Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali’den alıştığımız ve beklediğimiz çeşitten bir eser değildir. Roman ve hikayelerinde bize kasaba ve köylerimizi tanıtan, içimizdeki Şeytan da İstanbul’a geçmekle beraber yine onda da bize yerli bir mevzuu veren, sözde entelektüel grupların içyüzünü deşen, Kuyucaklı Yusuf’la dilimizin belki en güzel romanını veren muharrir, Kürk Mantolu Madonna’da sadece “bir aşk hikayesi” anlatıyor. Kitabın ilk 45 sayfası Sabahattin Ali tarzında başlıyor ve ilerliyor. Bu kısımda küçük bir memur tipini onun aile hayatını görüyoruz.
Muharrir bize güzel sahneler çiziyor. Fakat bu kısım “mukaddime”dir. 45’inci sayfadan sonra sessiz, uysal mütercim Raif Efendinin gençlik hatıratına dönüyoruz; hikaye Birinci Cihan Harbi’nden sonraki ilk senelerde Almanya’ya atlıyor ve artık bir Türk genci ile bir ressam – bar artisti Alman kızının aşk hikayesine dalıyoruz.
Bütün realist mevzularına ve üslubuna rağmen Sabahattin Ali’de romantik bir taraf var. Realist memleket hikayelerinde bu romantiklik, hayatın karanlık, acı taraflarını daha da mübalağalandırmak, “acıklı bir hikaye” yi daha da acıklı yapmak temayülü halinde beliriyor. Aynı romantiklik, bir başka şekilde, içimizdeki Şeytan’daki aşk teminde beliriyor. Orada, fakir genç çiftin zor hayatı romantik bir hava içinde verildiğinden, tatlı ve cazip görünüyor, tıpkı bohem hayat hikayelerinde, yedinci kat tavan arasında oturan “artist”in sefaleti, avareliğinin hercümerci pembe ve cazip göründüğü gibi. Muharrir, öbür kitaplarında gemlediği bu romantikliği Kürk Mantolu Madonna’da başıboş bırakıvermiş. Belki bu tarafı bu suretle bu kitapta boşalmış olur da bundan sonraki eserleri bu zayıflatıcı amilden büsbütün kurtulmuş olur.
Biraz keyifsiz olup da işe gitmeyip evde kaldığınız bir gün, veya yorgunca olduğunuz bir akşam, rahat bir sedire uzanıp kafanızı yormadan, vakit geçirmek istediğiniz zaman Kürk Mantolu Madonna’yı tatlı tatlı okuyabilirsiniz. Yormaz da, sıkmaz da. iyi anlatılmış bir hikayedir. Fakat son satırı okuyup kitabı kapadıktan sonra da böyle bir kitap okuduğunuzu hemen unutuverirsiniz. Sabahattin Ali bu kitabı yazmamış olsaydı, romancı ve hikayeci olarak bir şey kaybetmiş olmazdı.
Yeni Dünya’da tekrar Sabahattin Ali’yi buluyor ve seviniyoruz. Hepsi aynı ayarda olmamakla beraber on üç güzel hikaye var. “Asfalt Yol”, “Hanende Melek”, “Yeni Dünya”, “Hasan Boğuldu” benim en beğendiklerimdir. Sonra reyimi sırasıyla “Çaydanlık”, “Sel ham” ve “iki Kadın”a veririm. Bu hikayelerin bazılarında yukarıda bahsettiğim romantikliğin izleri, acıklıyı daha acıklı yapmak, karayı daha da karaya boyamak temayülü seziliyor. “lsıtmak için”, “Ayran”, “Sulfata” hikayelerinde bunun izleri görülüyor. Mesele, hayatta böyle feci hadiseler olur mu olmaz mı? Realiteye uygun mu, değil mi? meselesi değildir. Şüphesiz böyle hadiseler gerçekte aynı fecaatle vakisi olur, hatta daha kötülerine de rastlanabilir. Fakat hikayeci okuyucuya, “dozu fazla kaçırıyor” hissini vermemelidir. Hatta fantezi, hayati mevzular yazanlar bile, eğer mahir hikayeci iseler, hikayeyi okuduğumuz şeyin bir masal, efsane veya rüya olduğunu bildiğimiz, mantığı mızı kullandığımız zaman anlatılan neviden bir hikayenin gerçekte olamayacağını bildiğimiz halde, okurken bu bildiğimizi gemler ve kendimizi hikayeye bırakırız. Hikayecinin mahareti buradadır.
“Asfalt Yol” ile” Hasan Boğuldu” üzerinde biraz durmak isterim. Bu iki hikaye bence diğerlerinden -hem bu kitaptakilerden, hem daha evvelce okuduğum muharririn başka hikayelerinden ayrılan vasıflar taşıyor. “Asfalt Yol”da muharririn hafifçe alayla iğneliyen, okuyucuyu gülümseterek düşündüren bir çeşni var. Muharririn bu iğneleyici alay tam ölçülü, kontrollü. Eğer o “tam çizgi”yi geçmiş olsaydı, hikaye tesirini kaybeder, kıymettten düşerdi. Mesela “Bir Konferans” adlı parçada da alaylı iğneleme var, fakat bu parça “Asfalt Yol” ile aynı ayarda değil, işaret ettiğimiz tehlike orada beliriyor ve mevzu Asfalt Yol kadar güzel olmaya müsait olduğu halde, tam kıvamını bulamadığından, bence kitabın en zayıf yazılarından biri oluyor.
“Hasan Boğuldu” daha bariz bir surette diğerlerinden ayrılıyor. Bu hikayede, fikrimi anlatmak için başka tabir bulamadığımdan, “bir şiir havası var” diyeceğim. Mevzu acıklı, yani ölümle biten bir aşk hikayesi olmasına rağmen, ışıklı, renkli, hayatla çarpan bir hava var. Sahne: Ege sahillerinin yeşil, çiçekli, buz gibi berrak sulu, çam kokulu bir köşesidir. Tabiat, bol mikyasta hikayeye giriyor. Bu, çıplak, haşin, mağmum bir tabiat değildir; verimli, hayat dolu, muhteşem ve güzel bir tabiattır. insan, tuzlu deniz rüzgarlarını yüzünde, “büvet”lerin buz gibi soğuk, berrak sularını parkalarının ucunda hissediyor. Bu hikayede muharrir tabiatla dosttur; onu, insanın ezeli mücadelesinde yenmeye çalıştığı bir unsur olarak almıyor. Anlatı lan acıklı aşk hikayesi de “realist” bir hikaye olmak gayesinde değildir. Bu, dağların mağrur bir kızı ile bir ova-köyü delikanlısı arasındaki yarım kalmış bir sevginin duyularak anlatılmış bir hikayesidir. Yazıda bir efsane çeşnisi var. Hacer kızın diliyle anlatılması, muharririn onun diline verdiği çeşni, bu efsaneliği, şiir havası dediğim vasfı belirtiyor.
O kadar canlı, kıvrak, ifadeli bir dil ki, okuyucu kelimelerin, cümlelerin kuvvetle farkına ve zevkine varıyor; hikayeyi bitirdikten sonra da sırf bu dil için yeniden o kısımları okuyacağı geliyor. Bazı okuyucular bu hikayeyi gerçeğe uygun bulmayabilirler; hiç köylü kızı , yörük kızı yabancı bir şehirli erkek ile öyle konuşur mu, hele sonunda ağaca yaslanıp koşma okur mu, diyebilirler. Böyle diyeceklere, yukarıda fantezi nevinden, hayali mevzuları işleyen yazılar hakkında söylediklerimi hatırlatmalıyım. “Hasan Boğuldu” realist bir köy hikayesi değildir; o çeşit yazılar arasına girmez; onu kendi çeşidi içinde kabul etmek lazımdır. Bu hikayeyi okurken mantığı, gerçek duygusunu baskı altına alıp kendimizi hikayenin havasına daldırmak, akışına bırakmak lazım. Muharririn muvaffakiyeti de orada ki, hikayenin içine daldırarak kendi istediği yere götürüyor.
Behice Boran
(Adımlar, Mayıs 1943)