Boşluk – Ergün Doğan

boşlukGülümü yaratacağım senin için. Hem de ne kadar elmas varsa deniz suyunda o kadar gülü, ne kadar yüzyıl varsa gök tozları içinde o kadar gülü, tek bir çocuk kafasında ne kadar düş olabilirse o kadar…
Louis ARAGON

BOŞLUK
Birileri fısıldamalıydı bizlere, doğruyu söylemeliydi. Sözcüklerin taşıdıkları anlamları kavramamız nasıl mümkün olacaktı aksi halde. Kapanda eli kolu bağlı kalmak, daha da kötüsü boynuna demir çubuk inmiş bir fare gibi soluk alamamak, ölümün kokusunu yakınında duymak, yaklaşmak gibi bir boğuntu bu. An be an yakınlaştığımız bir belirsizlik yada… Doğrular gizli tutulmamalı, bütün örtüler kaldırılmalı, bilmeliyiz nereye doğru gittiğimizi, bizlere doğru geleni, o içimizi kemiren şeyi, boşluk’u.

Gömütlerin bizleri korku içinde bıraktıkları sanılmasın sakın. Eğer bu yanlış kanıya kapılacak olursanız bizim de onlardan ve belki de sizlerden bir farkımız kalmaz, sözcükleri çarpıtanlar arasına, o doğrusöylemezlere katılırız böylece. Bir kez daha tekrar edeceğiz, gömütlerden korkumuz yok. Ama unutmamak gerek, herkes kendi boşluk’unda debelenir. Sözgelimi biz “Boşluk: Dünyanın en güzel gömütü” şeklindeki bir safsatayı “Gömüt: Dünyanın en güzel boşluğu” sözcük dizimine yeğ tutmayız kuşkusuz. Oysa herkes bizler gibi düşünmez. Etrafınıza birazcık bakacak olursanız, insanların ürkekliği, panik içinde sağa sola koşturmaları, hastane koridorlarının mide bulandıran kalabalığı, baş döndürücü bir hızla ve savurganca tüketilen tabletler, drajeler, şuruplar, olabildiğince gözlerden ırağa, kent sınırlarının bitiminden de uzaklara, terkedilmişliğe itilen gömütlükler gözlerinizden kaçmaz. İşin ilginç yanı, bu soluk alıp verme sevdasının bütün dünyevi acılara, düşülen umarsızlıklara ve çıldırtan boşluk’a göğüs germekte gösterdiği başarıdır. İşte bunu uslarımıza sığdıramıyoruz, şaşıp kalıyoruz böylesi anlamsız bir direnişe. Toprak kemirici değil midir? Ağır ağır çürüterek yutmaz mı insanı! neden boş yere çaba harcanılır, altın yada gümüş değil ki insan, diğer gömüler gibi kendisini yada başkalarını uzak tutabilsin bu parçalanmadan, bu dağılmadan, bütünleşmeden…
Boşluk’un birilerince böylesi bir tanıma sürüklendiğini ve bu birileri arasında yer almadığımızı gördüğümüz sürece soğukkanlılığımızı koruyacağız. Olmayacak işlerin peşinde değiliz çünkü. Her ne kadar doğrular bir nehir gibi akmasa da bizlere, nelerin olup nelerin olamayacağını az çok kestirebiliyoruz. Üstelik hepimizin de göz alıcı gül bahçeleri var, koşuşturmalarıyla sokakları inleten çocuklarımız var sonra. Bundan ötesini istemek düpedüz oburluk. Bir an için kendimizi Derya’nın yerine koysak rahatlıkla anlarız bunu; çatallaşan bir boşluk… ancak Tanrının verebileceği bir umarı ölümlülerden beklemek, tutkunun zincirine vurulmak. Hayır, biz onun kadar bile dayanıklılık gösteremezdik, kolumuz kanadımız kırılırdı, olduğumuz yere yığılıp kalırdık.

Bahçenin en seçkin yerinde durduklarını gördük, işaret parmağıyla toprağı eşelemeye başladı Derya. Dün gece çiseleyen yağmurla nemlenen toprak kurumamıştı henüz, kahverengi topaklar beyaz eline yapışıyordu. Sağ elini Serdar’ın açık avucuna uzatarak antoryum tohumunu baş parmağıyla işaret parmağının arasına aldı. Kafasını kaldırdı, bakışlarını üzerimize dikip söylenmeye başladığında dua ettiğini sandık, oysa yanılmıştık, birkaç saniye sonra sesini yükselterek, “Lanet olasılar! İşiniz yok mu sizin? “ diye bağırdı, hiç oralı olmadık yine de, tohumu toprağa usuca yerleştirip, üzerini hemen kapamasını gözlerimizi kırpmadan izledik. Ama onların gözünde varlığımız buradan silinmiş gibiydi artık, bizi önemsemez bir tavırla can suyunu döktüler; uzun uzadıya baktılar toprağa; öylece, durağanlığı bitimsizliğe devindirerek. Bu sonsuzluk duygusu bir çırpıda başka bir şekle büründü, durağanlığın bozulması pahasına her ikisinin de gözleri usulca kayarak karpuzların arasında gezindi, ama Derya’nın bakması bir başkaydı, kaybolmuştu, sezgileri korkutuyordu onu, hayır, diye geçirdi içinden, bahçe duvarlarının bir işe yaradığı yok, sonsuzluk denilen şey bu olmalı. Aklı almıyordu bir türlü, sınır tanımaksızın nasıl da yayılıyordu salgın, durmak nedir bilmiyordu, dört bir yandan dünyayı sarmalıyor, her an binlerce yaprak ekliyordu. Ve en kötüsü de zaman geçirmeksizin büyüyordu karpuzlar… Nasıl kurtulabilecekti bu kabustan? Gözlerini açıp kapayarak bakışlarını silkeledi, inanıyordu ki salgının önünü ancak böyle kesebilirdi.

Bir kez daha uzattı bakışlarını, tam da bizim üzerinde oturduğumuz, evin sağ yakasında kalan duvara bakıyordu, ama bizi göremeyecek kadar bütün dikkatini karpuzlara vermişti, yalnızca yeşilin tonları görünüyordu ona. İkinci bakışıyla birlikte yüz çizgilerinde bir rahatlama belirmişti, çünkü salgın duvar dibinde sona eriyordu, az önceki ürkünç algılayışı düpedüz bir yanılsamaydı. Daha öncekilerden farksız bir yanılsama. Bunun bağışlanacak bir tarafı yoktu, bilinçli olarak aldatıya düşüyordu sanki. Gerçi bizleri ilgilendirmezdi bu, ama yine de düşünmeden edemiyorduk, nasıl oluyordu da onu yıkıma götüren düş gücüne set vurmazdı, anlaşılır gibi değildi. Üstelik böyle yapmakla konuklarını da umutsuzluk içine sokuyordu. Bunu anlamak için Serdar’ın gözlerine bakmak yeterdi. Çok değil beş on dakika önce bahçeden içeri adım attığı sırada yüzünden saçılan pırıltı daha şimdiden sönmeye başlamış, düşünmek istemediği bir kuşkuya bırakmıştı yerini.

Bununla kalsa iyiydi, benim endişem bundan da öteye gidiyordu, yüzümdeki pırıltıyı ise çoktan unutmuştum. İçimden bir ses kötü şeyler olacağını söylüyordu.
Sezgi değildi bu ses, hayır sezgi olamazdı, Derya’nın bana dokunmasıyla birlikte ürperti verici bir geçmişi okuyordum sanki ve buna geçmiş demek de o kadar kolay değildi, yeniden yaşanılmakta olan bir gelecekti düpedüz, dolayısıyla böylesi bir kesinlikte kuşkunun yeri yoktu. Üstelik bu düşünceden yakayı kurtarmak için ne yapsam boşunaydı, çünkü buraya geldiğimden beri meraklı gözler üzerime çevrilmişti, bu denli bir ilgi karşısında ister istemez huzursuz oluyordum. Aklımdan geçenleri bir gerçek dışılık zırhıyla bezeyip büyülenmiş pozlarına girsem bile, çevremdeki bakışlar üzerimden çekilmedikçe neye yarardı bu kaçış? Çaresiz, Derya’nın peşine takıldım, durmaksızın söylendiğini duyuyordum, “Duvarlarımı bulutlara değdireceğim,” diyordu, “Ancak o zaman bu kabus çekilir üzerimden, ancak o zaman…” Birdenbire geriye döndü, “İyi ki geldin, belki bu sefer…” diye fısıldadı.

Kimse duymadı onu, Serdar duymuş gibi başını salladı yalnızca. Bu kez olacak mıydı bilmiyordu? Daha önce Malezya’dan bile gelen olmuştu, Antiller daha uzaktı, antoryum tohumunun Antillerden gelmiş olması umudunu arttırıyordu. Üstelik Malezyalı botanikçi, “Bu bahçenin kötü yazgısını değiştireceğim, hiç kuşkunuz olmasın, yarın sabah muhteşem bir gül yaprağı eteğinize dokunacak,” demişti demesine ya, onunla yatmayı kabul etmemişti. Bahçeye hangi tohumu ekersen ek, topraktan bir karpuzun filizlenmesi sorunu, bütün dünyayı ilgilendirebilecek bir sorunmuş, hem de bir botanikçiyi kitaplarından uzaklaştırarak bilime sırt çevirtecek denli bilim ötesi bir sorun. Oysa Derya’nın yazgısı…hayır bu yazgı bile değilmiş, araştırmalara, deney tüplerine kulak vermek yeterliymiş. Bütün bunları uzun uzadıya açıkladıktan sonra da susmamıştı botanikçi; evliymiş üstelik, üç çocuğu varmış, karısını çok seviyormuş, ihanet edemezmiş ona.

Derya, uzun uzadıya Serdar’ın üzerinde gezdirdi bakışlarını, O da Malezyalı gibi mi düşünüyordu? “Hayır,” dedi Serdar, “Ben karımı değil seni seviyorum.” Saçmalıktı bu, tabi ki hiçbirimiz inanmadık böylesi bir yalana. Bütün algılamamızı onda topladık, bakışlarımızla aşağıladık onu. Yüzüne, dosdoğru gözlerinin içine yönelttik dikkatimizi. Ne yapacağını bilemedi, erittik onu, kurtuluşu Derya’ya sığınmakta buldu, bakışlarıyla yalvardı, kurtar beni bu soysuzluktan kurtar, kurtar…

Çocukların, yakışıksız davranışlarla, Derya’nın konuğunu zor durumda bırakmaları gerçekten de çok üzüntü vericiydi, bu yapılan, ne kentimizin saygınlığına ne insanlığa sığardı. Ama şu da var ki bir saygınlıktan söz edebilmek o denli kolay değil artık. Böylesi tatsızlıklara her geçen gün daha fazla tanık oluyoruz ne yazık! Kimisi bütün suçu Derya’nın üzerine yıkıyor ve yeni yeni türeyen davranış bozukluklarını, suç oranlarındaki baş döndürücü artışları, erkeklerin evlerine olan bağlılıklarının gitgide azalmasını ve akla gelebilecek başka olumsuzlukları, Derya’nın her önüne gelene kuyruk sallamakla neden olduğu ahlak çöküntüsüne bağlıyorlar; son zamanlarda yüzlerce yabancının kente akın etmesini de yine aynı sebeplerle mide bulandırıcı bulduklarını da unutmamak gerek. Üstelik parasal kaygılar yüzünden olanlara seyirci kaldığımızı, hatta bunun da ötesinde, pisliğe bulaştığımızı, karanlık çöker çökmez üçer beşer Derya’nın evine yollandığımızı savunarak bizleri de karalamaya çalışıyorlar. Söylenenlerin gerçekle uzaktan yakından bir ilgisi bulunmadığını bile bile susuyoruz. Çünkü biliyoruz ki kendimizi ne kadar savunursak savunalım, evlerde, kahvelerde, ara sokaklarda durmaksızın yinelenen söylentilere son verdirebilmemiz olanaksız. Var gücümüzle savaşsak, kanımızı son damlasına kadar bu uğurda tüketsek, namusumuza olan düşkünlüğümüzü anımsatsak, konuşsak, didişsek, dirensek de değişen bir şey olmaz. Binlerce yılın tortusu öylesine katı, öylesine yıkılmaz dururken, bu belirlenemez geçmişin insandan insana ulanan silsileliğinde ayakta kalmayı başarabilen söylenti yığıntısına yeni bir tabaka eklenmesi işine aracı olmaktır bize düşen, acı duymaktır, sessizce yazgıya boyun eğmektir, sessiz kalmaktır yalnızca, budur.

Kenti solumaya başladığına göre, söylenti tortusunun gün be gün serpilişi karşısında Serdar’ın da sessiz kalmaktan öte bir şey gelmez elinden. Doğruluğu kuşku götürür şeyler daha şimdiden duyulmaya başlandı bile. Ciddiye almamız gerekir mi bilmiyoruz ama söylenenlere bakılırsa ta okyanus ötesinden alınmış bir tohumla gelmişti buraya. İspanya’da Türk Elçiliği’nde görev yapan önemsiz bir memurmuş ve Katolanya ayrılıkçılarını dinginleştirmek için başlatılan yatırım atağının ilk adımı olacak tropikal seralar oluşturma projesi kapsamında Barcelona Limanı’na getirilen bir gemi dolusu antoryum tohumundan bir kaç avuç alarak İstanbul’a uçmuştu.

O da tıpkı diğer tohum taşıyıcıları gibi, kimsenin bir şey görmediği, kimsenin bir şey duymadığı, ama bütün olanların herkesçe bilindiği kentimize bir solukta ulaşmıştı. Ne yapacağını iyi biliyordu. Gül bahçelerinin her an biraz daha yakınlaşarak darlaştırdıkları sokaklardan geçmiş, teraslarda durgunluğa teslim olmuş evlilik çağındaki kızlara bakmamıştı. Kentin dışına doğru ilerledikçe bahçe duvarları harabeye dönüşmüş ve artık son adımlarını atarken onulmaz bir şekilde yerle bir olmuş son bahçe duvarı yıkıntılarını görmüştü. En sonunda, kent bittiğinde, çeşitli büyüklükte yüzlerce karpuzun boy verdiği bahçenin ortasındaki ahşap evin sahibesinin gözlerinde beliren umudu yüzüne çarpar bulmuştu, ama bunca yolu yalnızca onun hırsı için tepmiş değildi. Ne ekersen karpuz olarak sunan bu mucizeye başka bir mucizeyle son vermek istiyordu: antoryum çiçeğini görecekti ilk kez. İnançlıydı da, ışık sızmayan, su geçirmeyen demirden bir tabutun içinde bile antoryumun çiçek verebileceği söylencesi gelmişti kulağına.

Artık sabahı beklemekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Derya’yla birlikte kapıyı aralayıp eve girdiler. Hemen yemek masasına geçip, birer tabak ezogelin çorbasını, ardından da kuzu haşlamasını midelerine indirdiler. Bu sırada her hareketlerinin birileri tarafından izlendiğini bilmiyorlardı kuşkusuz, bizim düşünüp, görebileceğimiz onların akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Oysa soluk alıp verişlerini, duyuyor, yemekten sonra kahve içtiklerini görüyorduk.
Saat dokuza geliyordu. Pencereden Ay’ı izlemişlerdi bir süre, yıldızları saymayı denediler sonra. On dördüncü yıldıza ulaştıklarında Serdar itiraz etti: O yıldızı daha önce saymışlarmış; üçüncü yıldız. İtiraz kabul edilmedi, her gün yaptığı bir işmiş, hata yapması hemen hemen olanaksızmış. Rekoru da seksen üç yıldızmış. Üstelik Serdar’ın bu açıdan ilk kez baktığı halde böyle bir iddiada bulunması ne kadar boş ve saçmaymış.

On dördüncü yıldızdan sayılmaya devam edildi. Otuz üçüncü sayıldığında Serdar’ın pes ederek pencereden uzakta divana boylu boyuna uzandığını, Derya, ancak kırk sekizinci yıldıza ulaştığında fark edebildi. O da bıraktı yıldız sayma işini, Serdar’a baktı: gözlerini kapamış. Bu hali çok yaşlı göründü ona. İnsan gözlerini kapayınca yaşlanıyor olmalıydı. Çizgiler derinleşiyor, çürümeye başlıyor sonra. Demek bütün sır gözlerin kapanmasında gizli kalmış milyonlarca yıl. Gözleri kapanmadıkça ölü sayılmıyor insan, çürümenin vazgeçilmez tek koşulu da bu değil mi? Gözleri açık son soluğunu verenlerin çürüyebilmesi için göz kapakları bir perde gibi aşağıya indiriliyor bunun için. Evet kuşkusuz böyle olmalıydı, Derya’nın aklına başkaca bir olasılık gelmiyordu. Daha yakından görebilmek için Serdar’a doğru ilerledi. Yanına gelince durdu, dikkatlice yüzüne baktı, onu çok iyi tanıdığı duygusuna kapıldı birden. Çok eskilerde kalan bir tanıdık, belki aynı sırayı paylaştığı çocukluk arkadaşı. Platonik aşkıydı ara sokaklarda kaybolan. Babasıydı, küçücük bir kusuru bile görmezden gelmemişti. Yirmi yıllık kocasıydı, bugün ne yapmışlarsa, aynı işleri binlerce kez yapmışlardı daha önce: ekim töreni, sorulmadan getirilen şekerli kahve ve uykunun ölü soluması…

Serdar’ın çürümekte olan yüzüne duyduğu tiksinti yeniden pencereye döndürdü onu, ama bu kez göğü unutmuştu, yeryüzünün gösterişli bir mabedi çağrıştıran sessizliğine bırakmıştı kendisini. Bütün bu görkeme karşın terkedilmiş bir sıradanlıktı bu. Evinin elli adım uzağında doğanın bereketi boy veriyordu, onun topraklarına adım atılır atılmaz ise ne çetin bir yenilgiyle karşı karşıya geliyordu insan. İşte, sanki sonsuzca uzanıyordu karpuz salgını. Bütün bahçeyi teslim almıştı. Her geçen gün biraz daha çoğalıyorlar, diye geçirdi içinden. Tek sorumlu ise kendisinden başkası değildi, tutkusunun önüne geçemiyordu, eline geçen her tohumu ekiyordu toprağa. İstediği şey çok değildi oysa, hor görülen tepelerde bile hiçbir bakım gerekmeksizin biten, neredeyse kentin bütün bahçelerinde ise başka çiçeklere yer bırakmayacak denli bencilce yayılan gül salgınının kokusundan öte beklediği bir şey yoktu. Sonradan ona miras kalacak bu eve geldiği gün ekmişti ilk gül tohumunu. Evliliğinin birinci günüydü, kocası tohum ekmek yerine fide dikmenin daha akılcı olduğunu söylemeye çalışmış, ama ona söz geçirememişti, çünkü Derya bunu bir başlangıcın simgesi olarak kabul etmişti, evliliklerinin tarihini o gül tohumunun filizlerinde ve açılacak olan güllerde bulacaklardı. Ertesi sabah pencereden dışarıya bakar bakmaz, gül tohumunu ektikleri yerde filizlenen karpuzun, onların tohumundan can aldığını düşünmemişti hiç. Hem toprağı bu kadar çabuk yarması olanaksızdı, hem de onların tohumu karpuz tohumu değildi elbette. Ama bu günden sonra aylar geçtiği halde ne ilk ekilen yerde bir gül bitmişti, ne gülün bir türlü filizlenmemesi üzerine yüzlerce kez toprağı yeniden tohumlamalardan; ne de evliliklerinin ilk gecesi başlayıp aralıksız her gece tekrarlanan sevişmelerden karın şişmişti. Gülden umudunu kesip çeşit çeşit çiçek tohumları ekerek geçirdiği evliliğinin üçüncü yılı on sekizinci gününde kocasının ölümüne kadar da hep aynı dramatik sonla karşılaşmıştı: hep karpuz veren bir bahçe ve hiçbir şey vermeyen bir rahim.

Derya, uyandığında Serdar’ı yanında, yatağının bir köşesine gömülmüş bulunca şaşırdı. Hemen yataktan doğruldu, perdeyi araladı bir çırpıda. Gözlerini ovuşturarak dağınık saçlarını hafifçe geriye iteledi ve bizi duvarda sohbet eder bulunca, tohumu ektikleri yere hiç bakmadan gözlerini odaya kaçırdı. Tül perdeyi kapayıp, odaya güneş girebilsin diye perdenin iki kanadını duvar diplerine çekti. Saçılıp dökülen elbiselerini topladı. Beyaz çoraplarını uzun sürmeyen bir aramadan sonra yatağının altında buldu. Fırfırlı geceliğini katlayıp elbise dolabına özenle yerleştirdi, askıdan pileli eteğini alıp giydi. Komidinden siyah tokalarını toplayarak tıpkı dünkü gibi topuz yaptı saçlarını. Bu sırada gömleğini giymiş olduğunu fark etti ve dalgınlığına lanet okudu. Son zamanlarda sık sık başına geliyordu bu. Kontrol edemediği bir güç gövdesine yerleşmişti sanki, onu olmadık yerlere götürüyor, akıl sır ermeyecek işler yaptırırken bir anda yolculuk bitiyor, kendisini en son hatırladığı yerde, son yaptığı işten farklı bir işle uğraşıyor buluyordu. Bu yüzden kaç kez, kapıyı kilitlemeyi unuttuğu düşüncesiyle endişe içinde eve dönmüş, her seferinde kapıyı kilitli bulmuştu. Bir türlü aklı kesmiyordu, insanın aklı kendi yönetiminden çıktığı zaman bir işi adamakıllı beceremezdi ki. Onun elinden her şey geliyordu oysa, kümeste güvercinleri yemliyor, boşalan kaplarına su dolduruyor, bir sonraki yemleme faslında ne burun kıvrılarak ayaklar altında ezilmiş bir yem kırıntısı görüyor, ne de, “bizi açlıktan öldürmek mi istiyorsun?” dercesine atılan güvercin çığlıkları duyuyordu. Bu dalgınlık zamanları, her işi kararında yapması kaçınılmaz oluyordu neredeyse, ama bütün bu kararlılık önemsiz sayılabilecek uğraşılar söz konusu olduğunda bir işe yarıyordu, yaşamını şekillendiren tutkularına engel olmak ise olanaksızdı. İçindeki büyülü güç bile çaresiz kalıyordu bu durumda, ona söz geçiremiyordu bir türlü.

Kahvaltıyı hazırlarken, başından eksik olmayan bu dalgınlık belasına lanet okumaya devam ediyordu. Sonunda söylenmesini keserek radyoyu açtı, istasyonları bir bir geçti. Zırıltı, yavaş yavaş bir ağır parçaya bıraktı yerini. “Evet işte bu harika” dediğini duyduk. Tekrar kahvaltı masasına dönerek peynir kalıbını dilimledi. Buzdolabının kapısını açtı, biraz bakındıktan sonra kapattı. Tekrar açtı, unutulan neydi? Salça kutusunun arkasında duran cam tabaktaki zeytini alıp masanın üzerine koydu, zeytinyağı döktü üzerine, limon sıktı. Ekmek çantasını el yordamıyla kontrol etti: boş. Fırına gitmesi gerekiyordu. Üzerine bir şey almadan dışarı çıktı. Antoryum tohumunu ektikleri yere doğru ilerledi. Bizden gözlerini kaçırarak alıcı gözle toprağa baktı, yeni bir karpuz filizlenmişti. Taş döşeli yoldan, geldiği gibi geri döndü ve bahçe kapısını aralayarak gözden kayboldu. Ayaklarını sürüye sürüye söğüt dallarının altından geçti. Sola, İncirli Mahallesi’nin sınırı olan sokağa daldı. Adımlarının gürültüsünden ürken serçe sürüsünün melodik bir uğultuyla dut ağacından havalandığını gördü. Kanat çırpınışlarıyla kendinden geçti, soluğunu tutarak göğe baktığında gözleri kamaştı. Yüzünü buruşturdu; demir korkuluklar arasından beyaz güller fışkırıyordu. Terasta demir çubuklu kafeste cıvıldaşan bizlere kolunu uzattı, parmağını gagaladık. Hemen elini çekerek yoluna devam etti. Hafif bir rüzgar tam eteğini havalandıracağı sırada girdi fırına. “İki ekmek istiyorum,” dedi. Tek bir söz etmeden gazeteyle sardığımız ekmekleri verdik ona. Parayı ödeyerek beklemeden çıktı dışarı. Hızlı adımlarla yoldan aşağıya doğru vurdu. Keyfinin yerinde olduğu her halinden belliydi, ayak parmaklarından saçlarına kadar bütün gövdesi, sarsıntılı bir çığırtkanlıkla geride bırakıyordu sokakları. Kaldırımda yürürken birdenbire yolun ortalarında duran plastik topumuzu farketti, yolunu değiştirerek oraya ulaştı bir çırpıda, topumuzu fırlattı bize. Gülümseyerek kaldırıma çıktı yeniden. Arkasından “Fahişe!” diye bağırdık, ses çıkarmadı, çocukluğumuza verdi. Ama az da olsa neşesi kaçmıştı, karşıdan gelmekte olan işçilerden aldı hıncını. Evet, yüzünü bizden öte yana, sağlık ocağını çevreleyen taştan duvara çevirerek aşağıladı bizi. Sonra da, gözden yitene kadar gördüğü her şeyde bir kusur aradı, insanları becerisizlikle suçladı. Tanrı size verdiklerini bir de bana verseydi o zaman görürdünüz diye söylendi. Gül nasıl büyütülürmüş görürdünüz o zaman. Meğerse bütün güller soluk renkli ve çelimsiz değilmiş, çocuklar zatüre olmadan, kafalarını gözlerini yaralamadan yediyi çıkarabiliyorlarmış, bağışla bizi Derya, çocuklarımızın kavga etmeden de belaları üzerlerinden savabileceklerini nereden bilebilirdik…

Elinde ekmekler olduğu halde bahçeye ulaşır ulaşmaz bahçe duvarından kovdu bizi. Ses çıkarmadan uzaklaştık oradan. Bizi duyamayacağına emin olacak kadar arayı açtıktan sonra ağza alınmayacak küfürler ettik yalnızca. O ise kapıyı çarparak içeri girdi. Serdar uyanmıştı. Gözlerini açtığı an bahçede bulmuştu kendisini, Derya’nın yokluğunun ayrımına bile varamayarak güven içinde karpuzların arasından ilerlemiş, düşlediği an toryum filizini görememişti ne yazık! Soğukkanlılığı elden bırakmamıştı yine de, diğer tabansızlar gibi korkup bir daha dönmemecesine sıvışmayı ise aklının ucundan dahi geçirmemişti. Çünkü Derya’yla ilgili kulaktan kulağa dolaşan söylentilere inanmıyordu. Hiçbir kadın, hele Derya gibi birisi, onu çocuk sahibi yapamıyor diye kocasının canına kıymazdı.
Kahvaltı yaptılar. Derya köpüklü suyla bulaşıkları yıkadı, Serdar duruladı. Güvercinlere yem verdiler. Her ikisi de antoryumun diğerleriyle paylaştığı yazgıyı unutmuş gibi yaparak, torbada ne kadar yemin arta kaldığını kontrol ettiler. Dünya kurulduğundan bu yana gökyüzünde kanat çırpmış ve gelecekte kanat çırpacak bütün güvercinlere yetecek kadar yem vardı. Hepsini bahçelerine davet edip bol keseden dağıttılar kalan yemi. Güneş altında yürüdüler sonra, yağmur yağdı, evde tıkılı kaldılar günlerce. Konukları kapıda karşılayıp, ellerindeki tohumları aldıktan sonra düş kırıklığına mahkum ederek geldikleri gibi postaladılar. Zorluk çıkaranları ırz düşmanı olmakla suçladılar, kapı aralığından, “Evlendik! Evlendik!” diye bağırdılar. Bari tohumlarımızı geri verin dediğimizde ise kapı yüzümüze çarpıldı. Gizlenerek, evde yokuz numarası yapmaya kalkıştılar. Ertesi sabah tohumları ektiler kimseciklere görünmeden. Göremedik, günlerce sesleri solukları çıkmayınca ölümle kucaklaştıklarına inanç getirdik. Çağrılan polisler kapıyı kırdılar, içerden bir ses duyuldu: Uyuyoruz, gürültü yapmayınız lütfen! Polisten davacı olamadıkları için Derya’nın ölen kocasının bir bölü iki maaşıyla taktılar kapıyı. Paranın yarısına el koyduğu için Sigorta Kurumu’na küfürler yağdırdılar sonra. Eve girip kapıyı içerden kapadıkları zaman derin bir düşünce aldı onları; Derya gebe kalmayacak mıydı ne? Bir daha seviştiler.

İki ay sonra Derya öfkelenmeye başlayınca iplerin koptuğuna inanmaya başladık, ama Serdar, yemek yapmakta Derya’nın gösterdiği hüneri anımsatınca her şey unutuldu. Bu göz alıcı beceriyi kulak arkası etmesi, dahası bununla da kalmayıp bir de yemeklere laf etmesi nedeniyle, bir ölünün arkasından konuşarak günaha girme pahasına kocası içerlendi. Derya’nın yaptığı yemekleri yediler. Serdar İspanya’yı anlattı, o kadar çok anlattı ki sonunda ikisi de sıkıldı. Ama bu evde yapabilecekleri başka bir şey de yok gibiydi. Can sıkıntısına çare bulmak ne zordu! Neyse ki Derya elindeki iskambil destesiyle kapıda göründü bir öğleden sonra. Boş zamanların canına okumak adına piştiye oturdular ilk olarak, Serdar oyunu açık farkla kazandı. İkinci oyunda fark biraz daha açılınca, Derya üçüncü oyunun oynanmasına engel oldu: dünyada bundan daha sıkıcı bir başka oyun olamazmış. Serdar, bu kez pokerin nasıl oynandığını öğretti ona. Ama en iyi elin kare as mı yoksa floş rua mı olduğunu anlatamadı bir türlü. Bir daha anlattı Serdar, bütün mesele, bir oyuncunun elinde kare as varsa, diğer oyuncunun as olmadan floş rua yapmasının olanaksız olmasıymış. Bu kez anladı. O gün akşam oyun bittiğinde Serdar’ın kol saati, İtalyan ceketi, evrak taşıdığı deri çantası Derya’nın kısa gün kazancı oldu; sonraki günde Serdar’ın gelecek üç aylığının üzerine kondu. Ertesi gün ise İstanbul’daki evini üttü. Bir hafta sonunda bütün mal varlığından oldu Serdar. Akşam üstü kentin sokaklarında yoksul bir adam olarak gezinirken neon ışıklarının yanmasını beklemeden, ara sokakta kalmış bir pavyonun boş masaları arasından geçti ve alacalı fistanıyla göz kamaştıran yaşı geçkin falcıdan çok yakında öleceğini öğrendi. Kahkaha attı, ama kahkahasına bulaşan ölümcül korku dikkatimizden kaçmadı. Ayağa kalkarken sendeleyince kalçasıyla çarptığı masa devrildi, bardakları tuz buz etti ve ne olup bittiğini anlayamayan bekçinin bağırışları arasında, zararı karşılama inceliğini bile göstermeden onursuzca kaçıp gitti. Bağırışlar şehirde yankılanan bir çığlığa dönüştü ve devrilen tezgahlar, asfalta yayılan ahlat armutları, “Yakalayın” sesleri… bütün hepsi karmaşanın tarihçesine yeni bir sayfa ekledi. Sırtından düşürdüğü fanilasıyla birlikte, adım seslerinin bize yol gösterdiğini bilemeden dar sokaklardan soluk soluğa geçti. Etrafı kolaçan etmek için birdenbire duraksadı. Yüreğinin zembereği kopmuş gibiydi, durmanın sırası mı? Hadi koş da bana ayak uydurabil, diyordu. Yerin sarsıldığını duyumsadı. Dehşet içinde eve ulaşıp kapıyı araladı, divanda oturan Derya’ya baktı: Sen biliyor musun hayat okumayı? Biliyormuş. desteyi yelpaze gibi açarak, “ Bir kağıt seç” dedi. Çekilen kağıt kupa beşti. Ne anlama geliyordu bu? Beş, kıskançlık demekmiş, ama sonra seçilecek olanlar her şeyi değiştirebilirlermiş.

Bir kez daha üzerimize doğru uzattı elini, aramızdan canım sinek ikiyi çekti, bizden ayırarak masaya sırtüstü yatırdı onu. İki sorun olduğunu duyurmaktaymış. Ya ölüm? ölüm yok, “Bir kağıt daha çek,” dedi. Maça as! Dosdoğru bana bakarak dökmeye başladı kehanetlerini: Kuşku içindesin ne yazık! Yazık değil aslında, yazgı. Karpuz yapraklarında arıyorsun kuşkuyu, kalıbımı basarım ki bu antoryum, diyorsun ve ayalarına sürüyorsun taptaze yaprakları; bak yanıldın işte, ellerin saçmıyor hala bir yabanıl kokuyu. Gözlerini kupa beşten ayırma sakın! Kıskanıyorsun o baş döndüren kokuyu duyabilenleri ve beyninde yarattığın şu tehlikeli bakış nasıl da benim suratımdan fırlamış gibi değil mi? İşin ürkütücü tarafı, imgeleminle birlikte gitgide küçülüyor olman, böylelikle, inandığın safsatanın sana yol göstermesine izin vermek zorunda kalıyorsun. Tanrım ne korkunç bir yazgı bu! Anlıyorum ki sözcüklerim yetersiz kalacak, ne söylesem yetmeyecek seni anlatmaya. Susmam mı gerekiyor o halde? Hayır, susmak neye yarar ki? Çünkü sende kendimi görüyorum, kendi geleceğimden de kaçamam ya! Yaşamın uzlaşılabilmez gizi dize geldiyse hele, elimiz kolumuz bağlanmış demektir. O halde bırak yazgımız dinlensin burada, nasılsa geleceği yakaladık, uyuyalım biraz…

O gün el falından sonra iskambil falından da beklediğimiz işaretler belirince, makyavelist aşıkların sonlarının geldiğine bütün kalbimizle inanmaya başladık. Kimimiz, bahçe duvarının dış tarafındaki kaldırımdan yükselen keçiboynuzu ağaçlarına tünedik. Bir kısmımız duvarı kendisine siper ederken, daha küçük yaşta olanlarımız ise bahçe kapısını geçtikten sonra karpuzların arasına uzanarak orada bekleme yürekliliğini gösterebildi. Gece yarısına kadar gösterişli bir dolunayın altından ışıkların söndürülmesini sabırla diledik. Duyularımız bize güç vermekteydi, akşamın ağır ağır çekildiğini duyuyorduk. Birdenbire hepimiz birden bir tansığa teslim edilerek bir mucizeye tanık olduk. Evin sol yakasındaki yaşlı söğüt ağacının kovuğundan bir sincabın girdiği sanısı bizi şaşkınlık içinde bıraktı. Kovuktan tırmanarak, gövdenin tepesinde tekrar göründüğünde kızıl bir kediye dönüşmesini ise ancak birkaçımız fark edebildi.

Işıklar söndürüldü, sessizlik aldı yürüdü. Uyudular. Çok geçmeden yanılgıya düştüğümüz ortaya çıktı, salonun ışığı tekrar yanınca Serdar’ı uyku tutmadığını anladık. Televizyonu açtı. Derya’yı uyandırmamak için kendisinin de duyamayacağı kadar kıstı televizyonun sesini. Perdeyi çekmeyi aklına getirmemiş olması bizim için büyük bir talihti, tek bir kımıltısı bile gözlerimizden kaçmıyordu. Kuşku uyandıran hareketlerle ayağa kalkıp, televizyonun konulduğu dolabın alt bölmesinde bulunan iskambil destesini alışını da bu sayede görebildik. Koltuğuna tekrar dönerek, ona ölüm haberleri uçuran dizinin ilk kağıdı kupa beşi, ağır soluk alıp verişleri arasında işaretledi. Ardından sinek ikiyi aramaya koyuldu, bulur bulmaz da yüzünde erken bir utkunun çizgileri belirdi. Ama asıl büyük tehlikenin maça asta gizli olduğunu da bilmiyor değildi. Yazgısının yeniden yazılabilmesinin tek koşulu, bu dirimden uzak kağıdı belirlemekten geçiyordu. Bunun ayrımında bulunmakla görünürde devinimsiz bir depremin gövdesinde başlayarak ağır ağır ilerlemesine neden oluyordu. Böylece dışardan bakanların, evrensel bir düzenin ancak böylesi bir durağanlıkta içten devinebileceği düşüncesine kapılmaları kaçınılmazdı. Hareket çevreye taşmadan içerden ilerliyordu. Onu haberli kılacak denli onun düşüncesiyle bütünleşen bir akmaydı bu. Tanrım! Ürpermek istiyorum! dedi, ürperdi. Gözlerini kapayarak dinlemeye koyuldu sarsıntıyı. Huzur denen sözcük bu uyuşma için bulunmuş olmalıydı. Bütün benliği bu sözcüğün yol göstermesinde yeni buluşlara yol açılışa tanıklık ederken, hiçliğin bir varolmaya dönüşmesi Tanrı yasalarına yükselme anlamına geliyordu. Ya yeryüzü yasalarına ne olacaktı? Bunları düşünmenin sırası değildi şimdi. Varolmak zamanı gelmişti artık. Güçlü iki el onu omuzlarından kavrayıp çekti yeni yaşama. Aynı ellerden biri, ayaklarından tutarak tepe taklak askıya aldı onu, diğeri poposunu tokatladı. Hıçkırarak ağlıyordu ilk kez. Müjde bir oğlunuz oldu! Sülalenin en büyüğü oradaydı şans eseri; sülalenin en küçüğünün kulağına eğildi, ismini fısıldadı: İkinci Serdar.

Sol elindeki hayat çizgisi alabildiğine uzadı. O kadar uzadı ki ayası dar geldi, elinin üzerine taştı, oradan da koluna geçti ve Derya’nın ölmüş kocasının röpdöşambrının içinde kayboldu. Yeryüzünde ne kadar falcı varsa hepsinin de kürelerinde anlamsız şekiller belirdi. Renk haleleri bütün kötü kehanetleri gölgeleyip, bütün ölümleri erteleyerek dünyayı yaşlılar cennetine dönüştürdüler. İşsiz kalan falcıların ellerinden gelen tek şey, Serdar’a lanet okumak oldu. Çaresiz, yeni bir iş aradılar; kimi kasap olabildi, kimi fırıncı. Tanıdıklarını araya sokup bir memuriyet işine kapağı atanlar bile oldu. Bir iş tutturamayanlar ve ilkelerine bağlı olanlar ise komik duruma düşmek pahasına işlerine dört elle sarıldılar. Kenar mahalle kahvelerinde karşılık beklemeden palavra kehanetlerde bulundular. Dünyayı çelik çomaktan ibaret sanan bacaksızlar bile alay ettiler onlarla, meslek onuru ayaklar altına alındı. Hepiniz öleceksiniz! kehanetini duyan kalabalık yalnızca gülümsemekle yetindi. Bunu zaman geçirmek için yeni bir eğlence olarak saydıklarından yaşlı yüz çizgilerini özgür bıraktılar. Ama falcılar işin peşini bırakmak niyetinde değildiler. Çok ince hesaplar yaptık, dediler, iki vakit sonra sular elli iki buçuk derecede buz haline gelecek. Belki inanmayacaksınız, ama güneşin yörüngesinde yarın da bir değişiklik beklemiyoruz, dediklerinde bile kimsenin onlara inanası gelmedi. Böylece, müneccimliği yasaklayan kanun maddelerinin bir hükmü kalmadı, kovuşturmalar sona erdirildi, davalar düştü. Herkesin eğlenmeye hakkı olduğu düşüncesiyle, falcılara bel bağladığı ileri sürülen politikacılara ses çıkarılmadı. Bizi bu adamlar mı yönetiyor? gibi bir yaygarayı kimse koparmadı. Bedenine şeytan yuvalanmış kuşkusuyla falcı yakanların yattıkları topraklarda derin bir pişmanlığın sıkıntısı yeryüzüne taştı. Bu hareketlenme bir bilinç olarak geri döndü topraklarına. Şeytanın bile bu denli akıldışı yalanlar söyleyemeyeceğini nasıl anlayamadıklarına şaşıp kaldılar. Onca yakacak odunu heba etmeleri ise bağışlanacak gibi değildi. Bir daha mı? Asla. Ne halleri varsa görsünler di. Alaca bir ışık halesi, tül perdenin yardımıyla yüzünde oynaşırken Serdar uyandı. Geç kaldığını duyumsadı. Neye geç kalmıştı? Tabi ki savaşmaya! Çabuk kılcımı getirin, atımı hazırlayın, geç kaldım, diyesi geldi. Hurafe değil bu, kazanılmış bütün savaşlar şafakta başlamıştır, oysa ben hala yataktayım. Getirin işaretli destemi de yazgımı değiştireyim, diye gürledi ve hemen yerinden kalkarak karşıda selam durdu, baş üstüne efendim, dedi. Hepimiz de onun aklını kaçırdığını düşünüyorduk, bu konuşmalar başka ne demeye gelebilirdi ki? “ Ama efendim çok üzgünüm.” “ Neden neden?” “Çok saygıdeğer Müneccimbaşı Derya Hanım ne yazık ki yoklar efendim.” “Falcılara kıran mı girdi, başka birini çağırın.” “Bugünlerde de çok unutkansınız efendim, hepsini işlerinden etmiştiniz ya” “Ya evet öyleydi.” “Durun efendim, Derya Hanım teşrif ettiler.”

Derya’nın geldiğini ondan önce biz fark ettik. Kapıyı usulca açtı, içeri geçti, ayak uçlarına basa basa holü geride bıraktı. Salonun kapısı ardına kadar açıktı, Serdar’ı kendi kendine söylenirken bulunca, “ Dün gece çok düşündüm,” dedi yalnızca. Duraksadı sonra, geceyi düşünmekle geçirdiği yetmezmiş gibi düşünmesini orada da sürdürdü. Düşündükçe düşünmeye acıktı. Beşgen bir kar tanesiydi ilk düşünmesi, ikincisi ilkine yapışıyordu çok geçmeden, ardından üçüncüsü ekleniyordu, sonra dördüncü… Sonrasını saymak ne kadar zordu! Açlığı çığ gibi büyüyordu. Müthiş bir buluş! Tutkuya yanıt arayanlara neredeyse aksiyom bir bilgi verilmişti işte. Anlaşılan o sınırsız büyüme, düşüncenin düşünceye eklenmesiyle oluyordu. O halde yapması gereken şey, kendisini düşünmekten alıkoymaktan öte değildi, ama dünya kurulduğundan bu yana kaç kişi başarıyla verebilmişti bu sınavı? Kaç kişi böylesi bir hızla büyüyen bir çığa karşı durarak tutkularından vazgeçebilmişti. Yanıtı güç soruların üzerinde durmak istemiyordu Derya. Aslında biliyordu ki dünyanın en kolay sorusuydu bu, ama yanıt vermek korkutuyordu onu. Üstelik gereği olmayan çabalara gömülmeyi kendisine yaraşır bulmuyordu. Hayır bunun altından kalkamayacaktı, gülleri düşüncesinden kovamıyordu bir türlü ve bütün algılaması kutlu bir doğumun beklentisini kendisine uğraşı olarak seçmişti. Düşünmeden durabilmek tanrılılığı gerektiren bir yeti olmalıydı, bütün insanların yazgısını çaresiz o da paylaşacaktı. Ama herşeye karşın bu buluşun yabana atılacak bir yanı yoktu. İnsanın doğayla mücadelesine yeni bir sayfa eklenmişti, hem de bütün insanlık tarihinin bilim kazanımlarını yeniden gözden geçirtecek bir meydan okumayla. Meğerse bilim adamları laboratuarlarda boş yere çürüyorlarmış, sayıların arasındaki yüzlerce yıllık kayboluş akılsızlıkmış. Çok yazık! Bulabilmişler mi düşünme açlığının insanın başına sardığı belaları? Bulamamışlar. Gerçi, suyun kaldırma kuvvetini buldum, diye don gömlek yaygara koparmışlar, ama neye yarar ki bu buluş? Kurtuluşumuzu yalancı bir cennete bırakıp çekilmekten öte neye yaramış? Geçmişimize tanım getirmek için tek bir sözcük yeter: yanılgı. Bu yanılgının tek sorumlusu da bilim diye önümüze konulan hiç değildir de nedir? Ve asıl bu bilimi bize getiren bilim adamları…evet sorumluyu onlarda aramak gerekir. Bilekleri çok güçsüzmüş, daha koşum hayvanlarının köleleştirilmesinin öncesinde sabanı sırtlamayı göze alamamışlar. İnsanları yönetebilecek otoriteye hiç sahip olamamışlar zaten, savaşmaya da yürekleri yokmuş. Onlara kala kala bilgelik kalmış, ama bu basit buluşu bile ortaya çıkarabilecek beceriyi gösterememişler. Oysa Derya bulmuş işte, bununla da yetinmemiş, üstelik istese de yetinemezmiş, çorap söküğü gibi bir durummuş bu. Serdar düşünmeliymiş bir kez, ipin her yanını sarmaladığını düşünmeliymiş. İşte o zaman en ufak bir vücut kımıltısı söküğü başlatırmış ve çözülen her ilmik yeni bir buluş demekmiş. Bu yüzden erken uyanmış, sabah yapılması gereken rutin işleri ertelemiş. Güvercinleri yemlemenin, ortalığı derleyip toparlamanın sırası değilmiş. Bulmuş. Uğursuzluğun nedenini bulmuş: İskambil destesi. Tertemiz, el değmemiş yeni bir deste satın alırsa, artık falda ölüm çıkmayacağını anlamış.

Elini açarak avucundaki desteyi gösterdi. “Çektiğin her kağıt sana bir on yıl kazandıracak.” Çekmedi Serdar, eli titreyerek geri çekildi, eski destenin gerçekte uğurlu olduğunu inandırmaya çalıştı Derya’yı. Ona bir şans daha verilmesinin gereğini savundu. “Asıl başlangıcın, yeni desteyle değil, eski desteyle olacağına inanıyorum hem.” dedi ve Derya’yı ikna edebilmek için elinden geleni ardına koymadı: Bak göreceksin, çekeceğim ilk kağıtla birlikte alabildiğine dirim saçan bakışlar belirecek, papazlar bile gençleşecek, yirmilik filinta delikanlılara dönecekler. Ve güç bela anımsanan bir geçmiş kalacak onlara.

Bağışla onu Derya, bir şans daha ver şu güzelim desteye. Valeler kılıçlarını çekebilecekler o zaman. Paslar silinip, ağlar temizlenecek, çünkü soyluluğun hakkını vermek gerek. Kuşaklar öncesinde başlamış kokuşmuşluğu terk etmenin zamanı gelmiştir artık. Hadi Derya, onları bu aşağılık durumdan kurtaralım. Görmüyor musun bu sorumluluk bizim üzerimize yıkıldı! Kızları, sahici kızlara dönüştürmek bize düştü. Koskoca bir ömrü huzurdan yoksun geçirmek pahasına böylesi kolay bir işi yüzüstü bırakmak, bize saç baş yoldurmaz mı sanıyorsun? Hadi, gündelik yalnızlıklarının beslediği dayanılmaz ruh sıkıntısına son vererek, gönül değmemiş, ip atlayan körpelerin varlıklarına sığdıralım onları, Hadi, içimden bir ses zamanımızın azalmakta olduğunu söylüyor.
Derya, çaresiz boyun eğdi bu isteğe. Tuttuğu deste birdenbire kurtuldu elinden, bütün kağıtlar salınarak dağıldı dört bir yana. Kimi yüzükoyun, kimi sırtı dönük düştü. Yüzü sapsarı kesilmiş halde yere doğru bakıyordu. Hepimiz yıllardır bu anı bekliyorduk sanki, evet sona gelinmişti, böylesi durağan bir bakış, kentimizin üzerine inen gölgeyi yok edecekti. Köklü bir evrimdi bu ve bütün kalbimizle inanmıştık ki bu evrim ancak bizim katılımımızla tam bir anlam kazanacaktı. O nedenle -yapmamız gerekenin yalnızca bu olduğunu bildiğimizden- gözlerimizi ondan ayırmıyorduk hiç. Salonun penceresinden görebildiğimiz kadarıyla yetinmek zorundaydık, ama doğrusu bu da yetiyordu bize. Bulunduğumuz yerden bile kan ter içinde kaldığının ayrımına varmamız güç olmamıştı. Ardından gövdesinde bir sallantı başlamış, bütün organları dökülürcesine kusmuştu. Başı dönünce sendelemiş, yere yığılıp kalmıştı sonra. Böylece sezgilerimizin doğru iz üzerinde bulunduğu apaçık kanıtlanmış oluyordu. Bu sırada içimizden birinin “Bakışım”, dediğini duymuştuk, hem de geometriden çekip alınarak usa yükseltilmiş bir bakışım. Bütün bir kentin doğmakta olduğunu duyumsuyordu ve bu toplu doğumu, bakışım yoluyla Derya’nın karnından dışarı doğru akan kutlu doğuma borçluyduk. Kentin varlığı o küçük ceninin yaşamla tanışmasına bakıyordu. Daha şimdiden oluşan simetri, tanışımın başladığını duyurmaktaydı. Üstelik birbirine bağlı bulunan bu iki doğum arasında öyle bir eş değerlilik vardı ki hiçbir itiraz kabul etmezdi. Çünkü biz ancak onunla gerçek anlamda bir var olmayı tanıyacaktık ve bu nedenle de kurbağa testi yapıldıktan üç gün sonra, alınacak yanıt için hastanenin yolunu tutan Derya’nın peşine takılmıştık. İçimizden taşan coşkunun katlarca fazlasının onda yer ettiği kesindi. Ona zor anlar yaşatan bu kusmalar, gelecekten iyi haberler getiren bir ulaktan başka ne olabilirdi ki? Kuşkusuz başka bir solumayı gizliyordu içinde. Bu derin inancın verdiği güç sayesinde kolayca üç kat çıkabildi. Koridora saparak yürümesini sürdürdü. Kapıları aralanmış hasta odalarında yataklara kurulmuş ziyaretçileri gördü. Koltuk altlarında derece ısıtan hastalar, böylesi bir uğraşıdan doyumsuz zevk alırcasına üzerlerinden yılgıyı kovmuşlardı. Ama Derya onların içlerini okumak hevesinde değildi, ‘sessiz olunuz’ işaretini yapan hemşireden bile kaçırmıştı gözlerini, dehşetli bağırışları andıran bir gürültüyle neredeyse bütün hastaneyi sarsıntıya boğarak koridoru adımlamıştı. Gürültüyü duyan herkes ölü uykusundan uyanıyordu. Ürkü veren bir silkinmeydi bu, ister istemez kulak kesildik, bir çırpıda başlarımızı dışarı uzatıp çekingenlikle kolaçan ettik koridoru. Felçli olanlarımız içlerinde kesinlikli bir hareket duydular. Hemen yanı başlarında duran su bardaklarını duvara dayayarak, koridordan gelen sesi daha anlaşılır kılmaya çalıştılar. Böylesi ritimden yoksun bir sese tanım getirebilmek insanüstü bir duyulama yetisiyle olası olabilirdi ancak. Bu yüzden ellerinden gelen tek şey bağırmak oldu. Ama çığlıklarını kestiler hemen, yıllardır onları yataklarına bağlayan onulmaz kımıltısızlıklarıyla bağdaşmayacak bağrışmaları karşısında şaşkına dönmüşlerdi çünkü. Gürlemeleriyle hastaneyi yeniden inlettiklerinde bu şaşkınlık bizi de kattı içine. Tanık olduğumuz görüntülerle düş gücümüz bile baş edemezdi. Bu haldeyken bağırabilmelerine şaştık, kollarını oynatabilmelerine, hiçbir yardım almaksızın bardağı bir kulaklık gibi kullanabilmelerine… Derya üzerine çevrilmiş bakışlara bir anlam veremedi ve bir saat yirmi iki dakika sıra bekledikten sonra doktorla görüşme fırsatı bulabildi. Muayene odasının kapısını içerden kapattık, doktor kibarca oturmasını söyledi ona. Oturdu. Can kulağıyla doktoru dinlemeye koyuldu sonra. Sorular ardı sıra gelmeye başladı bu sırada: Baş dönmeleri ve mide bulantıları hala devam ediyor muydu? Bacaklarında ağrılar hissetmeye başlamış mıydı? Yemek kokuları dayanılmaz mı geliyordu?
Sorulara evet yanıtını alınca, cebinden bir portakal şekeri çıkarıp bir bardak suyla birlikte uzattı: “ Şimdi bu hapı için, bir şeyiniz kalmayacak.”

Kurtuluş gibi sunulan rahatlatma cümlesi, çok geçmeden sorulan yeni sorularla birlikte bütün anlamını yitirmişti. Böylece Derya’nın direngenliğini yok eden bir isteksizlik kapladı odayı. Yalın bir sözcük dizimiyle konuşarak bildiği ne varsa anlattı doktora. Aslında kentte herkesin haberli olduğu saklı kalmış bir geçmiş saçılıp döküldü. Bu yüzden her cümle Derya’dan yeni bir şey eksiltiyor, ama bu eksilme bizde toplanmıyordu. Onun evlendiği günden başlayarak, bilgi birikimimizi olanca hızla çoğaltmıştık zaten, bu dil çözülmesi tekrardan öteye gidemiyordu. Yine de Derya’nın bu gerçeğin ayırdına varabilmesi için biraz zaman geçmesi gerekmişti. Böylece tohum ekme girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, fide dikme girişiminin de yirmi dört saat içinde hüsranla sonuçlanışını anlatmış, gizlerinin açığa vurulması olarak saymıştı bunu. Besbelli, olup bitenden haberimiz olmadığı düşüncesine kendisini, kaptırmıştı kaptırmasına ya, yüz kızartıcı yaşantısını sere serpe ortaya döküyor olmaktan pek rahatsız olduğu söylenemezdi. Ama kocasının onu çocuk sahibi yapamadan ölmesinden sonra, düşünü gerçekleştirmenin dışında hiç bir karşılık beklemeden, valiyle, savcıyla, her rütbeden subayla ve daha yüzlerce yabancıyla yattığını ağzından kaçırınca işin ciddiyetini kavradı. N’apıyordu? Bir an önce aklını başına toplamalıydı, dilini tutamayıp, iğde kabuğundan alerji olduğunu da söyleyebilirdi. Neyse ki yardımına doktor yetişti ve bütün bilgilerinin doğruluğunu kanıtlamış olmanın verdiği doyumla, ilacın yararlı olup olmadığını sordu Derya’ya. Bir şeyciği kalmamıştı. Doktor hiç düşünmeksizin tanıyı açıkladı: “ Ne yazık ki sonuç negatif. Bütün belirtiler psikolojik.”

O günden sonra bir daha Serdar’ı gören olmadı, ama kimse de bununla ilgilenir gözükmedi, çünkü ertesi gün evin arka bahçesinde bir gül filizi toprağı yarıverdi. Birdenbire oluvermişti bu, günün ilk ışıklarına duyurulmadan, ıssızlığın yorgun düşmeye başladığı bir an. Aramızda uyuyamayan tek kişi bile yoktu. Göz kapaklarımızın altında ilerleyen aynı düşün peşine düşmüştük. Işıltılı bir ay duruyordu tepemizde, oradan üzerimize doğru akan ışıklar, Derya’nın bahçesinde bir akarcaya dönüşüyordu.Tanrım! Gül yapraklarından oluşmuş kıpkırmızı bir tufan, bizi alıp götürecek bu, ne pahasına olursa olsun uzaklaşmalıydık, hayır yetmeyecek, ellerimiz kargışlanmış bizim, tohum taşıyan ellerimiz dolanıyor ayaklarımıza, ellerimiz kargışlanmış… Böylece sonu gelmez bir tutsaklık başladı. Kentin dik başlılığına ses çıkaramadık çaresiz. Uyanır uyanmaz, geçmişi çoktan unuttuğu anlaşılan Derya’ya çevirdik yüzlerimizi. Aylardır evden içeri girmelerine izin vermeden, geldikleri gibi geri gönderdiği konuklarına kapısını ardına kadar açmıştı yeniden, bahçede açan gülüne başkalarını eklemek istiyordu. Ilk günkü konuğu, yanında altmış üç koyunu, dört köpeği olduğu halde gelen tüccardı. Bir daha onu da gören olmadı. Sürüyle birlikte dört köpeğin sabahladığı bahçede yeni bir gülün bittiğini gördük. Derya, koyunları ve dört köpeği çetin bir pazarlıktan sonra satın aldığını söyledi. Bunun üzerine, tohumun nereden ve kim tarafından getirildiğini sorduk ona. Söylediğine göre, ne bu soruların bir önemi varmış, ne de tohumun ne tohumu olduğunun. İşin sırrı, herkesin uyuduğu saatte ekmekmiş tohumu, içinden geçirdiğin çiçek ertesi gün bitermiş o zaman. Dedikleri doğru olmalıydı, dün gece devasa büyüklükte bir yuvaya, insan başı iriliğinde bir tohum ektiğini görenler vardı. Üstelik tam da gülün serpildiği yerde, bahçenin kent dışına bakan kuytulukta olmuştu bu. Böylesi gözlerden uzak bir yeri seçmiş olması hiçbirinde kuşkuya yol açmamıştı, ama birdenbire anlam veremedikleri bir ürpertiyle dolmuşlar, tohumun üzerinin kapatılışını izlemeden uzaklaşmışlardı oradan. Bu ürperti onlardan ayrılmamıştı yine de, gün doğumuyla birlikte Derya’nın evine sürüklenmişlerdi. Oysa biz ancak öğlen sularında dışarıya çıkmayı akıl edebilmiş, uzaktan, karpuzdan yeşil örtüyü göremeden, onları Derya’yla konuşur bulmuştuk. Sonra hep beraber dinledik onu, ta ki köpek ulumalarını çağrıştıran bir yağmur hazırlığının sele dönüşerek sokakları silip süpüreceğini sezinleyene kadar dinledik. Ardından kapandık evlerimize. Geçmişte bir kez olsun temmuz akşamı yaşamamışçasına battaniyelerimizle sarındık ve kafalarımızı gömüp, kendi buharımızla tir tir titremekten kurtulamadık.

Gök gürlemeleri kudurmuş öfkelerini üzerimize saldılar. Yanar döner akşamlarda gözlerimizi yumup, kulaklarımızı kapamaya alışkın olan bizler, gök ansızın aydınlanınca hazırlıksız yakalanan hayaletlerin iğde ağaçları arasından kaçıştığını görmeye yüreğimizin olduğunu farkettik. Bizi kovuklarımıza çekilmeye zorlayan yeni korkumuz, diğerlerinin üzerine sünger çekmişti çünkü. Belki de yalnızca bu yüzden, gece boyunca düşen her yağmur damlasıyla birlikte biraz daha yaşlandık. Perşembe sabahı, pencerelerimizi çöplerden arındırılmış sokaklara açtığımızda salı günlerine özgü bir sıradanlık kentin elini kolunu bağlamıştı. Hiç şaşırmadık, dışarı adım atmak ise aklımızın ucundan bile geçmedi, gün boyunca da inançlarımıza sıkı sıkıya sarıldık ve Derya’nın evinden kente doğru yayılan dehşet rüzgarı bizi koltuklarımıza mıhlamaya yetti. İyi yürekli ve yürekli olanlarımız ise yabancıları uyarabilmek için kent dışında nöbet tutmayı göze alabildiler, ama kenti dışarıya bağlayan kuzeydeki tek yolda görünür görünmez, “Tanrım! Bu başkalaşma da nedir böyle?” diye bağırarak geldiği gibi geri dönen birkaç yabancıdan sonra, ailelerinin yüzü suyu hürmetine istemeye istemeye döndüler kente. Kapılarını kilitleyip, ne kadar mobilyaları varsa arkasına yığdılar sonra.

Bizi böyle davranmaya yönelten neden, gücünü çağrışımdan almıyordu kuşkusuz. Kapımızın dışarıdan zorlanacağına inancımız, soğuk algınlığının yol açtığı öksürüğün başkalığında gizliydi ve bunun sorumlusu da temmuz güneşinde hazırlıksız yakalandığımız yağmur değil, Derya’ydı. Böylesi bir deneyim daha önce bir kez olsun başımızdan geçmiş değildi, ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk. Bambaşka bir öksürüktü bu, sesinden öte, ağzımızda bıraktığı karpuz tadı korku içinde bırakıyordu bizi. Doktorların yardımını istemek zorunda kaldık umarsızca; beklediğimiz gibi, reçeteler tutuşturuldu ellerimize.

İlk zamanlar, ilaçların etkisi bir mesih havası yaydı ve kan özlemiyle yanıp tutuşan yüzlere renk geldi biraz, öksürükler dağınıklıktan kurtulup, kulağa hoş gelebilecek bir ritim kazandı. Ama bu rahatlama uzun sürmedi, ilaçları kullanmaya başlamalarından tam üç gün sonra kan ter içinde uyanıp, ateşlerinin tavana vurduğunu duydular. Duyduk. İlaçlarımızı bir kenara fırlattık; bir yandan seçeneklerimizin tükenmekte olduğuna inanarak, bir yandan da hastalığımıza umar getirir umuduyla kocakarı ilaçlarına bel bağladık bu kez. Bedenlerimiz hırçınlaşıp, avurtlarımız iyiden iyiye çökerken, bir parça meyan kökünü, gelincik saplarını , zencefil otlarını, karabiberle bulamaç edilmiş sakız sütünü olgunlaşmış gül yapraklarıyla karıştırarak her yemek öncesi birer kaşık aldık. Büyükannelerimizin uyarılarına kulak vererek, saçlarımızdan ayak parmaklarımıza kadar bütün bedenimizi saatlerce sıcak su ile sabunladık, güzelce kurulandıktan sonra uykuya daldık. Gözlerimiz kapanır kapanmaz ağılı bir gülümseyişle yüzümüze çarpılan uzunca bir vadinin görkemi dikildi karşımıza. Baktık uzaklara, bütün zıtlıklar el ele vermişti. Tepelerin üzerinde parlayan dümdüz bir ufuk çizgisinin yanı başında kavisler uzanıyordu, hemen bu çizgilerin aşağısında başlayan gölgemsi girinti çıkıntılardan yayılan saydamlık, bulutlarla buluşarak, zıtlığa aykırı bir şekilde renkleri de katlıyordu. Ve çok aşağılarda, kentimizin bulunması gereken yerde ise ağaçların coşkusundan öte bir şey yoktu. Nasıl olmuştu da yitmişti koca kent? Tanrım nasıl olmuştu? Kaybolmuşluğun tedirginliği üzerimize doğru akmaktaydı, gerçekte yitip gitmekte olan bizdik. Bu yüzden inmeye başladık vadiye, hepimize birden boğuntu veren titremelerimizin oluşturduğu dalgalanmayla iniyorduk. Yamaca vardığımızda upuzun bir vadi karşısında şaşkınlık içinde kaldık, bu ırmak yatağında nasıl yaşamıştık bunca zaman? Ama böylesi bir şaşkınlıkta tuhaftı aslında, bir zamanlar burada bir kentin yükselmekte olduğuna ilişkin tek bir iz bulunmuyordu, adım atamayacak denli ıhlamur ağaçları kaplamıştı her yanı. Bir ıslanmışlıkla birlikte soluğumuzu kesti bu. İyice yanaştık ağaçlara, koşulsuz bir arzu doldu içimize, birdenbire insanüstü bir hareketle bilincimiz tepeye yükseldi, ıhlamur ağaçlarının oluşturduğu geometriye hayranlık içinde baktık.

Tam bu sırada düşlerimizi yarıda keserek, yatakları toparlama gereği bile duymadan baharatçılara akın ettik, ne kadar ıhlamur varsa satın aldık hepsini. Bütün baharat kutularına ıhlamur yazarak, tıka basa doldurduk hepsini. Pencerelerimizin geniş ufkundan Derya’nın evini gözetledik sonra, kente adım atar atmaz soluğu Derya’nın evinde alan, ama bir daha kimsenin göremediği onca yabancının konukluğu, muhteşem bir gül bahçesi kazandırmıştı ona. Görebildiğimiz kadarıyla bu göz alıcılık arka bahçeye kadar taşıyordu. Yazın gelmesiyle birlikte baygın güneşin duvarlarda açtığı geniş çatlakların farkına kimse varamıyordu bu sayede. Evin ön cephesinin sol çaprazında kalan köşede, tüccardan satın aldığını söylediği koyunların sığabileceği büyüklükte yaptırdığı ahırın kapladığı küçük alan dışında, bütün bahçe güllerce istila edilmişti; artık gereksinim duyulmadığı için yerle bir ettiği güvercin kümesinin yıkıntıları arasından bile filizler fışkırıyordu. Bu pervasız ilerleyişe karşı sınırlı bir direniş de yok değildi, kapalı yerde köpek tutmanın insanın başına salacağı uğursuzlukları bilen Derya, onları hemen ahırın önüne zincirlemiş ve o alanda tek bir gül desen yeşermemişti. Ama o bu kadarını sineye çekebilirdi, yeter ki bahçesinin geri kalan kısmını rahat bıraksınlardı.

Bütün endişesi gösterişli bahçesine bekçi kesilmişti; kentin dışındaki terkedilmiş kesimevi kapılarının gıcırtısından ürken saksağanlar soluğu onun çatısında aldıklarında, kemikleşmeye yüz tutmaya başlamış bir alışkanlıkla dışarı fırladı bu yüzden, kuş ordusunun kanat uğultusu dinene dek kımıldamadan göğe baktı sonra. Tek hazinesine saksağanların bir zarar vermeyeceği inancıyla salona geri döndüğünde, az önceki aceleciğiyle yerlere saçılan ıhlamur taneleri bir kurtarıcının ayak izleri gibi göründü ona. Eğildi ıhlamur tanelerini teker teker toplamaya başladı. Sağ dizini yere değdirdiğinde eteğinin yırtmacı açıldı ve sol bacağı, parmak uçlarından kalçasına kadar şeftali pembesi gibi parladı. İzlendiği duygusuna kapılarak telaşla yırtmacı çekiştirip bir rahibe inceliğiyle kapadı bacağını. Ayağa kalkarak, topladığı ıhlamurları kaynattı.

Ertesi gün kentin dışından gelen nemli bir rüzgar şifa dağıtırcasına Derya’nın güllerini yaladı, oradan da diğer bahçelerin kokularını önüne katarak incelikle savrulurken, Derya başını dışarı uzattı ve bir yabancının kenti adımladığını sezinledi. Yazın sihirli değneğiyle yeşilden yaprakların kapattığı yola dikti bakışlarını. Adımlar her an biraz daha yakınlaşıyordu.Bu sesin sahibi bir damızlık boğa kadar güçlü olmalıydı, soluğu canhıraş bir boğuşmanın ortasında gibi kesik kesikti. Bu solumayı, bütün seslerin birbirine girdiği bir doğal dinleti izledi. Adımlarla aynı tempoda atan yüreksi yaşamın sesi, bir kozmos uğultusu, uzamın sonsuz boyutlarından kalbe dolan zamansal akıntı ve her şeyi her an yeniden yeniden başlatan çınlama sesi Derya’nın aklını başından aldı. Divana boylu boyuna uzanıp dizlerini birleştirdi, ardından bitişik dizlerini elleriyle kavrayarak karnına çekti. Hafif aralanmış kapıya çevirdi bakışlarını ve o sırada onu izlediğimiz duygusuna kapıldı. Oysa kapı aralığının görüş açısı Derya’nın uzanmakta olduğu divanı alamıyordu içine, olsa olsa içeri doğru yönelen bir huzursuzluktan söz edilebilirdi. Ve bunun baş sorumlusu da kuşkusuz o küçücük aralıktı, hem de ölüleri bile çileden çıkarabilecek denli küçük. İşin ürkünç yanı ise ritmin kaybolmak üzere olmasıydı, bu iyice çaresiz kılıyordu Derya’yı, o ilk düzenli seslilik bir kargaşaya bırakıyordu yerini, sesler bölük pörçük olmuştu. Ne olup bittiğini anlayabilmek için dışarı kulak kabarttı bu yüzden. Önce, soluğun o tiz sesi ulaştı, ardından, toprağa bastıkça ağırlaşan adımların korkunç sayıklaması duyuldu. Sağ ayasını yelken gibi açıp karnına yapıştırdı, oracıkta kalakaldı bir süre. Kayarcasına ovalamaya başladı sonra. Ovaladıkça sesler inceldi. Uzaklarda bir toz bulutunun ağır ağır çökmekte olduğunu duyar gibi oldu. İyice dikkat kesildi; yakınlaşmalarına karşın gitgide silikleşen adımlar, bebek partilerinin uysallığına dönüştü sonunda. Neredeyse kıyısına gelinmişti ölümcül bir sessizliğin. Ve bitime doğru bu yöneliş, ancak duyargalarla bir anlam kazanabilen seslilikten kurtulup somutluğunu onda buluyordu. Üstelik kıyısına gelindi deyimi bile Derya’nın içinde bulunduğu durumu karşılamaya yetmiyordu, bu ilerleyiş, çeperini aşmış, iliklerine dolmaya başlamıştı. Anladı ki artık bundan sonra bilgelikten kaçış olamazdı, ister istemez teslim olacaktı buna. Dışarıda başlayan sükunetin onun bedenine akması, sezgilerinin üzerindeki örtüyü kaldırıyordu: Üzünçlü bir yazgı peşini bırakmayacaktı hiç, o baygın kokudan ve her yandan fışkıran güllerin gösterişinden çarpılmış düşsel bir kadın gibi seyirtirken bile önü alınmaz eksikliğe diş geçiremeyecekti; sezgilerine yol gösteren bilgeliği söylüyordu ona; dünya yıkılsa, bütün bir bilim önünde diz çökse, yine de yoksun kalacaktı o dirimli çocuk ağlamasından. Oysa dışarıda sönmeye yüz tutan adım sesleri bir müjdeyi yayıyordu sanki. Sesteki karakter kısacık bir zaman içinde öylesine devinmişti ki, gözlerini yaşama yeni açmış bir bebeğin çok uzaklardan duyulan cıyaklamasını çağrıştırırcasına bir başkalık almıştı. Bunun üzerine başını pencere hizasına kaldıran Derya, sesin geldiği yere bakmıştı. Dar omuzlu, ince yüzlü bir adamdan başka görünürde tek bir canlı yoktu. Ruhunu biraz olsun yatıştıran bebek ağlamasını andıran o ses, bu korkunç ayaklardan geliyor olamazdı kuşkusuz, son bir umutla etrafı süzdü: kimsecikler yoktu. Lastik ayakkabıların içine gizlense de, uzun ve kemikli olduğu su götürmez bir şekilde anlaşılan ayaklara takıldı gözleri, uzun uzun baktı, birden hızla yukarı kaldırdı bakışlarını, göz göze geldiler; tam utançla gözlerini kaçıracağı sırada, adamın yüzüne ürkek bir gülümseyişin belirdiğini görünce, yarım bir gülümseyişle karşılık verdi ona. Bahçeyi adımlayan adam, Derya’nın pencereyi araladığını göz ucuyla fark edince, tedirgin yüz çizgileri gevşeyiverdi: “Koyunlarınızı güdecek bir çobana ihtiyacınız olduğunu duydum.”

Hafifçe başını salladı, sonra da konuğunu karşılamak üzere kapıya doğru yöneldi. Kapıyı açtı ve güller arasından ilerleyen yabancıya şaşkınlıkla baktı: “Tuhaf! Nedense size bir öykü anlatmak istiyorum.”

Salgın , kentten yavaş yavaş çekilmeye başlamıştı artık. Köpekler ürüyor; çöp başlarında sokak kedilerinin amansız boğuşmalarını, kentin sağlık ve bereketten yana açılan bahtının paylaşılmamasına yoruyorduk. Başlarımızı yastıklarımıza koyduğumuzda, burun direklerimizi kıran ekşi ter kokusundan başka salgını anımsatan hiçbir iz kalmamıştı. Ama bu kadarı bile fazlaydı bizim için, çeyizlik bakır kazanları tavan aralarından çıkararak, bahçede yaktığımız ateşlerin üzerinde su kaynattık bu yüzden. Kucak kucak taşıdığımız nevresimleri, yorgan yüzlerini, çarşafları bir çırpıda kaynar suyun içine attık, salgının anıları buhar olup göğe karıştı, kalan kırıntılar ise durulama sularının akıntılarına kapılıp gitti. Selin ardından uzun uzun bakakaldık ve silikleşen anılarımızın içimizde son bir kez kıpır kıpır oynaştığını duyumsadık. Yine de görünüşten öteye geçemeyen, sanrılarımıza şekil veren dehşeti yok edemeyen bir temizlenmeydi bu. Dışarı adım atmak düşüncesi taçlanmış bir tedirginliği üzerimize salıyordu hala. Çünkü o gece aklımızdan çıkmıyordu bir türlü; Derya’nın toprağa gömdüğü tohumun gündoğumuyla birlikte bir gül filizine hayat verdiğini duymamıza karşın, gözlerimizin bunca yıllık beklemesini sona erdirmek yerine söylentilerle yetinmeyi yeğlemiştik. Bizim yerimizde kim olsa aynı şeyi yapardı hem. Ay ışığının aydınlattığı o pürüzsüz gecede Derya’nın gölgesinde kalan tohum bir insan başına benziyordu. Gerçi saçılan ışıklardan yoksun bırakılmışlık, kusursuz bir benzetmede bulunmamıza engeldi bu, ama bize ürkü veren şey, tohumdan değil de her biri bostan korkuluğu gibi karşımıza dikilen sayısız karpuzdan geliyordu sanki ve biliyorduk ki bu boş inanç, yarın sabah bir gülün toprağı yaracağı haberini veriyordu. Daha şimdiden koruma başlamıştı; gülü dalından koparabilmek için geceleri bahçeye baskın yapacak haylaz çocuklara ancak korkulukların vereceği korkuyla engel olunabilirdi; gece gündüz dinlenmeden bahçeyi istila edecek yüzlerce kuşun bozgununu önlemenin başkaca yolu yoktu. İşte bu nedenle, boyutlarına inemediğimiz bir ilişki ağının basit çözümü sunulmuştu bize. Bilebildiğimiz tek şey, o tohumun bir insan başı olduğu ve bir gül filizini görebilmenin ancak bu tohumla olası olabileceğiydi, ama böylesi bir gereklilik hangi nedenlere bağlanmıştı, hangi ilişkileri izliyordu kavrayamıyorduk. Kaç gün boyunca kafa yorduğumuz halde bu yanıt veremezliğin boğuntusunu üzerimizden savamamıştık. Doğu kentlerinden birinden gelen çoban üç gün boyunca Derya’nın evinde görünmez olunca yanıta yaklaştığımızı sezinlemiş, ama bahçede yeni bir gül görebilmek adına yaptığımız bütün aramalar boşa çıkmıştı. Dördüncü günün öğle saatlerinde, rüzgarın kesintisiz yakması yüzlerimize çarparken ışığı sönmeye başlayan gözlerimizin döndüğü yer güllerle kaplı tepeler olmuştu. Kırmızı bir örtü kentin doğu sırtından başlayarak göğe doğru uzanıyordu. En tepelerde sıralanan nar ağaçları, kesik kesik yükselen incir dalları ve onların hemen eteklerinde serpilen gölgelikler alacalı bir düzene ortaklık ediyordu. Derya’nın bahçesinin duvarlarına ellerimizi çarpa çarpa kentin dışına doğru yürümeye başladık. Evin arkasından dolanarak , aralıklı ve dağınık sıralanmış evlerin çizdiği girintili çıkıntılı sınırdan ilerledik. O büyüleyici kızıllık sol yanımızda kalmıştı, yalnızca bir iç çekiş, yalnızca belirsiz bir kıpırdanma parlıyordu eski gözdemiz manzarada. Ot bitmeyen gri bir kayalık vardı önümüzde şimdi. Üzerinde şarkılar söylenen pürüzsüz mermerlerle boy ölçüşebilecek düzgünlükte bir kayaydı bu, sersemletici yaz günlerinde ışıltılar saçarak Derya’nın kentine bakan görkemli bir anıt. Ona tırmanmanın boş bir çaba olacağı ortadaydı, yanından dolandık. Toprakla buluştuğu kuytuluklardan fışkıran bitki karmaşasından serin bir esinti çarpıyordu ayaklarımıza. Sabahın ıslaklığı, güneşin henüz bu saatte uzanamayışı, dedi aramızdan biri. Su zerrelerini içimizde duyarken, onayladık onu. Önümüze çıkan kayalığın ‘L’ biçiminde ayrılan son uzantısını geride bıraktıktan sonra, nereden bakılsa insanda uçsuz bucaksız duygusu uyandıran bir otlak serildi ayaklarımıza. Biraz ilerimizde belli belirsiz bir yığılma, ağır ağır yol alan bir küme vardı. Yeşilin ortasında hemen göze çarpan, ama tanımlamayı neredeyse olanaksız kılan bu beyazlık, attığımız sekiz on adımdan sonra kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bütün gizlerini yitirdi. Bunun da ötesinde kaç zamandır bulamadığımız bir yanıtı, Derya’nın koyunlarını gütmek adına yüzlerce kilometre yol tepen doğulu çobanın yazgısını bildiriyordu bize. Anlaşılan boş yere Derya’nın günahını çekmiştik; ensesine dökülen dalgalı saçlarıyla ritmik hareketler yaparak koyunlarının arkasına düşmüştü işte, kalınca bir sopa taşıyordu elinde. Demek aldığı paranın hakkını vermek için evden olabildiğince uzaklaşmayı zorunlu saymıştı. Bu nedenle evin hemen arkasında uzanan otlakla yetineceği yerde, daha ötelere, kent sınırından ayrılmaksızın otlağın kesintisiz akıntısına kapılmayı yeğ tutmuştu. Bu seçimin, gözü peklikleriyle haklı bir ün kazanmış doğu insanına yaraşır olmadığı su götürmezdi. Ama kentimizin gerçekte hiç de tekin olmadığı bir an akıllara getirildiğinde, sınırdan ayrılmamakla asıl cesareti gösterdiği söylenebilirdi. Diğer taraftan Derya’yla aynı evi paylaşmakla zaten en baştan akıl sır ermeyecek bir çılgınlığın sonuçlarına katlanmaya hazır olduğunu da unutmamak gerekirdi. Üstelik koyunları gütmekte usta olduğu ama onca koyuna diz çöktürürken topu topu dört köpeğe söz geçiremediği, onları zincirlerinden kurtararak özgürlüklerine kavuşturduğu ilk gün talan başlayarak bir çok gülü mideye indirdikleri söylentisi işlerin sarpa saracağını gösteriyordu. Derya’nın güllerine olan düşkünlüğü herkesçe bilindiğinden o üç günlük kayboluşun gerisinde bu gül talanı aranmıştı. Kuşkusuz kolay kolay bağışlanabilecek cinsten bir hata değildi bu, kuşkularını görmezden gelerek tutunduğu en önemli lifin koparılmasına, soluk alıp vermesinin bütün anlamını yitirmesine seyirci kalarak bunca yıllık emeklerinin yitmesine izin vermezdi, nelere göğüs germişti o, nelere, ne İdüğü belirsiz birkaç köpeğe pabuç bırakacak değildi ya.

Neredeyse kentin tümü söylentilere bel bağlamıştı, oysa biz buna hiç gereksinim duymuyorduk. Sezdirilmeden bahçenin içlerine doğru yayılan talana yalnızca biz tanık oluyorduk. Üstelik o üç gün herkes için tam bir bilinmez iken bile bizim için gizli kapaklı bir şey yoktu, Derya’nın evinden yabancı olduğumuz aksanlı konuşmalar durmak nedir bilmiyordu. İtiraf etmeliyiz ki üç gün boyunca anlam vermediğimiz tek şey Derya’daki değişiklikti, normalden çok az konuşuyordu, ya da sesinin dışarı taşmasını dilemediğinden alçak sesle konuşmayı yeğliyordu. İçimizden bir ses bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğimizi söylüyordu, ama biz hem umudu hiç kesmediğimizden hem de eğer yanlış işitmediysek Derya’nın Abdullah diye seslendiği çobanın yazgısını merak ettiğimizden gece gündüz demeden evin etrafından ayrılmıyorduk. Allahtan – bir süredir serbest bırakılmalarına karşın- köpeklerin bizlerle ilgilendiği yoktu. Üstelik bu ilgisizlikten nasibini alan yalnızca bizler değildik; ilk önce, köpeklerin önüne konulan yemek artıkları aynı yazgıyı paylaşmıştı. Ardından, üç gün geçtikten sonra tepeleri istila eden koyun ordusuna eşlik eden köpekler, bütün canlılıklarıyla göz kamaştıran yabani güllere, bütün kentin bahçelerinin baş tacı olan gösterişli goncalara ve başka hiçbir güzelliğe de dokunmamışlardı, onların ilgisini çeken tek şey Derya’nın gülleriydi. Fırsatını bulduklarında öyle bir coşkuyla saldırıyorlardı ki, onları bu halde gören çevik bir ceylanın peşine düştüklerini sanırdı. Ama Derya’nın bu görüntüyü aynı biçimde algılayacağını düşünmek saflık olurdu, bir çocuğa duyduğu susuzluğu bile unutturacak denli büyük bir yıkımdı bu, sık sık dışarı fırlayarak onları paylamak zorunda kalıyordu. Bir süre sonra bu fırlayışlar rutin bir hal aldı, dakikasını şaşırmadan düzenli aralıklarla kapıyı aralıyor, bahçede ne olup bittiğine bakmaksızın “hoşt hoşt” diye bağırıyordu. Ama artık köpeklerin de buna pek aldırdığı yoktu. Köpekleri dahil herkesi uyuşukluk içinde bırakan ağır bir hava evin üzerine binmişti sanki. Abdullah’ın hemen hemen hiç dışarı çıkmayışını bu havanın etkisinde kalışına yoruyorduk. Ara sıra tül perdenin arkasında siluetini görür gibi oluyor, boğucu bir durağanlığın içinde eriyip kaybolduğunu fark ediyorduk sonra. Sonunda bıkkınlık veren bir gölge oyununun fısıltılar içinde geçen konuşmalarını yılgı içinde dinliyorduk saklandığımız yerden. İncelikten yoksun konuşmalardı bunlar, yemeklerden söz ediliyordu; istem dışı yükselen sevişme çığlıkları duyuluyordu perdeye zifiri bir karanlık çökmüşken. Sessizlik başlıyordu bir süre, bizleri huzura kavuşturan bir sessizlik. Olduğumuz yere yığılıp kalıyorduk, bir türlü ayrılamıyorduk oradan, Derya’yla rollerimiz değişmiş gibiydi, gün geçtikçe bitip tükenen bahçesinin kurtuluşu için biz nöbet tutuyorduk, ama elimiz kolumuz bağlıydı, gecenin karanlığında Abdullah’ın horuldamalarına karışan çiğneme seslerine kımıltısız kulak veriyorduk. Gözlerimizi onlara çevirdiğimizde, gül yapraklarının ezilişiyle çıkan bu ıslak ses çene oynayışlarıyla birleşince acımız bir kat artıyordu. Birbirlerinden hiç ayrılmadan ağır ağır toprağı koklayarak başlıyorlardı işe, bir gül köküne yaklaştıklarında burun delikleri daha sık solamaya başlıyor, sonra da başlarını ağır bir hareketle yukarı kaldırarak bir goncaya ulaşıp onu ağızlarına alıyorlardı. Bütün gülleri mideye indirince, çırılçıplak kalan dalların ıssızlığından usul usul yürüyerek el değmemiş yeni bir gül ağacının yanında alıyorlardı soluğu. Ve yeniden bir yağma başlıyordu, yeniden dirençten yoksun bir duruşun salgıladığı ıssızlık…

Bakmaya kıyılamayan bahçe kısa zaman içinde bütün gösterişini yitirmiş, her karesinde yıkımın okunduğu, her karesinde şaşmaz bir tükenişin, iç parçalayan bir kemirilmenin yaşandığı yok oluşa teslim olmuştu. Zamansal bir düzenlilikteki bu bozgun, Derya’yı da bir göz alışkanlığı aldanmasıyla duyarsız kılmaktaydı. Pencereye her çıkışında neredeyse her şeyin kusursuz işlediğini düşünüyordu. Gerçi ziyaretler kesilmişti ve bahçesinde tuhaf bir değişme seziyordu ama algılayışından ileri gelen bir yanılsama olmalıydı bu, yoksa yolunda gitmeyen bir şey yoktu. Yıllardır hep böyle değil miydi bahçesi? Kıyıda köşede kalan üç beş gül ağacından saçılan belli belirsiz kokudan anladığı tek şey ise yalnızca bir tekdüzelikti.

Polis müdürü evine kadar gelip ona can sıkıcı sorular sormasa, yaşamın bin bir çataldan oluştuğunu, sıradanlığın, unutulmuşluğun geçici bir gafletten öte bir şey olmadığını anımsayamayacaktı. Kente ayak bastıktan sonra yitip giden onca yabancı hakkında bilgisi olup olmadığı sorulmuştu. Nereden bilecekti bunu, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan yaşayıp gidiyordu. Konuğuna belli etmemeye çalışsa da keyfi kaçmıştı yine de, onu kapıya kadar geçirdikten sonra alıcı gözle baktı bahçesine, o an dehşete kapıldı, usa sığmayan, gerçekdışı, bulanık bir dağınıklık akıyordu bahçeden. Dört duvar arasında kalan geometride belirgin bir bozulma göze çarpmaktaydı. Bu ayrım sayesinde bir bellek yıkanmasıyla eyleme bağladığını duyumsadı. Yine de gücü yetmedi sarsılmaz kımıltısızlığına son vermeye. Toprağın derinlerine takılmıştı aklı, damarlarda yol alan köklerin kıvrımlarına takılmıştı, pıhtılaşmış kanlara… Ama yüzündeki durgun ifadeden çıkardığımız şey, ne tedirginlikti ne de korkuydu. Bitimsiz bir ürperişti belki onu baştan çıkaran. Bu ürperme, tutkudan geçilmeyen günlerine özgü çabukluğunu ona geri vermiyordu, ama çoraplarının lastikleriyle ayak bileklerinin morardığını duyuyor, bu sızıyla birlikte midesinde başlayan yanmayı duyularının uzunca bir uykudan uyanmasına veriyordu. Öğleüstünün yakıcı billur ışıkları, acılarını daha da katlanılmaz bir hale getirerek katışımsız bir nefret duygusuna devindirmişti. Onlara yöneltmişti nefretini, her biri kuytu bir gölgeliğe sığınarak tiksinti verici solumalarla karınlarını indirip kaldıran köpeklere. Bütün sorumluluğun doymak bilmez iştahlarında olduğuna inanç getirerek düşman kesilmişti o incelikten nasibini almamış yaratıklara. Buyurgan olmak istiyordu artık, kendisine söz geçiremediği eskitilmiş yılları ansıyarak buyurgan bir düş bozguncusu olmak, düşsüzlüğü düşlemek. En sonunda yalnızca bu umar kalmıştı elinde. Meğerse ışıltılarını kaybetmiş bir hiç yorgununu oynamakmış yazgısı.

Oysa belli belirsiz umuttan arta kalmış bir umuttan çok daha fazlasını, övünç saçan bir bitişi hak ediyordu o. Gül kokusundan baygın düşerek bahçede koşturan bir çocuktan, utkuyla süslenmiş püsküllü bir gelecekten anladığı da böylesi bir hak edişti zaten. Ama gerçek içine işlemişti artık, insanın elinde sihirli bir değnek bulunmalıydı daima. O zaman düşlerin peşine düşmekle Don Kişot’un yolu izlenmiş olunmazdı. O zaman eli kolu bağlı beklemezdi insan, yaşamayı da seçebilirdi, ölmeyi de. Böylece yazgıyı tasarlamak bir Tanrı uğraşısı olmaktan çıkardı, yüz yıl sonrasının hesabını yapmak için kahinlere bel bağlamak zorunda kalınmazdı. Oysa ne bize ne de Derya’ya gelecekten zırnık koklatılmayacağı gün gibi ortadaydı. Az sonra yanımıza gelerek, köpeklerinin öldürülmesi için belediye görevlilerinden bir kaçını buraya çağırmamız ricasında bulunacağını da o an aklından geçiriyor değildi kuşkusuz. Olacak hiçbir şeyden haberi yoktu onun, Abdullah’ın pılıyı pırtıyı toplayıp kaçmasından tamtamına yedi ay on dört gün sonra kenti dehşete düşüren çığlıklar atarak bir karpuzu dünyaya getireceğini de bilmiyordu. Ihlamur ağaçlarının dokunaklı salınışlarının altından coşkun bir yaşam akarken, gizli kalışların, akşam yemeklerinde üç beş elmalı turtayla bir çayla yetinmelerin tehlikeli yılgısı bu bilinmezlikte anlamı bulunmayan bir varoluşa çekecekti onu. Ama dişlerinden yansıyan belli belirsiz bir ışık, gözü pekçe ortalıkta gezinen yürekliliğinin kenti bir süre daha rahatsız edeceğini duyuruyordu. Sonrasında ise hepimizin dört gözle beklediği şey, kaosun ayaklar altına alındığı evrensel bir düzene eşlik etme başlayacaktı. Gerçi Derya’nın beyninde uğuldayan fırtınalara sırt çevirmek anlamına geliyordu bu, böylesi bir uygun düşmezliğe uyum sağlamak onun için aşılmaz değildi; bacağını kalçasına kadar açıkta bırakan baştan çıkarıcı yırtmaçlı eteklerinin yanında, bütün bedenini örtebilen solgun renkli harmanileri de vardı onun. Gerekirse günün en bıçkın saatinde kadınlığına aldırmaksızın karanlıklara dalabileceği gibi, en küçük çıtırtıyla ortalığı birbirine katan yüreksiz gergef kızlarının rolüne de soyunabilirdi. Tükettiği onca yılın öğretiden yoksun oluşu, alışkanlıklarının insana durgunluk veren zorunlu kavranışı ve buhurdanlardan yayılan tanrısal kokuların büyüsü, deneyimlerin bıraktığı katı izleri ondan saklayamamıştı çünkü: yaşamın iki yüzü vardı. Bakışlarını bizim bulunduğumuz görkemli ceviz ağacının gölgesine saldığında bu gerçekliğin ayrımına daha bir kesinlikle vardığını duyumsadı; kente bakan sırtlarımız ancak ışıltılı gözlerin verebileceği gergin bir düşsellikle, bizim farkında olmadığımız bir yanımızı, kaç kenarlı olursak olalım karşıtlığın sınırlı kıldığı yalnızca iki yüzden oluşma doğamızı tanıtıyordu bize. Ama işin bu yanının maddenin ilgi alanına girdiği ve usa sığmaz olduğu kuşku götürmezdi. Derya’nın doğadan anlamak istediği şey, görülebilir evren değil, biçimini davranışta bulan bir iç kaynamaydı. Ona göre tutkularını gözünde önemsiz kılmanın en kestirme yolu bu olmalıydı. Yoksa yenilgilerden çağıldayan acılarını ister istemez baş tacı edecekti kendisine. Oysa kargışlanmış bir bahçenin bile söndüremediği bitmek bilmez direnci, sıkıntılı bir bekleyişle baharın eritmeliğine kulak veren doruk karlarının yazgısına benzer bir sona hazırlanmaktaydı daha şimdiden. Dönencelerin oynamasıyla mevsimin döndüğünü, güneşin daha dik bir açıya yükselerek çıldırdığını duyuyordu. Boğucu sıcak ellerini tatlı tatlı yakarken, geriye kalan solgun birkaç gülünün kavruluşunu, ayaklarını buz kesen coşkun bir ırmağın sularında yıkanan salkım söğütlerin şiirini okumayı düşleyerek izliyordu. Belki de en iyisi bütün güllerin unutulduğu bir öykü anlatmaktı, suyun uğultusunu dağıtacak çocuk bağrışmalarının bulunmadığı bir öykü…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir