?dır.
Edebiyat merakı da bu yıllara rastlar; okumaya tutkundur. Manisa?da Muradiye Kitaplığı?nda başladığı ?her romanı okuma? merakı, Balıkesir?de kiralık kitap veren bir dükkanda devam eder. Yaşamı boyunca da ödünç kitap alan, aldığı kitabı okuyunca geri veren bir yazar olarak nam salar Atılgan. Belki de bu nedenle ondan geriye görkemli bir kütüphane kalmaz.
Eline kalemi alması da bu yıllara rastlar; şiirler, hikayeler… Hatta bir de roman yazmaya başlar.
Yusuf Atılgan, kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle anlatır bu yılları: ?Lisedeyken kimseye göstermeden şiirler, hikayeler yazdım. Son sınıfta konusu köydeki bir cinayetle ilgili bir romana bile başlamıştım. O zamanlar sarakaya alınmaktan korkardım. Artık hemşehrilerimin ?Hele bak sen! Bunca yıl oku da… Yazık oldu Hamdefendenin paracıklarına? der gibi kıs kıs gülmelerini umursamıyordum.?
Edebiyat bölümünden mezun olduğu liseden sonra İstanbul?a gider Yusuf Atılgan. 1939 yılında İstanbul Üniversitesi?nde Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne başlar. Lise yıllarında okumayı ve yazmayı seven Atılgan?ın edebiyat fakültesine girme amacı ise yazar değil, öğretmen olmaktır.
TANPINAR ETKİSİ
Üniversite öğrenciliği yıllarında da sürer okuma tutkusu. Yaşamında ve yapıtlarında her zaman önemli bir yeri olan sinemayı da ihmal etmez. Dersten çıkıp Beyoğlu?na, kaçırdığı filmler varsa Karagümrük?e, Çarşıkapı?ya kadar gider.
Yolunda seyreden bir üniversite hayatı vardır. Edebiyat Fakültesi?nde Ahmet Hamdi Tanpınar ve Halide Edip Adıvar?ın yanı sıra Ragıp Hulusi ve Raşit Arat gibi önemli hocalardan ders alır. Atılgan, Halide Edip Adıvar?ın birlikte çeviri yaptığı öğrenci grubundadır. ?Hamlet? çevirileri Şehir Tiyatroları?nda sahnelenir.
Ahmet Hamdi Tanpınar ise Yusuf Atılgan?ı en çok etkileyen hocalarındandır. Tanpınar?ın derslerine çok önem verir Atılgan. Onun öğrencisi olmanın yazarlığındaki izdüşümünü şöyle dile getirir:
?En büyük şansım üç yıl Ahmet Hamdi Tanpınar?ın öğrencisi olmam. Örneğin Recaizade?den Proust?a, Gide?e, iyi müziğe atlayarak anlattığı derslerin ve ara sıra özel konuşmalarımızın yazarlık mizacımda büyük etkisi olduğuna inanıyorum.?
Bu arada edebiyatla ilgilenen öğrencilerin yaptıkları, felsefe, edebiyat ve politika konuşulan ?sobabaşı sohbetleri?ne katılır. Zaman zaman aralarında Ahmet Caferoğolu, Ali Nihat Tarlan, Fahir İz?in bulunduğu hocaları da gelir bu toplantılara. Hatta Yahya Kemal bu toplantılardan birine katılır ve onlara şiirler okur.
Üniversitenin ikinci yılında babası kendisine para gönderemeyeceğini bildirir. Bunun üzerine Atılgan, Yüksek Öğretmen Okulu?na başvurur. İkinci sınıftaki bir öğrenciyi kabul edemeyeceklerini söyleyince, Askeri Öğretmen Okulu?na kaydolur.
KOMÜNİST PARTİ ÜYESİ
Atılgan, II. Dünya Savaşı?nın devam ettiği yıllarda üniversitededir, bu dönemdeki öğrenci birliklerinin faşizm karşıtı görüşlerini paylaşır. Üniversite yıllarında arkadaşı olan Vedat Türkali, Kitap-lık dergisinde Pelin Özer Savlı ile yaptığı söyleşide üniversite yıllarında Atılgan?ın Türkiye Komünist Partisi?ne girerek, İleri Gençler Hareketi içinde yer aldığını aktarır.
1944 yılında öğretmen okulunu bitirince, Akşehir?de bulunan Maltepe Askeri Lisesi?nde edebiyat öğretmenliğine başlar. Ancak, burada öğretmenlik yaparken öğrenciliği sırasında Komünist Partisi?ne katılarak faaliyette bulunduğu gerekçesiyle İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından Ceza Kanunu?nun 141. maddesi uyarınca hapse mahkum edilir Atılgan. Altı ay Sansaryan Han?da, dört ay da Tophane Cezaevi?nde olmak üzere on ay hapis yatar; ordudan da ihraç edilir, öğretmenlik hakkı elinden alınır.
Artık öğretmenlik yapamayacaktır, yaşamı boyunca taşır içinde bu hasreti. Yıllar sonra Refik Durbaş?ın kendisine yönelttiği ?Dünyaya bir daha gelseydin yine roman mı yazmak isterdin?? sorusuna ?Öğretmen olmak isterdim. Öğretmenliği çok sevmiştim? yanıtını verir.
1946 yılında cezaevinden çıktıktan sonra Manisa Hacırahmanlı?ya, anne-babasının yanına yerleşir. Solla organik bağını da henüz hapishanedeyken koparır. Ama ayda bir Manisa Karakolu?na gidip ?Ben buradayım? demek zorundadır…
1947?de babasının ölümüyle işleri devralır, çiftçilikle uğraşır. 1949?da annesine yardımcı olan yoksul köylü kızı Sabahat ile evlenir. Bu evlilik 1962 yılına kadar sürer.
Çiftçilikle uğraştığı süre içinde, doğduğu köyün spor kulübünün de kurucuları arasında yer alır Yusuf Atılgan. Kendisi de oynar takımda, maçtan sonra da formaları evine götürüp karısına yıkatır.
1952?de topraklarını işletmeyi ölene kadar arkadaş kaldığı Akif Taşçı?ya bırakır, okuma-yazma tutkusu depreşmiştir çünkü.
ÖDÜLLERLE GELEN İMZA
Köyde hemen her gün kahveye uğrar, briç, bir de satranç oynar. Kahvede oyun, sahada futbol oynamaktan, sık sık film seyredip, sayısız kitap okumaktan başka yaptığı bir iş daha vardır: öykü yazmak. Ancak yazdıklarını yalnızca kayınbiraderi Nevzat Çorum?a ve arkadaşı İhsan Bayram?a okutur.
Bir gün yakınlarının da ısrarıyla ?Evdeki? ve ?Kümesin Ötesi? adlı öykülerini Tercüman gazetesinin 1954 yılında açtığı öykü yarışmasına gönderir. Fakat Yusuf Atılgan adını kullanmaz bu öykülerde…
?Evdeki? öyküsünü Nevzat Çorum, ?Kümesin Ötesi? adlı öyküsünü ise Ziya Atılgan imzasıyla yollar gazeteye. ?Evdeki? öyküsüyle birinciliği, ?Kümesin Ötesi? ile dokuzunculuğu kazanır; ikinci seçilen öykü ise Erdal Öz?e aittir.
Ancak Atılgan gidip ödüllerini almaz. Gazete 19 Ekim 1955 tarihli sayısında durumu şöyle bildirir okurlarına: ?Birinciliği kazanan Nevzat Çorum?un resmi hala gazetemize gelmediği için kendisini memleket efkarına henüz tanıtabilmiş değiliz.? Ve ertesi gün neşredilir gazetede ?Evdeki?.
Bu, Atılgan?ın yayımlanan ilk öyküsü olur. Ama onu köyden çıkarmaz bu ödül, ortaya çıkmayan bir yazar olarak devam eder yaşamına. O sıralar, sonraları adını duyuracağı ?Aylak Adam?ı yazıyordur. Sonunda roman biter; hem de 1958 yılında Yunus Nadi Roman Yarışması?na katılma kararı verince, ona yetişmek için biter.
Son başvuru gününün son saatinde yetiştirilir ?Aylak Adam? yarışmaya ve ikincilik kazanır. Birinciliği Fakir Baykurt almıştır ?Yılanların Öcü? romanıyla… Buradan kazandığı iki bin lira ödülle, köyde yıkılan duvarını yaptırır Atılgan. Yarışmayı düzenleyen Cumhuriyet gazetesi birinci ve üçüncü olan romanları tefrika ettiği halde, ?Aylak Adam?ı yayımlamaz. Tefrika edilecek bir roman değil diye düşünmüşlerdir, Yusuf Atılgan ise gazetenin romanın özetini nasıl vereceğini merak eder hep.
?Aylak Adam?, 1959 yılında Varlık Yayınları tarafından yayımlanır. İlk kazandığı telif ücretidir yazarın: 600 lira.
Hemen ertesi yıl ise ?Bodur Minareden Öte? adlı öykü kitabı gelir.
İÇ SIKINTISI
?Evdeki? ve ?Kümesin Ötesi?ndeki karakterler taşrada olmanın verdiği kıyıda, köşede kalmışlığı, taşranın sıkıntısını ve buradaki dar yaşamın ağırlığını taşır. ?Aylak Adam? ise ?kaldırımlarından kalabalıkların taştığı? kentin romanıdır ve kentli bireyi yansıtır. Kentin bütün uğultusunu, kalabalıklığını ve karmaşasını yüklenir.
Kent, köy ve kasaba Yusuf Atılgan?ın edebiyatında önemli bir yere sahiptir. ?Bodur Minareden Öte?; ?Kasabadan?, ?Köyden? ve ?Kentten? adlı bölümlerden oluşur. Kentte veya taşrada olmanın değiştirmediği ya da değiştiremediği şeyler vardır bu metinlerde; karakterlerin iç sıkıntısı, yaşamlarında hissettikleri darlık; bunlardan kurtulma isteği…
KÖYLE KENT ARASINDA
Yaşamı hem köyde hem kentte geçen Atılgan, bu iki farklı coğrafyanın özelliklerini kendi karakterine olduğu kadar edebiyatına da yerleştirir.
Enis Batur, ?Yusuf Atılgan, Bir Profil Denemesi? adlı yazısında Yusuf Atılgan?ın ?köylülüğü? ve ?kentliliği? konusunda şunları söyler: ?İçinden çıkamadığım konu onun ne kadar ?köylü? olduğuydu. Gün geldi onu güldürdüm. ?Mitolojide bile senin gibi bir yaratık yoktur: Bir yarın köylü, öbür yarın neredeyse megapoliten?. (…) Aynı saydam kaba dökülmüş, ama birbirine kesinkes karışmayan iki farklı sıvıdan oluşan bir bütün gibiydi. Köylü yanı kentli yanına karışmamıştı. Onun için kendi köyünün bile yabancısıydı, tıpkı Ankara?nın, İstanbul?un hiçbir biçimde yerlisi olmadığı gibi.?
Atılgan?ın karakterindeki bu her iki tarafa yabancılık; metinlerinde, karakterlerin edebiyata özgü yabancılığına dönüşür.
?Evdeki?nin ?evde kalmış kızı? sorar: ?Neden bu daracık kasabadayız biz? Yoksa bütün dünya böyle mi? Kitapların dediği yalan mı??.
Alegorik bir öykü olarak okunabilecek olan ?Kümesin Ötesi? öyküsünün tavuğu ise içinde bulunduğu kümesin ve duvarların ötesini merak eder, bu kümesin verdiği darlığı aşıp kocaman avlulara ulaşma isteğiyle yanıp tutuşur.
Ancak şunu vurgulamak gerekir: Yusuf Atılgan?ın metinlerinde sadece mekânın sınırlılığı değildir bu sıkıntıyı ve arayışı körükleyen. Her iki öyküde de arzulanan; bir bakıma ?güdük?, kalıplaşmış bir yaşamdan kurtulmak, ?başka bir yaşam?ın olanaklarını düşleyerek ona ulaşmaktır.
?YA YAŞAR YA ARAR?
Bu ?dar? yaşamın yarattığı sıkıntı, bir evin ya da kümesin duvarları arasında değildir sadece. Kentin en işlek sokaklarında, kahvelerde, meyhanelerde, insanlar arasında geçen ?Aylak Adam?ın da tam merke-zindedir bu kıstırılmışlık ve sıkıntı.
Şu cümlelerle başlar ?Aylak Adam?: ?Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi?.
Kalabalık kaldırımlar ve iç sıkıntısı bir aradadır burada. Çünkü bu kıstırılmışlığı ve yaşamın güdüklüğünü yaratan, toplumun ikiyüzlü değerleri ve sahtelikleridir.
Romandaki bu ilk cümleler şöyle devam eder: ?Bu sıkıntı garsonun yüzündendi. Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm: Gülmekten değil, sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem eli elime yapışacaktı. Vermedim.?
?Aylak Adam?ın C.?sine yüzündeki gülümsemenin sırnaşıklığı ve yılışıklığıyla garsonun hatırlattığı sahteliklerdir bunlar. Bu nedenle kendi deyişiyle ?ya yaşar ya arar? C.
KISTIRILMIŞ YAŞAMLAR
Kalabalıklar içinde kendisinin ?O? dediği, hayatındaki sıkıntıyı, boşluğu gidereceğini düşündüğü kadını arayarak ve ?dünyanın en zor işini? -aylaklığı- yaparak dolaşır kentin sokaklarında. Çünkü sahtelikler, ikiyüzlülük, diğerlerinin yaşamlarını bütünüyle ele geçirmiş geçici ilişkiler ?iki kişilik bir toplum?da kurulacak ?gerçek?, ?yapmacıksız? sevgiyle aşılabilir ona göre…
Ancak ?Aylak Adam?ın aradığı ?O?; aslında annesinin yerini almış olan teyzesinin karşılıksız, başkalarının varlığını dışlayan ve gerçek sevgiyle yaşattığı mutluluğu ona tekrar yaşatabilecek bir kadındır. Yani anneyle kurulan imgesel bütünlüğün peşindedir C. Bir ?imkansızlığın? peşindedir bir bakıma…
Güler ya da Ayşe bir ?çözüm? değildir bu nedenle. ?Birey?in istekleriyle ?toplum?un vadettikleri arasında bir uçurum vardır çünkü. Sinema önünde bekleyen ve şaşı gözleri nedeniyle teyzesine benzettiği bir hayat kadınında dahi bu karşılıksızlığı ve mutluluğu arayacaktır C.
?Gerçek yaşam?ın, yaşanan günün vadettikleri ise şu cümlede yankılanır: ?İşte yaşanan gün buydu. Kadın onun sapıklığından kuşkulanıyordu.?
Kentin sokaklarındaki ikiyüzlülükten, sahtelikten ve geçicilikten arınmış ?gerçek?, ?kalıcı? ve ?sahici? olanı arayış; bir imkansızlığın ifadesiyle son bulur böylelikle. Dar, kıstırılmış yaşam kaçınılmazdır.
?Bodur Minareden Öte?nin ?Kentten? bölümünde yer alan öykülerden ?Bodur Minareden Öte?nin dışındaki bütün öykülerin adları bu kıstırılmışlığı ve imkansızlığı ifade eder: ?Yaşanmaz?, ?Atılmış?, ?Çıkılmayan?…
Yusuf Atılgan ?Aylak Adam?ı C.?nin intiharıyla bitirmeyi düşünür, ancak fazla ?dramatik? olur endişesiyle vazgeçer bundan. İntihar, hem de en sarsıcı anlatımıyla ?Yaşanmaz? öyküsüyle çıkar ilk olarak Atılgan?ın yapıtlarında.
?Yaşanmaz?ın ilk paragrafında şu cümleleri okuruz: ?Dayanamayacaktım. Kahredici bir sıkıntı vardı içimde. Birden hatırladım. Eve varınca kendimi öldürecektim. Rahatladım.?
KENTTEN YERALTINA
Sokakta sebebini bilmediği bir şeyden ötürü yumruk yiyip yere düşen karakterin, biri kendisini kaldırmaya çalışırken içinden geçirdiği, büyük bir soğukkanlılığı barındıran cümlelerdir bunlar. Öykünün sonunda ise kendisine yardım eden, ?öteki?lerden farklı, ?onlar?a değil kendisine benzeyen biri olarak gördüğü bu adamı bir havaneliyle öldürür öykü kişisi.
?Yaşanmaz?; ?Havanelini sağ elime aldım. Bütün gücümle vurdum başına. Yüzükoyun düştü. Odayı korkunç bir gürültü kapladı. Nice sonra döşemeye kan aktı. Öylesine yeğindim ki hop desem uçacaktım; sivrisinek gibi. Şimdi kendimi öldürebilirim? cümleleriyle biter. Atılgan havanelini bundan 13 yıl sonra ?Anayurt Oteli?nde bir kez daha çıkaracaktır okurun karşısına.
İntiharı, şiddeti, ?karanlığı? hatta ?kötülüğü? çok daha sert olarak göreceğimiz Yusuf Atılgan metni, yazarın uzun süren suskunluktan sonra yayımladığı ?Anayurt Oteli? (1973) olur. Dostları bu suskunluk sırasında hep sorarlar: ?Neden yazmıyorsun?? Cevabı ?Bunalım içindeyim, şimdi yazarsam kapkara şeyler yazarım? olur, ?Bol bol da Kafka ve Proust okuyorum şu sıralar?. Ve ?Anayurt Oteli?yle bunalımının bir bölümünü Zebercet?e aktarır yazar.
Zebercet gibi ?Anayurt Oteli? de gerçekten vardır Atılgan?ın hayatında. Manisa?da evleri yandığında kaldıkları oteldir bu; Anavatan Oteli. Daha sonra babasıyla her Manisa?ya gittiğinde burada oda tutarlar; hatta kardeşi Turgut Atılgan ortaokul son sınıfı bu otelde kalarak okur.
Otelin sahibi Ahmet Efendi?nin oğlunun adı ise Zebercet?tir. Bilgi Yayınevi?nin sahibi Ahmet Küflü?nün önerisiyle vatan ?yurt?a dönüşür romanın adında, Zebercet ise Türk edebiyat tarihine geçer.
Romanda ?Aylak Adam?daki kentin sokakları, kalabalığı ve gürültüsü gitmiş; yerini otelin sessizliğine, otelin katibi Zebercet?in kurulmuş düzenine bırakmıştır. Ahmet Oktay?ın şizofrenik dediği, Hilmi Yavuz?un ise ?mastürbasyondan homoseksüelliğe, fetişizmden, hayvana cinsel ilgiye, bir dizi sapık eğilim sergilediğini? söylediği Zebercet vardır karşımızda artık.
Kentten ?yeraltı?na inilmiştir. Pek çok tekinsizliğin, en çok da insan ruhunun tekinsizliklerinin görünür olduğu bir yere… Öyle ki sokaktaki ağaca asılı, otelin bulunduğu yönü gösteren levha dahi yeraltını işaret eder.
Zebercet?in ?yeraltı?ndaki yaşamı, gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının otelde kaldığı geceye kadar farkındalıktan uzak, belirli bir düzene bağlı ?uyurgezer? bir yaşantıdır. Aylak adamın ?O?nu arayışı, yerini bekleyişe bırakır burada.
Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadından sonra yavaş yavaş bu düzenin çatırdadığı bir bekleyiş ve onun gelmeyeceğini anladığı zaman da bir arayış başlar Zebercet için. Zebercet, eskiden belirli işler için, belirli süreler çıktığı otelden sık sık çıkar; her sabah belli bir saatte uyandırdığı temizlikçi kadını uyandırmaz, düzenli olarak gittiği berbere gitmez, sigara içmeye başlar.
İKİNCİ KEZ HAVANELİ
Otelde kalan bir çiftin odasından gelen seste olduğu gibi ?Nasıl seninim? diyen birini bekleyecek ve arayacaktır romanın sonuna kadar. Ancak gerilimli bir bekleyiştir bu, hem Zebercet hem de okur için. Zebercet istese de geri dönemez eski yaşamına; eskilerini giyemez, kadının gelmesinden sonra kestiği bıyıklarını bırakamaz bi daha.
Bu durum, Zebercet?in oteli kapatmasına, hatta oteldeki ortalıkçı kadını boğarak öldürmesine kadar sürüp gidecektir. ?Yaşanmaz?daki havaneli bir kez daha karşımıza çıkar burada. Bu kez Zebercet?in intiharını hazırlamak için kullandığı bir araç olarak…
Romanın sonunda ipi boynuna geçirdikten sonra araba kornaları, tren ve fabrika düdükleriyle ?dışarının çağrısı?na bir an da olsa kulak verir kahraman. Ancak şu iç kanırtıcı cümleyi söyleyecektir burada: ?Dayanılacak gibi değildi bu özgürlük?. Zebercet?in tek sığınağı otel yok olmuştur, bütün düzeni altüsttür. Otelin dışındaki yaşam ise onun dayanamayacağı kadar özgürdür.
ÖTEKİLERİN CEHENNEMİ
Yusuf Atılgan?ın başyapıtları diyebileceğimiz ?Aylak Adam? ile ?Anayurt Oteli?nin kişileri hakkında eleştirmenler tarafından pek çok inceleme ve çözümleme yapılır. Hem C. hem de Zebercet için başkaları birer cehennemdir. ?Ötekiler?le sorunlu bir ilişkileri vardır her iki karakterin de; üstelik cinselliği de bütün tekinsizlikleriyle yaşarlar.
Atılgan karakterlerindeki cinselliği şöyle vurgular: Köy çocukları çok küçükken bile cinsellikle iç içedir. Hayvanlarla sık sık karşılaşmak, kızlı oğlanlı evcilik (karı-kocalık) oyunları falan. Yazılarımda cinselliğin ön planda oluşu, cinselliği önemsemem belki buradan geliyor?.
C. ve Zebercet karakterleri varoluşçuluktan psikanalize, James Joyce ve William Faulkner?dan modern dünya edebiyatının ve sinemasının diğer yapıtlarına uzanan geniş bir yelpazede değerlendirilmiştir. Enis Batur, ?Anayurt Oteli?yle William Faulkner?ın ?Ses ve Öfke? romanı ilişkisi üzerinde durur, Hilmi Yavuz ise romanla Liliana Cavani?nin ?Gece Bekçisi? filmi arasında birtakım koşutluklar saptar.
Ülker Onart ise, ?Anayurt Oteli? için ?Türk yazınının ?lanetlenmiş? romanlarından biri? tanımını yaparak, romanı varoluşçu edebiyatın temel sorunsalları olan ?özgürlük, olanak, eylem, neden, suç ve sorumluluk? bağlamında irdeler.
YARIM KALAN ROMAN
?Anayurt Oteli? romanının yayımlanmasından üç yıl sonra Atılgan?ın yaşamında önemli bir değişiklik olur. 1976?da tiyatro oyuncusu Serpil Gence ile evlenip İstanbul?a yerleşir; bu evlilikten Mehmet Hamdi adında bir oğlu gelir dünyaya.
Yazar İstanbul?da yaşamını yayınevlerinde aldığı görevlerle kazanır. 1980?den sonra Ülkü Tamer?in isteğiyle ileride Karacan Yayınları adını alacak olan Milliyet Yayınları?nda danışmanlık ve çevirmenlik yapar. Daha sonra kısa bir süre Can Yayınları?nda redaktörlükle uğraşır.
Bir dönem şiir de yazar Yusuf Atılgan. ?Ölü Su? adlı şiiri 1978 yılında Yazı dergisinde, ?Ayrılık? adlı şiiri ise 1980 yılında Milliyet Sanat dergisinde yayımlanır.
Son çalışması ise adını ?İşkence? koymayı düşündüğü, 2000 yılında ?Canistan? adıyla yayımlanan, tamamlanmamış son romanıdır. Bu romanında ?Anayurt Oteli?nde olduğu gibi yine ?taşradan? seslenir Atılgan. Bu sefer daha da zorlu bir konuyla, insanın bütün kötücüllüğünü ortaya seren bir izlekle uğraşır: İşkence.
Bu sırada sıkıntılı bir yazma süreci geçirir yazar; bir türlü ilerleyemediğini söyler çevresindekilere. Enis Batur?a ?Çok düzayak gidiyor? der sözgelimi.
Zaten kolay yazan biri değildir; yazdığı her cümlenin üzerinde uzun uğraşlar verir. Bir söyleşisinde bunu ?Çok hızlı yazan biri değilim. Arkadaşların bana önerisi, çalakalem yazıp ondan sonra üstünde durmak. Ben bunu yapamıyorum. İlk ağızda yazdığıma son halini vermek için uğraşırım? sözleriyle dile getirir. Hatta güç yazmasının nedenini Halikarnas Balıkçısı?na bile bağlar: ?Halikarnas Balıkçısı?nın kendi hikayelerini Sait Faik?inkilerden daha güzel bulduğunu okuduğumdan beri daha da güç yazıyorum?.
İşkence altında ölümü anlattığı ve duruşma, yargıç, tanık, sanık bölümlerinden oluşmasını düşündüğü ?Canistan?ın sanık bölümünü yazamadan, 9 Ekim 1989?da kalp krizi geçirerek hayatını kaybeder. Kendisinin yayımlandığını gördüğü son yapıtı ise Gergedan dergisinde çıkan ?Eylemci? adlı öyküsü olur.
TİTİZ BİR YAZAR
Titiz bir yazardır ve kendisinin koymak istediği adıyla ?İşkence?yi, yayımlanan adıyla ?Canistan?ı yazarken de bu titizliği gösterir. Öyle ki üstü kapalı, kendisi tarafından bile fark edilmeyen bir etkiye ya da esine dahi tahammülü yoktur.
Bir gün çok sevdiği Vüsat O. Bener?in ?Buzul Çağının Virüsü? adlı kitabını okurken çok tanıdık bir cümleye rastlar. ?Bir de baktım, aynı cümleyi ben de kullanmışım. Hemen karaladım? der bunun üzerine.
Yusuf Atılgan?ın bu titizliği aynı zamanda okurlarını onun bir romanından mahrum bırakır. ?Anayurt Oteli?nden önce, 1965?te yazıp bitirdiği ?Eşek Sırtındaki Saksağan? baskıya hazırlanırken, kurgusu Faulkner?ın ?Döşeğimde Ölürken? romanına benzediği için, yakar bu romanını Atılgan. İmha ettiği ilk roman bu değildir üstelik. İlk kez kendi deyişiyle ?yazmadan duramama? isteği duyduğu 1947 yılında ?Parmakkapı?daki Pansiyon? adında bir roman yazmış, ertesi yıl da yırtıp atmıştır.
Ölümünden bir yıl sonra Hacırahmanlı Belediyesi tarafından Yusuf Atılgan Halk Kitaplığı kurulur. Hakkında yazılan yazı ve röportajlar ile kendisine adanan yazılar, perşembeleri Kadıköy?deki Deniz restoranda buluştukları için ?Perşembe Grubu? olarak anılan dostları tarafından İletişim Yayınları?ndan çıkan ?Yusuf Atılgan?a Armağan? adlı kitapta derlenir.
KADERE BAŞKALDIRI
Milan Kundera ?Roman Sanatı? adlı kitabında romanın tarihini şöyle özetler: ?Maceralardan macera beğenmek için yollara düşen Don Kişot?un köyüne kadastro memuru K. kılığında geri dönmesi.?
Yusuf Atılgan?ın metinlerindeki karakterlerin kimi zaman bir arayış içinde olduğunu söylemiştik. Ancak bu Don Kişot?unki gibi bir macera arayışı değil; kötücüllükleriyle, topluma karşı isyankar duruşlarıyla kıstırılmışlıklarından kurtulma arayışıdır, onlarınki.
Köyüne K. kılığında dönmeye mecbur olan modern öznenin geriliminin yanında, kaderine ?başkaldırışı?nı taşır Atılgan?ın karakterleri. Okurlar olarak sahiciliği hiç elden bırakmayan Yusuf Atılgan?ın metinlerini okumayı modern öznenin bu gerilimini ve başkaldırısını bir arada taşıdığı için bu kadar çok seviyoruz belki de. İçimizdeki tekinsizliklere, aylaklığa, kötücüllüğe seslendiği için…
Yusuf Atılgan?ın az sayıdaki yapıtı ?evrensellikle? birlikte anılıyor. Bu durumda ?Aylak Adam?ın da, ?Anayurt Oteli?nin de nice 50 yıllar anılacağını kestirmek güç değil.
GERÇEKÇİ VE ÜRKÜTÜCÜ MASALLAR
Atılgan, öykülerinin ve romanlarının yanı sıra bir de ?Ekmek Elden Süt Memeden?(1981) adıyla bir masal kitabı yayımlar. İki masaldan oluşur bu kitap: ?Korkut?a Masal? ve ?Ceren?e Masal?…
Masal ya da masalsı sözcüğü biz okurlarda çoğunlukla düşsel bir dünyanın çağrışımlarını uyandırır. Gerçek olandan, olağandan daha güzel, her şeyin mümkün olduğu bir dünya. Ancak aynı zamanda -özellikle çocukken- okurken anlamadan sezdiğimiz, içimizde bir korku yaratan, tekinsiz, kötücül bir içeriğe de sahiptirler. Pamuk Prenses?in annesini düşünelim örneğin ya da ?Hansel ile Gratel?in şekerden evinin ardındakileri….
Gerçekçi öğelerle masalsılığın bir araya getirildiği Yusuf Atılgan masalları, işte masalların bu ?ürkütücü? yanına sahiptir. Olağanüstülükle öldürme, ölme yan yanadır. ?Ceren?e Masal? böyle bir masaldır örneğin, büyümenin sıkıntılarıyla birlikte, insanoğlunun güvenilmezliğini ürkütücü bir sahneyle anlatır. Alaca Ceren?in peşindeki avcının Ceren?e olan sevgisini ve şiddeti bir arada gördüğümüz bir sahneyle örnekleyelim bunu:
?Gittikçe daha yakınlara geliyordu Alaca Ceren; güveni artıyordu. Sonunda bir gün yanıma gelip durdu. Ağır ağır doğruldu. Başını uzattı. Sarıldım, gözlerini öptüm; sonra iki elimle boynunu sıkıp öldürdüm. Toprağa düştü. Arkama bakmadan ayrıldım oradan?.
YUSUF ATILGAN VE SİNEMA
Yusuf Atılgan sinemayla yakından ilgilenir, ilk gençlik yıllarından beri bir sinema tutkunudur. Hem ?Anayurt Oteli? hem de ?Aylak Adam?da sinema salonları romandaki en önemli mekanlardan biridir. İsmail Ertürk, ?Yusuf Atılgan?ın Sinema Salonlarında Bir Gezi Denemesi? adlı yazısında romanlardaki sinema salonlarının bir buluşma yeri olduğunu söyler: ?Cinsel güdülerin, iki yan yana koltukta giderilebileceği sınıra değin harekete geçirilmek üzere gidilen bir buluşma yeridir.?
?Anayurt Oteli? ve ?Aylak Adam?ın sinemayla kurduğu bir başka ortaklık da onların sinematografik birer roman oluşlarıdır. Ömer Kavur, ?Anayurt Oteli?nin bu özelliğinden yararlanıp 1987 yılında romanı aynı adla beyazperdeye aktarır.
Zebercet?i Macit Koper, Gecikmeli Ankara Treniyle Gelen Kadını Şahika Tekand, emekli subayı Orhan Çağman, ortalıkçı kadını ise Serra Yılmaz canlandırırlar. Filmin çekimleri Aydın?ın Nazilli ilçesinde yapılır.
?Anayurt Oteli?, 1987 yılında Venedik Film Şenliği?nde FIBRESCI (Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Birliği) Ödülü?nü almanın yanı sıra, çeşitli zamanlarda yapılan anketlerde pek çok defa en iyi 10 Türk filmi içinde yer alır.
EŞİ SERPİL ATILGAN?IN KALEMİNDEN
?(…) Yazması değil, yaşamasıydı ön planda olan. Günlük yaşamı yalın, ama son derece önemliydi. Sigara içtiği için sanırım, sevinçli uyanmazdı; ilk sigara, ilk kahveden sonra gelirdi sevinç. İlk işim ona boyuna posuna göre bir okuma koltuğu -berjer- almak olmuştu. Çok sevinmişti buna. Ben işe giderim. Bugün Nabokov okuyacaktır. ?Ada?yı. Ne sevinç.
Sıkılırsa müzik dinleyecektir. Müziğe karşı aşırı duyarlıdır. İkimiz de öyleyiz. Bach?çıdır. Ama caz da sever, çok sever. Klasik Türk müziği ve kimsiz-kimsesiz bazı halk türkülerini. Billie Holiday?i sever.
Her günü, her şeyi programlı, saatlidir. Uykusu, yemeği, sinemaya gidişi, bir bardak rakısı bile… Beni bezdirir, isyan ettirir. Hele o futbol…
Mehmet Hamdi?nin dönüşüyle birden her şey altüst olur. Yusuf hoşlanır bundan, umursamaz. Oğlumuz bir tanedir. Üstüne titriyoruz.
Kadınlarla arası iyidir. Kadınları sever. Kadınlardan sanatçı çıkmıyor, kadınlar yazamıyor, beceremiyor dendikçe kızar. ?Yazmasınlar zaten? der, ?Kadınlar yaşıyor. En iyisini yapıyorlar?…
Dostlukta, arkadaşlıkta hep aynı tutum, aynı alçakgönüllülük. Hoşgörü, sevecenlik, değerbilirlik. Hani bir lokma ekmeğin bin yıl hatırı vardır derler… Para, ün, yaygın okunma isteği, arkasını dönmüştü bütün bunlara. Dostluklar ve sevgi; yaşamının tadı tuzu buydu. ?Bir telli kavak, bir zeytin, bir kuş – Sensiz?. Hüzünlü bir sevgi ustasıydı o, Yusuf Atılgan…?
(Hürriyet, 8 Ekim 1990)
YAPITLARI
Roman:
?Aylak Adam? (1959)
?Anayurt Oteli? (1973)
?Canistan? (2000)
Öykü:
?Bodur Minareden Öte? (1960)
?Eylemci? (Bütün Öyküleri, 1992)
Çocuk Kitabı: ?Ekmek Elden Süt Memeden? (1981)
Çeviri:
?Toplumda Sanat? (Ken Baynes)
AYRILIK
Doğu yeli esiyor karşıdan
kirpiklerim tozlu
Ergin başaklar geçiyor iki yanımdan
Sensiz
Bir serin denizde misin kumda mısın
Öyle mi omzunda kuruyan deniz tuzu
Bensiz
Çorak tarlada geçkin bir at çakalı
Bir telli kavak bir zeytin bir kuş
Sensiz
Evde misin masal söyleyenin var mı
Açık mı kapılar yataklar boş mu
Bensiz
(Milliyet Sanat, Şubat 1980)
SEMİHA ŞENTÜRK, 13.1.2009 Tarihli Milliyet Kitap