Ezilenlerin Pedagojisi, Paulo Freire – Ayşe Kaygusuz

Kitap daha adıyla hem çekiciliği (Ezilenlerin), hem de iticiliği (Pedagojisi) ile karşıtlığı içinde barındırıyor. Buradaki karşıtlık, Türkçe ve yabancı terim olurken, içeriği iki farklı düşünce ve davranış biçimini anlatıyor.
Kitabın kapağını açtığınız anda, kendini ele veren bir yaşam ve duruşla karşılaşırsınız. İçinde bulunduğumuz sistemi (kapitalizm-emperyalizm), hem kişilerin hem de toplumların düşünce ve davranış biçimlerini anlatmak için öylesine yerinde ve anlamlı sözcükler kullanılmış ki susup kalırsınız; başka ne söylerseniz boştur artık. Bununla birlikte kitap akademik bir çalışma olduğundan her okuduğunuzu öyle kolay anlayamazsınız; tekrar tekrar okumak zorunda kalırsınız, eğer kendinize bir şeyler katma gönüllüsüyseniz tabi.

Paulo Freire, Brezilyalı orta sınıf bir ailenin çocuğuyken, (Recife-Brezilya 1921- 1997) ABD’de yaşanan ekonomik bunalımla, yoksulluğu daha yakından tanır. Hem ülkede ekonomik bunalımın ne anlama geldiğini hem de ekonomik bunalımların nasıl oluştuğunu ve aileler üzerindeki etkisini birebir yaşayarak öğrenir. Öğrendiklerini, ileriki yıllarda (1947) bilinçlenmesini ve özgürleşmesini istediği insanlar için düzenlediği okuma-yazma kurslarında kullanır.

Paulo Freire, “Yaşamın kendisine bakın, kendi yaşamlarınıza bakın.” der. Bunu demekle insanların DÜŞÜNMESİNİ, SORGULAMASINI sağlar. Aynı zamanda felsefeyi de öğretmiş olur: düşünmek ve sorgulamak? Tabii sistem Paulo gibi kişileri her zaman kendine karşı “tehlikeli kişiler” olarak görmüş; uzaklaştırmak, yok etmek için her yolu denemiştir. (Ülkeyi terk ettirmek, tutuklamak, işkence vs.)

Yoksul ve yoksullaştırılmış aileleri, kitleleri ülkenin gelişmesine katkıda bulunmalarını sağlamak, harekete geçirmek için “kitlelerin geleneksel uyuşukluklarından silkinip birer özne olarak”, okuma yazma etkinlikleri gibi bir hareket başlatır. Okuma-yazmaya başlayan insanlar “kendin” olma, kendilik bilincini de kazanmış olurlar. Eğitimin, her zaman ve vazgeçilmez bir güç olduğunu vurgular. Ve yine “amaç”a ulaşmada en büyük araç olduğunu anlatır; başarıya ulaşmak için “KESİNTİSİZ MÜCADELE”nin olması gerektiğini de. Ve uzun yıllar araştırmalarının, yaşanmışlıklarının sonucunda, bazı kesimler tarafından kabul edilmeyeceğini de bilerek “Ezilenlerin Pedagojisi’ni kaleme alır Paulo. Bu da demek oluyor ki, görüşlerimizin karşılığı her zaman var olacaktır. Hatta bu şiddetli de olabilir. Ama bütün bunlar, bizi hedeflediğimiz yoldan alıkoymamalı” Eleştirilerin bizi korkutmaması gerektiğini, bu gibi durumların bizi büyüteceğini, çoğaltacağını ve doğruyu bulmamızda yol gösterici olduğunu anlarız, Paulo’nun yine aynı satırlarında. Aynı düşünceleri paylaştığımız dostlarımız ise eksik veya yetersiz gördükleri yerleri elbette doldurabilirler, doldurmalılar diye düşündürürken, bu kitap için, arkadaşlarının yorumlarının önemli olduğunu söyler. Bu da bize, insanın dostlarının olması gerekliliğini, çoğul fikirlerin ve paylaşmanın hedeflenen “amaç’a ulaşmada doğru ve etkin bir GÜÇ kazanımı olacağını vurgular.

Ve “bana neciliği” geri çekilme olarak nitelendirir. Diğer bir ifadeyle “sekterlik” der. Sağ sekterliğin, var olanın ilelebet devam edeceğine; sol sekterliğin, var olanın bir gün mutlaka değişeceğine inandığına vurgu yapar. Bunun, bir noktada tembelleşmeyi beraberinde taşıdığını ve kişiyi hep bir kurtarıcı beklemeye ittiğini anlatır. Oysa kurtarıcılar kurtulmayı unutturanlardır. Kurtarıcı olmak ya da kurtarıcı beklemek yerine sorunlarımızla yüzleşerek, aksayan yanlarımızı görüp düzeltmek için bir hareket, bir çaba göstermek gerektiğini de anlatır. Ayrıca, “Sekterlik, hangi siyasi kampta olursa olsun, insanlığın kurtuluşu önündeki bir engeldir.” der Paulo.

1.BÖLÜM
Bölümün ilk cümlesinden etik, estetik ve din problemiyle birlikte insanı tanıma (çözme) çabasını anlarsınız. “İnsanlaşma ve insandışılaşma” dır bunun adı. Yazar insanlaşmaya kaygıyla bakarken, insandışılaşmanın ontolojik bir olasılıkla birlikte, bunu tarihsel bir gerçek olarak da görmemizi sağlar. Ve şöyle der: “Tarih içinde, somut ve nesnel bağlamlarda yetkinleşmemişliğinin bilincindeki yetkinleşmemiş bir varlık olarak insan için gerek insanlaşma, gerek insandışılaşma birer olasılıktır.”(s.22)

“İnsanlaşma; adaletsizlik, sömürü, baskı ve ezenlerin şiddetiyle engellenir; ezilenlerin özgürlük ve adalet özlemiyle, kaybettikleri insanlığı yeniden kazanma mücadelesiyle olumlanır.”(s.22) İşte burada ezen ve ezilen çelişkisi ortaya çıkar.

Ezenler; yeryüzünü, toprağı, üretimi, insanları, zamanı kendi egemenliklerinin tasarrufundaki nesneler olarak düşündükleri için bütün bunlara sadece “şeyler” olarak bakarlar. Ve daha fazlasına sahip olmak, tekellerini uygulamak, sürdürebilmek için ezilenler üzerinde boyun eğdirme yöntemlerini çoğaltırlar. Bunu yaparken, ezilenleri (ötekileri) ve kendilerini insandışılaştırdıklarını anlamazlar. Ezilenler ise aynı zamanda ezenlerine benzeme çabasındadırlar? Bununla birlikte ezilenler, kendi içlerinde çirkin ve iğrençliği de barındırırlar. Bunun nedeninin “ezilenler ezenlerin aynası” olduğunu, üstüne basa basa anlatır bize Paulo. Ve içlerinde en çok örgütlü olanın da bu olduğunu; bu gücün kontrolsüz olduğunda tehlikeliye dönüşeceğini ve bu ezenden kurtulmak için ayrı bir çabanın gerektiğini de ekler. Ve bizim (ezilenlerin), sekterliğe düşmeden, içimizdeki ezeni öldürerek yarına dair bir hegemonya yaratmayı amaç edinmemizi ister.

Bunu da şöyle açıklar: “ezilenlerin büyük insanı görevi şudur; kendilerini ve aynı zamanda da ezenlerini özgürleştirmek. İktidarlarını kullanarak, sömüren ve gasp eden ezenler, bu iktidardan ne ezilenleri ne de kendilerini özgürleştirme gücünü alamazlar. Sadece ezilenlerin zayıflığından doğan erk, hem ezilenleri hem de ezenleri özgürleştirecek kadar kuvvetli olacaktır.” (s.23) Ve arkasından sorar: “Kim ezilenlerden daha iyi anlayabilir, ezenlerin korkunçluğunu” Baskının verdiği zararları ve özgürleşmenin gerekliliğini vurgulayarak?

Ezilenler ancak ezildiklerinin ve kendi güçlerinin farkına vardıklarında, özgürleşme sürecine girmiş ve kendilerine inanmaya başlamış olmalarınıysa şöyle anlatır:
“Ezilenler, ancak ezenlerini keşfettikleri ve özgürleşme için örgütlü mücadeleye girdikleri zaman kendilerine inanmaya başlarlar.”(s.43) Bunun tersi kadercilik için ise, “Ezilenler, durumlarının nedenlerinin farkına varmadıkça, sömürülmelerini kaderci bir şekilde ‘kabul’ ederler.” der. (s.42) Ve bu bölümü ezen-ezilen çelişkisinin çözümlenişi, ezilenlerin sınıf olarak ortadan kalkmasıyla çözülebileceğini anlatarak bitirir.

2.BÖLÜM
İkinci bölümü eğitime ve eğitimin önemine ayırır. Eğitimin gerekli oluşunu şu sözcüklerle anlatır bize: “yanlış yoldaki sistemde, yaratıcılık, dönüşüm ve bilgi yoksunluğu yüzünden ” rafa kaldırılan” bizzat insanlardır. Çünkü kendileri araştırmadan, praksis olmaksızın, insanlar hakikaten insan olamazlar. Bilgi ancak ve ancak, buluş ve yeniden-buluş yoluyla, dünya içindeki dünya ile ve insanların birbirleriyle olan sabırsız, durmak bilmeyen, sürekli, umut dolu araştırmalarıyla peşinden koşmalarıyla meydana gelir.” (s.49)

Eğitimi, bankacı eğitim ve problem çözümleyici eğitim olarak ikiye ayırır. Bankacı eğitim için; “Mekanik, statik, doğalcı, uzmansal bir bilinç görüşüne dayanan bu eğitim, öğrencileri alıcı nesnelere dönüştürür. Düşünmeyi ve eylemi denetlemeye çalışır, insanları dünyaya uymaya yöneltir ve insanların yaratıcı gücünü etkisizleştirir.”(s.55) Dünyayı tanımaya çalışarak, ezilenlerin değişimini ve dönüşümünü istemeyen ezenlerin çıkarlarına hizmet ettiğini açıklar.
Problem tanımlayıcı eğitim için ise; “Problem tanımlayıcı eğitim, devrimci geleceği olmaktır. Bu nedenle kehanet niteliğindedir ( Bu niteliğiyle umut doludur). Bu bakımdan insanın doğasına karşılık düşer.” der. (s.61)
İki eğitimi karşılaştırdığımızda aradaki farklılıkları daha iyi anlayabiliriz. “Bankacı eğitim diyaloga direnir; problem tanımlayıcı eğitim diyalogu, gerçekliği deşifreden idrak edimi için olmazsa olmaz koşul sayar.
Bankacı eğitim öğrencilere yardım edilecek nesneler muamelesi yapar, problem tanımlayıcı eğitim onları eleştirel düşünürler haline getirir. “Bankacı eğitim yaratıcılığı önler ve (tamamen yok edememesine rağmen) dünyadan koparmak suretiyle bilincin amaçlılığını evcilleştirir, böylece de insanların daha tam insan olma şeklindeki ontolojik ve tarihsel yetisini yadsır. Problem tanımlayıcı eğitim yaratıcılığa dayanır, gerçek düşünceyi ve gerçeklik üzerinde eylemde bulunmayı teşvik eder; böylece de insanın, sadece sorgulayıcı ve yaratıcı dönüşüme katıldığı zaman özgün bir varlık olma yetisine karşılık verir.”(s.61)

Eğitimcilerin, insanlara ve insanın yaratıcı gücüne inanarak güven duymasının önemli olduğunu; eğitimci ve öğrenci arasındaki ilişkinin arkadaşça olması gerektiğini, aslında öğretmenlerin de öğrencilerinden öğrendiğini, yani öğreten ve öğrenen diye bir şeyin olmadığını, yalnızca herkesin birlikte öğrendiğini (öğretirken öğreniriz, öğrenirken öğretiriz ) vurgulayarak bu bölümü de bitirir.

3.BÖLÜM
Üçüncü bölümde diyalogu analiz eder. İnsani bir olgu olduğunu söyler, akla ilk gelenin ve biriciği-özü sözdür diye tanımlar. “söz diyalogu mümkün kılan bir araçtan öte bir şeydir” der Paulo ve devam eder: “Söz içinde iki boyut buluruz. “Düşünme” ve “eylem”, bu ikisi öylesine radikal bir etkileşimdir ki biri kısmen bile feda edilecek olsa, öteki dolaysızca zarar görür. Aynı zamanda bir praksis olmayan hiçbir gerçek söz yoktur.” (s.64) Şu iki sözcüğü de eklersek;
“Bir söz, eylem boyutundan yoksun bırakıldığı zaman, düşünmede otomatik olarak zarar görür. Sözün yerini boş laf, lafazanlık, yabancılaşmış ve yabancılaştırıcı “dırdır” alır.
Öte yandan düşünce bir yana bırakılıp tek yönlü olarak eylem vurgulanırsa, söz aktivizme dönüştürülmüş olur.” (s.65)

Burasını daha iyi ve daha basitiyle şöyle açıklayabiliriz. Söylem ve yaşamın örtüşmesi ya da söylem ve yaşamın arasındaki uyumsuzluk (kopukluk, uçurum). Yani düşüncelerimiz ve yaşantımız.
Diyalog, insanlar arasında ilişki-anlaşabilirlik diye düşünsek de, Paulo, “Diyalog, insanlar arasındaki yüzleşmedir ve dünyayı adlandırmak için dünya aracılığıyla yaşanır. Bu nedenle dünyayı adlandırmak isteyenlerle bu adlandırmayı istemeyenler arasında” öteki insanlara kendi sözlerini söyleme hakkını tanımayanlarla bu hakları ellerinden alınmış olanlar arasında- diyalog oluşamaz. Temel hak olan kendi sözünü söyleme hakkı inkâr edilmiş insanlar, ilk önce bu hakkı yeniden kazanmalı ve bu insandışılaştırıcı ihlalin sürmesini önlemelidirler.” der. (s.66)

Diyalog aynı zamanda alçak gönüllü olmayı gerektirirken, birlikte öğrenme ve birlikte eylemde bulunmanın önemini ve vazgeçilmez olduğunu da vurgular. Bu önemi şöyle dillendirir Paulo: “Yüzleşme noktasında ne mutlak cahiller ne de yetkin bilgiler vardır; sadece halen bildiklerinden daha fazlasını birlikte öğrenme girişimi içindeki insanlar vardır.”(s.68) Buradan anladığımız, herkesin kendi sözünü söyleme hakkının olduğu, kimsenin kimseye bilgiçlik taslamadığı, dönüşüm yolculuğunda (insan olma yetisi) birlikte öğrenme sürecidir. Biraz daha açacak olursak; diğer bir şekliyle insanın önce kendine, sonra yüzleşme içinde bulunduğu insanlara inanması gerektiğidir. Bunun derin bir insan ve dünya sevgisiyle var olabileceğini, bununla birlikte güven ve umutla bütünleşmesi gerektiğini açıkça ortaya koyar. Yalnız sevgi ve umut diyalog için ilk adımı oluştururken, inanç ve güven diyalogun oluşumundan sonra gelir ve bütünlük kazanır.

Bir bütün olarak diyalog olmaksızın başarılı bir ilişki ve beraberinde insanlaşma-yetkinleşme olmayacağını anlarız. İnsanlar arasındaki her tanışıklık-konuşukluk ilişki değildir, sadece “ilişik-ilişiklik”tir. İlişki diyalog-yüzleşme içine girdiğin insanlar arasında olur.

Bütün bunların önemini Paulo, “yetkinleşmemiş varlıklar içinde sadece insan, yalnız eylemlerini değil, kendisinin kendisi hakkındaki bilincini de düşüncesine konu edinir. Bu yetenek onu, kendilerini faaliyetlerinden ayıramayan ve böylece de eylemleri hakkında düşünemeyen hayvanlardan ayırır.” diye anlatır.(s.74)

İnsan olma farkındalığının önemini ve gerekliliğini anlatmaya Paulo’nun şu sözleri yeter sanırım:”Kendi başlarına karar vermekten aciz, ne kendilerini ne eylemlerini nesneleştirebilen, kendi koydukları hedefleri olmayan, anlam veremedikleri bir dünyaya “gömülü” yaşayan, ağır basan bir şimdi de var oldukları için bir “yarın’ı bir “bugün’ü olmayan hayvanların tarihleri yoktur.” (s.75)

“Hayvanların aksine insanlar yalnızca yaşamakla kalmaz, var olurlar; içinde konumlandıkları dünyadaki etkinliklerinin farkındadırlar, kendilerine koydukları hedeflere yönelik eylemde bulunurlar. Kararları kendi içlerindedir; dünya ve diğerleriyle ilişkilerinde yaratıcı varlıklarıyla, onda gerçekleştirdikleri değişim aracılığıyla dünyaya nüfuz ederler.” (s.76)

4.BÖLÜM
Dördüncü bölümü, daha önceki bölümlerde ele alınan konuları, geliştirip genişleterek açıklamalar yapmaya ayırmıştır. Burada, “İnsanın faaliyeti kuram ve praksistir; düşünce ve eylemdir.” diye başlarken, devrimci önderlerin düşünce ve eylem biçimini eleştirir”

Bundan sonrasını kısaca konu başlıklarıyla geçmek istiyorum. Tarih ve insan, tarihsel gerçeklik; kültürel devrim için, kültürel eylem; diyalog karşıtı eylemin özellikleri, boyun eğdirme yöntemleri; ezenlerin eylem kuramları, böl ve yönet; diyalog karşıtı eylem çeşitlerinden manipülasyon; diyalog karşıtı eylem kuramının temel özelliği, kültürel istila; diyalog karşıtı eylem kuramının baş karakteristiği, işbirliği; devrimci önderlerin özgürleştirici bir praksis gerçeği, özgürleşme için birlik; diyalogcu eylem kuramında uzlaşmaz manipülasyon karşıtı, örgütlenme; tutarlılık, cesaret, süreklilik ve değişimin diyalektik ilişkilerini yaratan kültürel sentez ve sendikalaşma

SON
Kitabın “ek’inde “Eleştirel Pedagoji Hakkında Yeniden Düşünmek: Paulo Freire İle Söyleşi” yer almaktadır. (s.160)
Tarım işçilerinden öğrendiklerimiz; statükonun dışında yer alan bir düşünür olarak, sistemden kopma; öznellik ve eğitim siyasası ilişkisi; Düşüncenin ve eğitim uygulamasının siyasi sonuçları; Tutukluluk döneminde edindiği deneyimler; Sürgündeki günleri; Cinsiyet ayrımının sürdürülmesinde dilin oynadığı rol; Dil ve etnik özellik; Gelişmekte olan ülkelerin en büyük sorunu; Egemen kültürün egemenlik altına alınmış halk tarafından eleştirel biçimi; Sosyal hareketler (kadın özgürlüğü, barış hareketleri, çevreciler) gibi daha birçok soru ve yanıtının yer aldığı bölüm.
O söyleşi bölümünün son sorusu ve yanıtıyla yazımı tamamlamak istiyorum. “Okuyucularınıza son olarak ne söylemek istersiniz?” (s.193)
“Bu kendini tekrar eden yabancılaştırıcı günlük rutinden sıyrılıp doğrulmaya girişelim. Hayatı anlamaya çalışalım; ille de şeylerin günlük tekrarı olarak hayatı değil, yaratma ve yeniden yaratma çabası olarak, isyan etme çabası olarak hayatı anlamaya. Yabancılaşmamızı ellerimize alalım ve soralım, “Niçin?”, “Böyle olmak zorunda mı?” Bence değil. Tarihin nesneleri olmayı tamamen durduramasak bile, tarihin özneleri olmamız gerek. Ve özne olmak için şüphesiz, eleştirel bir tarih talep etmemiz gerek. Etkin katılımcılar ve gerçek özneler olarak biz, ancak kendi hayatlarımızı eleştirel olarak sürdürdüğümüz zaman tarihi yapabiliriz.”(s.194)
Yorumsuz bir yanıtı da aktardıktan sonra, “Ek:2” başlığıyla “Kitapta Geçen Terimler’in açıklamasının olduğunu da hatırlatayım.

Üzerinde çalıştığım bu kitabın “Ezilenlerin Pedagojisi” tanıtımı değil sadece ön bilgi olarak kabul edilmesini ve bu kitabın herkes tarafından defalarca okunmasını ama mutlaka okunmasını önererek noktalıyorum.

Ayşe Kaygusuz

5 yorum

  1. Yorumlarınızı ve analizinizi takdir ettim. Size bir teşekkürü borç bilirim o yüzden çok teşekkür ederim.

  2. Teşekkürler, kitap için güzel bir ön hazırlık oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir