Bilinç/siz/lik – Nejdet Evren

Bilinç, insan denilen iki ayaklı memeli canlının imgelerin peşinden koşarken kendisi için biçtiği şekilsiz dondur. İçini doldurmak için çırpınıp duran da yine kendisi olmuştur. Tam karşıtında duran bilinç/siz dediği canlı türlerinin yaşam için verdikleri mücadeleyi doğallıklarını küçümseyerek izlemesi bundan olsa gerek. Doğa tüm canlılara eşit koşullarda acımalı/acımasız davranmıştır; doğanın eşitliğini bozan insandır. Eşitliği bozduğu oranda kültür adını verdiği yabancılaşma bilincine kazınmış, çizgiler oluşturmuş ve önceleri sığındığı mağara duvarlarını beyninin en ücra dokularına işleyerek düşünselini prangalamıştır.

Bilinç, insan türünü diğer türlerden ayıran düşünsel bir olgudur. O, doğanın zor koşullarına uyum sağlamayı değil doğayı kendisine uyarlamayı hedefleyen bir birikimdir. Taşı yontarak kesici alet yaptığında bunun sırrını sonraki kuşağa aktarırken kıskanç davranmış ve gözlem/deneylerinin sonucunu başkalarından gizlemiştir. Derken bakırın eridiğini, kalay ile karıştığında daha yetkin olan tunç alaşımını keşfettiğinde ateşin gizemiyle yarattığı imgeleri bir sığınak ve tanrısal bir güce dönüştürmüştür.

Bilinç, insan türünün tüm yaratılarını ve içindeki kendisini yeniden yorumlayarak yaşamına bir anlam yüklemesinin, bir dayanak aramasının bilge-sevgisi dediği felsefesinin yoğrulduğu ortak çamurdur. Bu çamur bilinen hiçbir çamura, toprağı hiçbir toprağa benzemez; çünkü bu, doğada saf olarak bulunmayan bir çamur şeklidir ki, insan yaratısıdır.

İnsan, doğa karşısında kazanmış olduğu bu başarıdan dolayı öykünmekte haklı ve gururludur. Bu kazanımı hoyratça kullanmak eğilimini taşırken her şeyi kendi etrafında döndürme eğilimi taşır. Tüm canlı türlerinin hiyerarşik sıralamasında en üste kendisini koyar. Canlıları insanlar, hayvanlar ve bitkiler diye kategorize eder.

İkiyüzelli milyon yıl öncesine geri döndüğümüzde bilinç denilen olgu yoktu. Doğal türler var olma savaşımlarını kendince vermekteydiler. İnsan türü de diğerlerinden pek farklı değildi. Sayısal olarak insan çok az ve sınırlıydı. Türün sürdürülmesi için gerekli doğurganlık oranı, büyüme zamanı yönlerinden diğer türlerden daha az yaşama şansına sahip görünmekteydi. Ormanda, besin zincirinin bol olduğu dönemlerde bir sıkıntısı olmayan bu tür, çölleşmeye başlayınca/kuraklık dönemi ile birlikte orman dışına sürüklendi. Çırıl-çıplaktı. Yıldırımın yaktığı ağacın gizemli ateşini mağarasına taşıdı, sonra onu denetimi altına aldı. Sürekli avlanarak günü-birlik yaşamak yerine avladığı hayvanları bir çit ile çevreledi ve istediğinde avlayacağı bir denetimli yapı oluşturdu. Bazı türlerin evcilleştiklerini gördü. Toprağın yapısını değiştirdi, taneli bitkileri işledi, çoğalttı, bir kış mevsimini geçirebileceği birikimi yarattı. Çanak, çömlek ile ateşin,toprağın renkli dansını ve şekil değiştirmesini gözlemledi, madenlerin şekillendirilmesi ile yeni aletler geliştirdi; tüm bunları aktaracağı ortak bir dil yaratmak zorundaydı ve bunu önce çivi ile tabletlere işledi; imgeler önce temsil ettikleri nesnelerin şeklinde iken giderek soyut biçimlere dönüştüler; dil doğumunu muştulamaktaydı. İnsan dil ile doğdu. Bilinç insan türünün ortak dilidir.

Bilgi, en kutsal hazine olarak kuşaklar-arası aktarılırken tarihsel bir doku örülmekteydi; tarihsel bellek. Tarihsel bellek, tüm insan türünün dünya gezegenindeki tüm kazanımlarının, birikimsel ve imgesel bilgilerinin kuşaklar-arasında aktarımı ile varlığını sürdürmesidir. Kendi olgusunun farkına varmak ancak bilinçsel bir sürecin yaşanması ile olanaklıdır. Bu bilinç, kadının yerine kara-sabana koşulan öküzün neolitik dönemden çıkılması ile kurulan rahip-devletlerinden günümüze kadar sofralardaki yerini değiştirmeye yetmemiştir. Bilinç bu yönüyle bir köleliktir.

Bilinç, yıkılması gereken bir köleliktir. Neden mi? Kabullenmek sadece bilinçli sayılan insan türünde vardır; diğer türlerde kabullenmek yoktur ve daha özgür davranışları yaratırlar. Bilinç bilgisel bir birikim olduğu kadar farkında olmayı ve değiştirmeyi gerektirirken, kendi köleliğinin farkında olmayarak insan türünün yıkması gereken bir duvar/ayak-bağı olduğunu da algılamak durumundadır.

Varlığın farkına varmak için bilinçli/bilgi donanımlı olmak gerekli değildir. Tüm canlılar varlığı fark edip etki/tepkilerini geliştirirler. Kimileri bunu refleks olarak kimileri de iç-güdüsel yapar. Ancak, olgular hiç de öyle değildir. Olguları yaratan ve var eden/algılayan/fark eden bilinçtir. Bilinç bu yönü ile kolektif bir emeğin ürünü olarak tarihsel/sosyolojik/kültürel bir aktarımdır ki, insan türüne gökten zembille bahşedilmiş bir algılama değildir. Kolektif bilinci, insanlaşma sürecindeki kültürel evrimini sürdüren ve on-binlerce yıl çabalayarak yaratan insanın kendisidir. Her bir bireydeki doğru algılama/değerlendirme/sonuç çıkarma ve karar vermeyi sağlayan bireysel bilgi donanımı/bilinç bu kolektif bilincin bir sonucu ve ona dönerek bu bilince kişisel çabalar ile bir eklemlenme ile ortaya çıkar. Bilinç, insanın kendisi için yarattığı bir donanım olmakla karşısında duran bilinç/siz/lik de diğer türler için olmasa gerek. Bilinç/siz/lik tamamen insan türü için kullanılan bir olgudur. Bilinci ve bilinçsizliği yaratan yine sosyal/tarihsel/ekonomik/kültürel/politik çevredir; tarihsel bellek bu toprakta/çevrede yaşam alanı bulur; toprağın/çevrenin tüm koşulları onu etkiler; ancak o da boş durmaz, döner o da onları etkiler. Tüm bireyler tarihsel bellek ile dünyaya gelir ve o yetişmekte olan bir çiçek gibidir; onu besleyip büyütecek ortam ise içerisinde yaşadığı toplumsal dokudur. Onun kendisini gerçekleştirmesi için toplumsal dokunun ona yer açmak dışında başka bir işlevi olamaz. Ne ki, durum böyle değil ne yazık ki! Toplumsal doku tutucudur. Bu durum tersine çevrilmesi gereken bir ata-sözünden anlaşılabilir; “ağaç yaş iken eğilir”. Bu söz karşısında biraz durmak gerekir. Tersine çeviriliğinde şu sonuç ortaya çıkar: “ağaç yaş iken eğilmez, düzeltilir.” İlkinde özgürlükten yoksunluk, ikincisinde yücelme vardır. Doğrusu eğitim/öğretimin ağaca bakış açısı, toplumun bileşik-kaplar prensibinden bağsız olmamakla birlikte, bağsızlaşmasına engel bir durum da yoktur. Her şeyi insan yaratır!

Tarihsel bellek kavramı içerik olarak her doğan insan türüne ilişkin kişinin “tabula rasa”/boş levha olarak dünyaya gelmediğine dairdir. Bu günkü belleğimiz kalıtımsal olarak bilgi yüklüdür. Bu nedenle ilkel türlerden daha gelişkin bir düşünsel kapasitemiz vardır. İlkel insan ile bugünün insanını aynı kefeye koymak haksızlık olacaktır. Beynin hacimsel olarak da farklı olduğu antropolojik çalışmalar ve fosiller ile ölçümlenmiş bulunmaktadır. Tüm bu nedenlerden dolayıdır ki, güdülerimizi denetlemek konusunda çok gelişkin bir yapıdayız. Fiziğin zorlanması insan düşüncesi ile olasıdır. Düşüncenin nesneden, ruhun bedenden ayrıştırılıp birine öncelik tanıyarak olguları açıklamak aynı sonuca ulaşacaktır. Teokratik ve pozitivist yaklaşımlar determinist kavşakta buluşmak durumundadırlar. Açılım ayrıştırmada değil birleştirmede olmalıdır.

Öğrenme, algılama, ezber ve yorumlama olgularını ayrıştırmak gerekir. Doğuştan tarihsel belleğe sahip bireyin algılarını yetileri ile geliştirme süreci, deneysel bir öğrenme sürecidir. Emekleyen bebeğin yürümeye başlaması gibi. Bu bize öğrenmenin yaşı ve sınırı olmadığını da gösterir. Algılama biçimi kişinin içerisinde bulunduğu doğal/toplumsal/kültürel etkiler ile birlikte kişinin hazır bulduklarını sorgulama isteği/gereği/yönelimi ile şekillenir. Süreç anne karnında başlar ve biyolojik dönüşüme dek sürer. Dokümanter bilginin depolanması bir öğrenme değildir. Bunlar ancak öğrenme sürecinde kullanılacak bilgi topluluğu işlevi görebilirler. Yorumlama ise kişinin sürece bağlı gözlem ve deneysel bilgisi ile tarihsel belleğine yeni ve farklı düşünceleri katması sürecidir.

Anlam gelecek ile değil an ile ilişkilidir. Olası gelecekten söz edebiliriz ancak kesin gelecekten söz edemeyiz. Olasılıklar arasında seçim yaparak tercih edileni kurgulamak ise tarihsel belleğimiz ve yönelimlerimizle ilgilidir. Evrenin açık ya da kapalı olmasına göre değişik şekillere de olsa canlı türlerinin bir başka biçime dönüşeceğini bilmek “an” olanı anlamsız kılmamalıdır. Çünkü şu an için anlamlı olan o an için yoktur. Bu iki olgu asla karşılaşmazlar. Evrenin sonsuzluğuna bakarak bilinen/henüz bilinmeyenin sonsuz olduğunu söylemek mümkündür; ancak, bilinç bir bilgi birikimi olduğuna göre önü açık sınırlı bir alanı/zemini ifade eder.

İnsan türü, atom-altı parçacıkların ısı/nem/basınç/enerji/kuvvetlerin etkisinden bağımsız olarak tarihsel belleği ile bilinçli tercihler yapabilme yetisini kazanmıştır. Doğrusu bu yetinin sonlandığını söylemek yanıltıcı olacaktır. Çünkü son yoktur ve olmayacaktır da. Ancak, gelinen aşamada doğal ve toplumsal yabancılaşma olarak tanımlanan insanın hem kendi üretimine hem kendisine hem de toplumsal yapıya yabancılaşması kaçınılmaz olarak var-olma/yaşama değerini olumsuz yönde etkilemeyi sürdürmektedir. Bu şu demektir; önemsendiği sanılan yaşam ?ki, en kutsal/vaz-geçilmez değerlerden sayılıyor- köleleştirilmiş bedenler içerisinde kaldığı sürece bir değer taşımamaktadır. Başka bir deyişle; yaşamak canlı türleri için bir var-olma biçimi ise tüm canlı türleri yaşam hakkına eş-değerde sahiptirler. Canlı türleri arasında yapılacak bir hiyerarşik üstünlük aslında ve bir yönü ile canlı doğadan kopma ve yabancılaşarak tükenmekten başka bir şey değildir.

İnsan türünün el-dil-beyin diyalektiğine bağlı olarak yaşama savaşımında diğer türlerden daha ileri bir düzeyde düşünsel birikim sağlamış olması onun tüm türlere ve canlı-doğaya yabancılaşarak onu ve onunla birlikte kendisini yok etme sefaletine dönüşmemelidir. Doğaya dönüş bir yönüyle insanın doğa ile barışması, kaynaşması ve örtüşmesi demektir.
Sosyolojik olarak insan gelişkin bir türdür. Antropoloji bize insan türünün son kuşak türlerinden olduğunu ve diğer türlerden farklı olarak içinde bulunduğu yer/zaman dilimine gösterdiği tepkiye göre kültürel bir doku oluşturduğunu ve buna bağlı olarak da türünü sürdürebildiğini göstermektedir. Ayrıca, insanımsıların tür olarak evrimselleşme süreçleri Homo Sapiens olarak tanımlanan insan türüne devşirildiğinde, insanın yaşadığı çevreye kendini uyarlamak yerine yaşadığı çevreyi kendine uyarlayarak varlığını sürdürebildiğini göstermektedir. Bunun gerçekleşebilmesi için öncelikle insanlaşma sürecinin doğal çevreye egemen olmakla başladığı önermesi aşırı bir tesbit olmasa gerek. Ateşi denetim altına alabilmek, besin maddelerini türün günlük gereksinimlerinin ötesinde elde edip depolayabilmek, yabanıl hayvanları denetleyerek evcilleştirmek ve tüm doğal engellere biçimsel/aletsel dönüşümler sağlayarak ayak-direyebilmek için yaşanılan tüm çevrenin kolektif olarak denetim altına alınması gerek ve kaçınılmazdır. İnsanlaşma sürecindeki homonidler homo-sapienslere devşirilirken egemenlik kolektif olarak doğal güçlere karşı ve bunlar üzerinde kurulmuşlardır. Kolektif yaratının sembolik düşünce ile soyutlanması ve dil diyalektiği ile bu egemenliğin kolektif yapıdan soyutlanması iktidar olgusunu kitle dışında bir fenomene dönüştürmüştür. İnsanlaşma sürecindeki soyutlama süreci o kadar uzun bir zaman dilimi içerisinde evrimleşmiştir ki, sürecin tamamlanması aşamasında soyut düşünceler birer idea olarak kitleden ayrılmış ve çıkış kaynağı unutulmuştur. Yarı-tanrı krallar/yöneticiler/kitlede söz-sahibi olan yaşlılar/rahipler zinciri bu soyutlanmış iktidar düşlemesinin ilk somut görünenleri/etkiyenleridirler. İktidar olgusu insanın insanlaşmaya başladığı zaman dilimine kadar geriye giden bir fenomen olarak karşımızda var-ola gelmiştir
Bilinç/siz/lik, bilinçli insanın yok etmeye/tüketmeye yönelik sefaletidir.

Bilinç her koşulda dönüp kendine bakmak zorundadır/bakar da. ?Ben? olgusu bilincin merkeze koyduğu en ağır taştır ve tüm diğer taşlar onun etrafında dönerler. ?Ben?i belirleyen ise ?sen?, ?o? ve ?öteki? denilen olgulardır. Onları gören de bilinçtir ve onlardan kendine bakan da… Dil-döngüsünü keşfeden insan türü o gün bu gündür hep konuşur; bıkmadan usanmadan imgelerin peşine takılır. Gün gelir öyle bir hal alır ki bu imgeler içinden çıkılan ve yaratılan ögelere dönüşürler. İnsan insanın aynası olur ve aynadan yansıyan görüntü demeti değil ses demeti olur…

Görüntünün dili farklı sesin dili farklıdır. Karşıdan yansıyan ?ben? bendeki ?ben? ile tam örtüşmemektedir. Bendeki ?ben? in ondaki ?ben? ile çelişkisini ?ben? yaşar. Bu çelişki beden-döngüsünü yaratır/zorlar/doğurur. Aslında beden-döngüsü dil döngüsünden önce vardır zaten. Beden-döngüsü bu iki ?ben? arasındaki farkı giderip sentezleyemez ise dil-döngüsünün düşünce-döngüsü ile yabancılaştığı/örtüşmediği ortaya çıkar. Ayna gerçeği görme eğilimindedir ve bu yönelim düşünce, dil ve beden döngülerinde bir uyumluluk gerektirir. Aynanın ?saf?lık derecesi geri yansıyan ?ben?in görüntüsündeki ?saf?lığı belirler. Bu aşamada ise bendeki ?o?nun yansıması ona geri gider. Karşılıklı aynaların ?saf?lık dereceleri eşit ya da çok yakın ise ?ben?ler ve ?o?larda kırılma olmaz; değilse ?ben? ya da ?o?dan biri mutlaka kırılacaktır.

Bakışların ?ben? üzerindeki etkileri yağmur damlasının ?ten? üzerindeki etkisi gibidir. Her ikisinden de asla kaçınılamaz. Yağmurun hızına, miktarına göre adım-sayılarımızın artması ya da değişmemesi ?ben?in tercihidir. ?Ben? her koşulda bu tercihi yapabilecek güçtedir. Bakışların yoğunluğuna ?ben?, ?sen? ve ?o? nun vereceği tepki de aynen böyledir. Adımların hızlanması yağmurun etkisini, değişmemesi ise ?ben?in etkisini gösterir. Hastalanmak ve görünme korkuları aşıldığında yağmur ıslatacak ve gözler değecektir; ancak, yürüyüşün şekli asla değişmeyecektir. Bakışların korku yaratmaları çoğunlukla ?ben? ile ilgilidir. Korkular ?ben?i hapseden kalın duvarlara benzer.

?Ben? sendeki ?o?dur ve ondaki ?sen?dir. Bendeki ?sen? ?o? dur ve bendeki o ?sen?dir. Ben, sen ve ondaki sen, ben ve o bir sonuçtur ve hepsi ?ben?dir.

?Ben? kendi yansımasını ve gizlediği baskılarını öz-benliğine bir değer olarak aktardığında kendisini/değerini belirlemiş ve buna göre de ?diğer/o? kişi tarafından görülerek yansıtılmış olur. Bir yönü ile ?ben? yansıdığı olgudaki ?netlik? derecesini de belirleme gücüne sahiptir. Tarihsel biriken kavga/çatışma/didişme ve buna bağlı olarak toplumun ve bireylerin kolektif ve bireysel çıkarları üzerinde cereyan eden bireysel ve kolektif korku ve endişeleri ?ben? doğduğunda hazır bulur. Hatta daha ileriye giderek şunu da söylemek mümkündür ki, kalıtım ile ?ben? üzerine yüklenen sadece fizyo/biyolojik özellikler değildir. Kalıtım tarihsel belleği ?ben?e dölüt oluşmaya başladığı andan itibaren aktarmaya başlar. Her ?ben? bu bellek ile dünyaya gelir. Bu nedenledir ki tarihsel baskılar çoğu kez kişinin/?ben?in kendisine ilişkin sanılır. ?Ben? ?neden? sorusu ile bunun farkına varabilir. Buna farkında olmak denebilir. Ben iç dünyasındaki o savaşımı barışık olarak çözümleyemez ise gerçek barışı yakalayıp, yaratacak özne konumuna asla gelemez.

Bilinç vardı, bilinçsizlik de vardı, öyle ise bunun bir de altı, üstü olmalıydı. Bazı olgular bilinç-altı denilen karanlık denizde baskılanmalı ve gün-yüzüne çıkacak zaman dilimlerini kovalaması beklenmeli/izlenmeliydi. Öyle de oldu; çember tamamlanmış halka oluşmuştu artık.
Tanrılar vardı hem gök-yüzünde hem de yer-yüzünde ve dahası yer-altında…Sayıları da çoktu ilk zamanlarda; iyilik tanrıları, kötülük tanrıları, aşk tanrıları, savaş tanrıları. Teolojik düşüncesinde insan hep iyilik tanrıları ile kötülük tanrılarını savaştırmıştır; bunu yaparken kendi var-olması ile ilgili bir arayışı sürüklemiştir. İnsan denen canlı nedir? Kimdir? Kimin hizmetindedir? Kötü olarak belirlediğini nasıl yok edebilir? Bir yandan tanrılar savaşırken diğer yandan insanlar savaşımlarını sürdürmekteydiler; öyle bir zaman dilimi geçmişti ki, artık insanlar tüm savaşımlarının tanrısal bir buyruktan kaynaklandığına inanmaya başlamışlardı… Ortasında-kalmıştı-çağın… Zemberek tersinden dönüyordu. Zeus?un yokluğunu kanıtlamaya çalışmak onun varlığını kanıtlamayla eşleşmeye başladı. Aydınlandığı söylendi yer-diliminin; güneş bir yerlerden doğmuş ve dünya da efendice etrafında dönmeye başlamıştı bir kere…
Aydınlanmacılar demişlerdi ki ?her doğan insan, salt bu nedenle haklara sahiptir?… Gözler bir kere kamaşmaya görsün. Yalanı bile gerçek görürler o zamanlar… Giyotinler aydınlanmacıların enselerinde çarpacaktı zamanı… Söz ve eylem örtüşmeyecek ve salt insan doğmakla hak sahibi olmak ayrışacaktı. Tanrılar gökten indirilmişti. Merkeze konulan insan olmuştu. Bir haymatlos ile tabiyetli kişi arasında haklar açısından fark ortaya çıktığında yer-yüzü-cennetinde yeni din ortaya çıkmış sayılırdı. İnsan hala teolojiden kurtulamamış ve farklı bir yönde onun esareti altına girmişti. Teolojinin üstünlüğüne diyecek yoktu.
Bilinç maddi olguya dayanmakla kendisini teolijik düşünceden uzaklaştırmak eğilimindeydi. Bu materyalist yaklaşımın teolojiye devşirilmesi elbette kolay değildi ve bir zekayı gerektiriyordu. Freud hayranlık verecek bir zeka ile maddi bilinci bilinç-altı-na çekerek bir yandan maddeci dünya görüşünü korurken diğer yandan tersi kanıtlanamayacak bir teolojik veriyi sundu. Görüntü ?insan hakları? gibi göz kamaştırıcıydı. Yeni bir din ve onu dile getiren temsilcisi bulunmuştu. İnsanlar rahatlayabilir ve evlerine huzurla gidebilirlerdi. Bilinç-altlarında gizli olanı ne o ne diğeri ne de Freud bilmese de?!…
Bilinç-altı yeni bir dinsel doktirin olarak ortaya çıktı. Zeus ile yaratılışı açıklamak ile bilinç altına sıkıştırılan libido ile tüm üretim ilişkilerini açıklamak arasında özünde bir fark yoktur. İnsan türü göz kamaştıran olgulara oldum olası hayranlık duymuştur. Aynayı keşfetmeden önce sudaki resmine hayranlıkla bakan insan türü bundan o kadar etkilenmiştir ki, tersini gösterse de aynalara hayran kalmış ve onun çarpıklığına teslim olmuştur. Tüm insanlar saçlarını ayna karşısında düzeltirler!?
Bilinç-altı, olmayan bir alandır/yoktur. Bilinç ve tarihsel belleğin kendisi tüm edimleri/davranışları/duyguları açıklamaya yeterlidir ve buna gücü yeter. Açıklayamadıklarını da karanlık ve bilinmeyen bir noktaya odaklamadan sabırla açıklamak için araştırmalarını sürdürür.
Bilinenler bilinmeyenlerin yanında bir hiç-tir…
İnsan türü, olan-ı açıklamak isterken tarihsel belleğini kullanır ve bu da bilinçsel bir süreçtir. Bilincin oluşmasındaki maddi doku onun olguyu açıklamasına engel değildir.
Psikanaliz yaklaşımda bilinç-altı bastırılan duyguların sapma şeklinde ortaya çıkışlarından söz eder. Ölüm korkusunun içselleştirilip bir kıyıda saklanmasında bastırılan bir duygu yoktur. Dürtülerin bastırılması ile korkuların gizlenmeleri aynı olgular olmasa gerek. Bilinç-altı denilen olguya, psikyatrislerin kişiyi uyutarak/hipnoz ederek çocukluğuna inmeleri suretiyle ulaşılabileceği ve bu duygulardan bastırılanların açığa çıkartılması ile tedavinin yapılacağı temel mantığına dayanmaktadır. Hasta hiç bir zaman kendi bilinç-altı denilen olgusunu göremez; bir aktarıcıya gereksinim duyar. Onun söylediklerine inanmaktan başka şansı yoktur. Üstelik, bireysel tüm sapmaların neredeyse cinsel bastırılmaların bilinç-altı denilen alanda sıkıştırılmış olmasından kaynaklandığı tezine yer verilmektedir ki, üretim ilişkilerinin hiç kıymeti harbiyesi kalmamaktadır. Duygu ve düşüncelerin bastırılması olasıdır ki bilinçle ulaşılabilir ve nedenleri bilinebilir olgulardır; bunları anlamak ve çözümlemek için tanımı yapılamayan karanlık bir noktadan/bilinç-altından söz etmek bilimsel olmaktan uzaktır.

Her ne kadar düşünce/idea maddenin zorlamasına dayanır ve bu yönüyle fizik-ötesi ise de maddeden bağsız değildir. Mikro/makro evrendeki kozmosun devinim yasaları ve devingen kuarklar düşünce/idea-dan önce vardırlar ve hala o düşünceyi doğuran beyin dokusunda milyarlarca parçacık olarak devindikleri için düşünce var-olabilmektedir. Bu nedenle rahatlıkla söylenebilir ki fiziği zorlayan düşünce fizik ötesini yaratamaz. Düşüncenin bir ütopya/hipotez olarak maddi gerçekliği etkilemesinin fizik-ötesi ile yakından ilgisi yoktur.

İmgesel algılama/düşünme/aktarma alışkanlığını içerisinde bulunan koşullarda insanımsılar türün sürdürülmesi için yaratabildikleri için insan türü varlığını koruyup geliştirebilmiştir. Bu şu anlamı içerir. İnsan düşünceyi/sözü/imgeyi yarattığı için bu yönde doğayı etkiyip değiştirdiği için insan oldu yoksa bir tür olarak ya var olacak ya da yok olacaktı. Bunun farkına bile varmayacaktı.

Ne pozitivizmin, ne idealizmin ne de psikanalizmin tek yönlü pencerelerinden bakılarak insanlaşma süreci açıklanamaz. Bilinç-altı tam anlamıyla pozitivizmin örtülü, dokunulmaz totemidir. Bilinmeyenden hareketle bilineni açıklamaya kalkışmak ve tüm var-oluşu buna indirgemek diyalektiği görmezlikten gelmek ve bilimi teolojinin kucağına atmaktır. Dil/el/ayak/beyin diyalektiği hiç de söylendiği gibi libido-dan kaynaklanan bir süreç değildir.

İnsanoğlu öğretileri ezberlemeyi çok sever ve bu alışkanlık da ilkel dönemlerden kalma zanaatçıların zanaatlarının sırlarını çıraklarına öğretmeleri kadar eskiye dayanmaktadır. Ve yine bunları ezberlediği oranda kendisini gerçekleştirdiği sanısına kapılır. Bununla coşkulu bir akışa kapılır ki demeyin keyfine… ve öğretilere karşı gelenin vay haline?! Erich Fromm ?sevme sanatı?nda bilinç-altına ciddi eleştiriler yöneltse de onu aşma eğilimi taşımamıştır. Öyle ya koskocaman Freud bir kere demiş ya bilinç-altı, tamamdı öğreti ve tüm düşünceler bunun etrafında dönmek zorunda bırakılmışlardır. Tersini söyleyene, hemen birileri kalkıp senin çocukluğuna gidelim ve geçmişini irdeleyelim, bastırılan duygularını çözelim diye müdahale etme gereğini duyumsayacaktı. Birileri kalkıp da bir diğerini hipnoza tabi tutarak bilinç-altını irdelediğinde bilinç-altı irdelenenin bilinç-altındakilerini asla görme/bilme şansı yoktu ve tamamen hipnozcusunun anlattıklarına inanmak zorundaydı; ve buna da koskocaman bilim etiketi takılmıştı. Çok eski çağlarda -ki, bar-bar-toplumları denildiği de oluyor- bu görevi yürüten büyücüler vardı ve ruhlarla ilişki kuruyorlar ve kötücül ruhları kovalayarak insanı iyileştiriyorlardı, sonradan onların yerlerini başka adlarla başkaları aldı ve güne gelindi.

Bilinç, bilinçsizlikten doğdu ve bilinçsizleşerek yok olma eğilimi taşımaktadır; bunu durduracak olan da bilinçtir.

Yazan: Nejdet Evren
14 Aralık 2009, Batı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir