Boşlukta Gezinen Bilgi – Nejdet Evren

Bilgi masumiyeti kirletir, adeta masumiyeti ortadan kaldırır. Bu durum bilginin kötü ve zararlı olduğu şeklindeki bir yorum yapılmasını gerektirmemektedir. İnsanın başka bir canlıya/insan dahil işkence yaptığına dair edimlerine tanıklık yapıldığında korku ve acıma duygusu birlikte yaşanır, onunla/işkence yapan eylem ve düşünce alt-yapısıyla ne şekilde mücadele edileceği bilgisine/yeterliliğine ssahip olamayanın edimsizliği masumiyet kapsamında değerlendirilebilir, ancak bu bilgi ve yeterliliğe sahip olanın masumiyetinden söz edilemz, o da eylemsiz/edimsiz kalmakla en azından işkence yapanın kötülüğüne/suçuna katılmış sayılmalıdır. Bu durum masumiyete sığınmayı da engeller. Zira kriter bilmemek değil, bilebilme ve yetebilmedir; dolayısı ile bilebilir ve yetebilir olanın bilgisizliği de masumiyet kapsamında değerlendirilemez. Varılan nokta insanın insanlaşmasının tarihsel bir sonucudur. Bu nedenle bilemeyen, bilebilecek yeterlilikte olmayan çocuk gibi kişilerin masumiyetleri evrensel kabul görmektedir. Tüm iktidarların – ki, temelde her türünün varlığı şiddete dayalı olmasıdır- ideolojik paradigmalarının kitleler nezdinde kabul görmelerinin altında yatan olgunun da bu bilgisizlik/bilgi edinmeden acizlik/edimsizlik temeli üzerinde öznel olarak gerçekleşirken toplumsal sonuçlar doğuran eylem/sizliklere neden olur. “İdeoloji öncelikle ( iktidardakiler tarafından ) başkalarını kandırmak için uydurulan hikayelerde değil, öznelerin kendi kendilerini kandırmak için uydurduğu hikayelerde yatar.” (1)

Evrende “boşluk”, “boş” olan bir alan var mıdır? Sonlu olmanın sonsuzluğunda “boşluk”, “boş” olan/alan yaratılamaz, o sadece dolunun karşıtı olarak varlık kazanır. Bu nedenle “boşluk”un doluya gereksini olsa da dolunun ona gereksinimi bulunmamaktadır. Bu durum, boşluğa dair bilginin, dolunun na-tamam olmasına dair bir bilgiyi ifade ettiğini gösterir. Bilgi bu boşlukta dolaşan tam olana/doluya dair esikliğin – ki hiçbir zaman da giderilemz olmasına rağmen – doldurulması süreci olarak kazanılır. Bu nedenle denilebilir ki, bardağın boş tarafını görmeyen onu asla dolduramaz. Cantor der ki, “…sonsuz çoklukların fiilen mevcut olduğuna ve farklı sonsuzlukların sayısının sonsuz olduğuna işaret eder.” (2) Aynı zamanda bilginin asıl hedefi gerçeği ve belki de onu aşan hakikat olanı aramak, bulmak ve paylaşarak her şeyi yeniden yorumlayarak hayatta kalmayı hem sağlamak hem de estetize etmek olsa gerek. Hakikatten önce gerçek olanı bilmek o kadar kolay bir süreç değildir. Bilgi masumiyeti kırarken gerçeğe yaklaşır ve fakat hala hakikat olanın sınırlarında dolaşmaktadır; adeta boşlukta gezinmektedir. “Gerçeği bir Bütün olarak kavramanın mümkün olmaması Bütün olarak gerçekliğin bizim için erişilmez olduğu anlamaında değil; gerçekliğin kendinde natamam, antagonistik olduğu, kurucu bir imkansızlığın damgasını taşıdığı anlamına gelir -sözün kısası şeylerin varolmasının sebebi tamamen mevcut olmalarının imkansız olmasıdır.” (3) Öznenin sınırlılığı toplumsal bilgi birikiminin/biriktirilip aktarılan bilginin sınırlılığından çok küçüktür. Ancak, bilginin kendi çerçevesi hangi düzey ve ölçekte ele alınırsa alınsın öznel sınırlılıklar ile hakikatten uzaklaşılmasına neden olabilecek uzanımı taşır ve bu durum sınırlılığın antagonizmasına takılır. “Öznenin ortaya çıkması için bir Boşluk’un kendisinin imkansızlık damgası taşıması gerektiğini söylemek yeterli değildir; böyle bir görüş öznenin üstü çizili Boşluk’un özgül bir örneği olarak göründüğü genel ontoloji sahası içinde kalır…..Öznellik ( İnsan öznelliği ) elbette bütün gerçekliğin kökeni değildir, evren içinde olumsal, lokal bir olaydır,..”(4) Hakikat arayışına yönelten içtepi nedir? İnsan kendi varoluş nedenini sorgularken “üretim araçları”nın gelişmişlik düzeyine bağlı olarak önce “kendini yaratmış”, ve daha sonra var-oluşunun temel nedenlerini arştrımaya koyulmuştur. Göksel olanın cazibesi, gizemi ve yeri geldiğinde korkutuculuğu bu varolma nedeninin araştırılmasında öncülüğü almış ve fakat daha sonra yeryüzüne indirilmiştir; tüm bunları sorgularken gözlem ve deneyin doğruluk payını keşfetmiş ve nihayetinde hahkikatin kıyısına bir şekilde ulaşmıştır. “”…varlığımızın nüvesinde herhangi bir içsel hakikat yoktur, sadece “temel fantaziler” dediğimiz kökensel yalanlar (proton pseudos) vardır;..”(5) Yalana dair bilginin hakikati insanın avcı-toplayıcı toplum düzeninde edindiği mask/e-lenmenin evrilmiş bir boyutunu teşkil etmektedir. İtalyan ceza hukukçusunun dediği gibi “suçu toplum hazırlar, birey işler” Bu önermeye koşut olarak mistifike edilmiş, inanılmak istenen masum ya da olmayan yalanlar, insanların her zaman diliminde bir sığınak görevi görmüştür. “…biz kendi öznel mistifikasyonumuzda bizatihi toplumsal gerçekliğimize nakşedilmiş bir mistifikasyona uygun hareket ediyoruz.” (6)

Bilginin gücü tersi oranda bir kirlenmeyi her zaman içinde barındırmaktadır. Bundan hareketle şu sonuca varılabilir; “bilgi güçtür” ve lakin br kirlenme/ayrışma/çözülmedir. “”…herkes eylemlerinin “nesnel anlamı”nı bilir, o yüzden yanılsamalı bilincin yerine doğrudan ikiyüzlülük ve aldatma vardır: Eylemlerinizin “nesnel anlamı” sizin aslında ne istediğinizdir, iyi niyetiniz ise ikiyüzlülük maskesinden ibarettir.”” (7) Bilgi ve buna diar bir birikim bilinçli formasyonları gerektirir; insan belleğinin tarihsel evrimi bilginin biriktirilmesine dair bilincin diyalektiği üzerinde yükselmiştir. Biyolojik-sosyo-politik bir tür olan insanın evrimleşmesi sürecinde bilinçsel yapısının da ne yönde evrimleştiğine dair bilgiye sahip olmak gerekmektedir; zira, bilme isteği, arzusu, merak evrim sürecinden azade değildir. Thomas Metzinger der ki; “Evrim gezegenimizde şu ana kadar meydana getirdiği biyolojik bilinç biçiminin arzu edilir bir deneyim biçimi olup olmadığı, sahiden kendi başına iyi olup olmadığı hiç mi hiç belli değildir.” (8)

Yazılı tarih öncesi ve sonrasında milyon yıllarca insanlar biriktirmek suretiyle bugünlere ulaşmışlardır. Bu biriktirdiği olgulardan en önelilerden birisi de elbette hiç tartışmasız “bilgi” dir; gözlem, deney ve tecrübe ile yoğrularak kuşaktan kuşağa aktarılmış ve edinilen birikimin sayesinde varlığını sürdürebilecek “üretim araçları”nı geliştirebilmiştir. Tarihsel sürece materyalist açıdan bakıldığında sınıflı toplumlar yönünde bilginin en yoğun olarak kullanıldığı, kısa sürede sonuçlarını verdiği – ister iyi ister kötü örnek olsun – toplumsal düzlemin kapitalist üretim tarzında gerçekleştiği görülmektedir. Kapitalist üretim tarzına varana dek insan türünün biriktirdiği devasa bilgi birikimi en acımasız sömürünün de zirveleştiği kapitalist üretim tarzında adeta mısır gibi patlayıvermiştir. Elbette bu durum kapitalist üretim tarzının bir başarısı olarak değerlendirilemez; 16 yy a gelindiğinde “üretim araçları”nın “gelişmişlik düzeyi” ile “üretim ilişkileri” arasında yaşanan çelişki o zamanlara kadar aidiyet bağı ile bağlı özneyi özgür-köleye dönüştürme gereksiniminin bir sonucu olarak aristokrat ve ruhbandan kopartmaya başlamış ve 18 yy da poltik tanımını bulan “kardeşlik,eşitlik,özgürlük” şiarı ile bu durumu evrensel bir boyuta taşımıştır. Bireyin bağsızlaşması palazlanan burjuva için elzem bir durum ols da bu durum aynı zamanda bireyin kendisini gerçekleştirmesine de olanak sağlamıştır. Göreceli özgürlük, aidiyet bağı ile bağlı olmaktan daha gelişkin bir durumu ifade etmektedir. Milyonlarca yıl önce insan bağsız, bağımsız ve özgür yaşıyordu. Bu süreç insanlaşma tarihinde o kadar uzun bir zaman almıştır ki bu nedenle olsa gerek bağımsız yaşama ve özgürlük tutkusu ilkel benliğin hiçbir zaman unutturmadığı bir bilgi ve bir tutku olarak her yeni kuşağa aktarılmış ve varılan aşamadaki sözde de olsa özgürlük ve eşitliği bireyi toplum/topluluk karşısında yalnızlaştırmıştır. Yaşama mücadelesinde bireysel etikelnimin yeni kanalları açılmıştır. Tarih bize sınıflı toplumların sınıf savaşlarına tanıklık eden bilgiyi aktarmaktadır; sömürülenlerin her çağda sömürü düzenine karşı amansızca mücadele ettiklerini göstermektedir. Mistifike edilmiş tarih yazımı kahramanlaştırılmış savaşların hikayelerini anlatır. Tarihsel olguları asıl yaratanın ve taih yazanın ismi olmayan milyonlarca insanın sömürüye karşı verdikleri mücadeleler sayesinde yaratıldığı görülmektedir. Öykücü tarih anlayışını bir kenara bırakacak olursak uygarlaşma tarihinde son beş yüz yılda alınan mesafenin önceki dönemlere göre devasa boyutlarda olduğu açıkça görülecektir. Kapitalizme denk gelen bu “ayraç” a psikanalitik açıdan bakıldığında “”Libidinal açıdan kapitalizm psikoz değil sapkınlık rejimidir; hadımı dışarıda bırakarrak veya askıya almak yerine inkar eder…Gelgelelim “jouissance otizmi” günümüz müsamahakar-hedonist kapitalizminde kesinlikle norm değil ondaki fazlalıktır, sınırsız tüketime kendini bırakmaktır; başlıca örnekleri de uyuşturucu ve alkol bağımlılığıdır.””(9) Canlı dünyada tüm canlılar simbiyotik/yaşamsal ekonomik çıkarlar temelinde ilişki içinde bulunurlar; bu ilişki biçimi sınıflı tüm insan toplulukları için de geçerlidir, simbiyotik ilişki biçimleri doğal olarak türlerin sayısal ve çeşitlilik olarak çoğalmasını sağlamaktadır. Toplumsal düzlemde bu durum ara katmanların varlığına işret eder. Bu nedenledir ki; “”Sınıf mücadelesi hiçbir zaman “saf” halde, iki karşıt sınıfa indrgenmiş halde değildir; sınıf ikiliği içinde konumlandırılamayan üçüncü bir unsur vardır daima. Dahası sınıf mücadelesini “bozan” bu fazladan öge sınıf mücadelesinin ta kendisine karşılık gelen ögedir. Doğrudan sınıf ikiliğine indirgenebilen bir sınıf mücadelesi sınıf mücadelesi değildir.”” (10 ) Bu ara katmanlarda yer alanların büyük çoğunluğu kırsaldan koparılarak şehir merkezlerine göç etmeye zorlanan ve gettolarda yaşama mücadelesi veren ötekileştirilmiş insanlardan oluşmaktadır. Ötekileştirme bununla da sınırlı kalmayarak cinsiyet, dil, dini inanç vs üzerinden çoğaltılmıştır. Bu ara katmanlar arsında “küçük burjuva” azınlıkta kalır. Materyalist bilgi ile baktığımızda tüm ara katmanları da peşinden sürükleyerek devrim gücüne sahip tek unsurun/sınıfın proleterya olduğu tartışmasız kabul edilmektedir. Ancak onun da bilinç ve bilgi birikimine sahip olması, “sınıf bilinci”ne ulaşması ve gücünü idrak edebilmesi gerekmektedir; bu süreç burjuva dışındaki tüm katmanların simbiyotik ilişkileri ile zenginleşme eğilimi taşımaktadır. Öyle ya, “”Sınıf antagonizması diğer mücadelelerin nihai imleneni değil diğer tüm mücadelelerin “boğazına takılan kılıç”tır, diğer mücadelelerin Anlam’ıın başarısızlığa uğramasının nedenidir. Bu mücadelelerin her birinin sınıf antagonizmasıyla ilişkisi o mücadelenin bünyevi sınırlılığının/yetersizliğinin göstergesidir.””(11)

Kapitalist üretim tarzının yarattığı devasa ilerlemelere koşut olarak devasa yıkımları da beraberinde getirmiştir. Merkez ve çevre ilişkisinde merkezin lehine çevrenin zararına olan bir süreci başlatmış, ekolojik, ekonomik, kültürel, politik yıkımları hızlandırmış döngüsel krizleriyle gezegeni top-yekün yıkıma doğru sürklemiştir. Yine merkez ve çevre ilişkisinde sınıfın/proleteryanın evrensel ortaklaşmasını ciddi oranda sarsmıştır, “tüm ülkelerin proleterleri birleşin” şiarı adeta askıya alınmıştır; zira, ekonomik-politik olarak merkezde yer alan proleter ile çevre ülkelerdeki proleterler arasında merkez lehine yaratılan sömürü ağından dolayı kapanmaz uçurumlar oluşmuş bulunmaktadır. Bu düzlemde ötekileştirilen/sınıfa dahil olamayan devasa kitlelerin durumu daha da vahim bir duruma gerilemiştir. Kaptalizm “sürdürülebilir bir ekonomi olmadığı” halde ve tarih içinde “bir ayraç” olarak görülmesi gerektiği bilinciyle onun “sürdülebilir ekonomi,tarım vs” söylemlerinin bir aldatmaca olduğu fark edilmelidir. Ancak hala bu yöndeki mistifikasyonu büyük bir çoğunluğu kandırmayı sürdürebilmektedir. “”Keza kapitalist sisteme yerine getirmesi besbelli mümkün olmayan talepler yağdıran günümüz Solu da (Tam istihdam! Refah devletini koruyalım! Göçmenlere eşit haklar! ) temelde histerik kışkırtma oyununa başvurmakta, Efendi’den yerine getirilmesi imkansız bir talepte bulunup onun acizliğini ifşa etmeye çalışmaktadır…Göçmenler için eşit haklar talep eden, sınırların açılmasını talep eden “radikal” akademisyenler bu talebin doğrudan yerine getirlmesi durumunda malum nedenlerle Batı ülkelerine milyonlarca insanın akın edeceğinin, bunun işçi sınıfında doğuracağı şiddetli ırkçı tepkinin yine aynı akademisyenlerin ayrıcalıklı konumlarını tehlikeye atacağının farkında mıdırlar? Elbette farkındadırlar ama taleplerinin karşılanmayacak olmasına güvenmektedirler. Bu sayede riyakar bir şekilde bir yandan radikal vicdanlarını temiz tutarken diğer yandan ayrıcalıklı konumlarının keyfini sürmeye devam ederler.”” (12)

Kapitalizmin en önemli paradigmalarından biri hiç kuşkusuz liberalizmdir. Hür teşebbüs/girişimcilik teorileri bin yıllarca tahakküm altında sömürülerek yaşayan kitleler üzerinde özgürlük fırtınası estirirken özgür köleliklerini anlayamamalarını da sağlamaktadır. Liberalizmin ekeonomik boyutu işlevini tamamen sürdürebilirken politik boyutu işlevsizleştirilmiştir. Örneğin sermayenin uluslararası dolaşımı tamamen serbest iken emeğin dolaşımı asla serbest olmamıştır. Kapitalizmin çevre ülkelerde varlığını sürdürebilmesi için bu ülkelerde yaşayanları bir şekilde bu üretim tarzının vazgeçilmez olduğuna inandırması gerekmektedir. Klasik demokrasiden temsili demokrasiye geçilmesinin altında da bu düşünce yatmaktadır. “”…liberalizmin geleneksel temsili iktidar anlayışını hatırlayalım: Yurttaşlar sahip oldukları erki ( bir kısmını ) devlete devreder ama çok net koşullar altında ( bu erk kanunla kısıtlanmılştır, uygulanışı belli koşullarla sınırlıdır; egemenliğin nihai kaynağı yine halktır ve halk istediğinde erki ilga edebilir)…Gelgelelim fiili bir devlet iktidarı yapısına yakından baktığımız anda zımni ama besbelli bir işaret tespit etmek işten bile değildir: “Sınırlılıklarımız filan unutun – en nihayetinde size ne istersek yaparız!” Bu fazlalık iktidarın saflığını bozan olumsal bir eklenti değil, onun zorunlu bileşenidir; bu olmadığında, keyfi kadiri mutlaklık tehdidi olmadığında devlet iktidarı gerçek bir iktidar olamaz, otoritesini kaybeder.”” (13)

Çevre kirliliği, kadının daha çok sömürüsü ve artan şiddete maruz kalması, çocuk istiması, göçmen kaçakçılığı, teknolojik krilenme, savaşlar, gettolaştırılarak ötekileştirilme, cinsiyet ayrımcılığı, din sömürüsü, dil ve ırk farklılaştırılması gibi çoğaltılabilecek bir çok kirlenme ve çatışmalar kapitallizmin derinleştirdiği toplumsal-ekonomik-politik sorunlar olarak daha çok hissedilmye başlanmış, tüketim kültürünün yüceltilmesi insanın “kendine yabancılaşması” nı üst boyutlara taşımıştır. “Libidinal yatırım yer değiştirip sözde hedeften ( nesnenin tüketilmesi ) aracı faaliyete ( satın alma) kayar, yani mutluluğun asıl kaynağı satın alma eyleminin kendisi olur; satın alınan metalar arasında hiçbir fark yoktur,..”( 14) Porto Alegre’de toplanan ve “yeni bir dünya düzeni”nin varlığına dikkat çeken kanaat önderleri bir çok demokratik kitle örgütlerini etkilemiş, milyonları heyecanlandırmıştır. Ekonomik yıkıma karşı örgütlenen çevreciler, kadın sömürüsüne karşı feministler, savaşa karşı barış aktivistler geçmişten aldıkları enerjiyle daha gür bir sesle seslerini duyurmaya başlamışlardır. Burjuvazi boş durmamaktadır, önce demokratik kitle örgütlerini sivil toplum kuruluşları şeklinde isimlendirilmelerini sağlamış adete çeşitli yöntemlerle demokratik kitle örgütlerinin içi boşaltılmıştır. Merkez burjuvazinin çevrede tetiklediği örgütler ise radikal din temelli örgütler olarak boy göstermeye başlamışlardır. Radikal islamın yaratıcısı da yine merkezi kapitalist ülke yönetimlerinin uyguladıkları çok-uluslu politikalarının sonucunda ortaya çıkmışlrdır. “”Boko Haram üyelerine göre kadınların özgürleşmesi kapitalist modernleşmenin yıkıcı kültürel etkisinin en bariz özelliğidir; bu sayede /adı kabaca ve betimleyici bir şekilde “Batılı eğitim yasak”, bilhassa kadınlar için eğitim yasak diye tercüme edilebilecek) Boko Haram kendisini modernleşmenin yıkıcı etkisine karşı cinsiyetler arası ilişkilere hiyerarşik bir düzenleme dayatarak savaşan bir fail gibi algılayıp sunabilmektedir. Burada muamma şudur: şüphesiz sömürüye, tahakküme ve sömürgeciliğin diğer yıkıcı ve aşağılayıcı yönlerine maruz kalmış olan Müslümanlar buna yanıt olarak ne diye Batılı mirasın ( en azından bize göre ) en iyi bölümünü, yani – makul ölçüde ironi ve tüm otoritelerle dalga geçmek dahil olmak üzere – eşitlikçiliği ve kişisel özgürlükleri hedef almaktadır? Bu sorunun bariz yanıtı seçilen hedefin gayet isabetli olduğudur.: Onlar için liberal Batı’yı bu kadar dayanılmaz kılan sadece sömürü ve şiddet dolu bir tahakküm uygulaması değil, üstüne üstlük bu zalim gerçekliği tam karşıtı kisvesinde sunmasıdır: özgürlük, eşitlik ve demokrasi olarak.””(15)

Kapitalizm sosyalizmin birinci perdesinin kapandığı seksenli yıllardan /1980 li yıllar / itibaren neo-liberalizm ile neredeyse tüm dünya ölçeklerinde egemenlik sahasını genişletmiş bulunmaktadır. Sosyalizmin ilk perdesi yüz yıllık bir tarihi ile geçmiş sömürücü uyralıkların tarihine göre çok yeni ve kısadır; “reel sosyalizm”e ve ona rağmen tüm dünyada ütopya olarak görülebilecek komünist bir toplumsal düzlemin olabileceğine dair somut kanıtlar taşıdığından ve sömürüye karşı olan tüm kitleleri peşinden sürükleyebildiğinden dolayı güncelliğini, önemini yitirmemiş, liberalizmin cenderesindeki kitleleri kendine daha çok çekmiştir. Kapitalizmin tarih içinde “bir ayraç” olduğu bilinci giderek yükselirken, onun vazgeçilmez olduğu safsatasının inandırıcılığı kalmamış, tüm coğrafyalarda direnen insanlar çeşitli şekillerde bunu, protestolarını dile getirmeye, açık alanda göstermeye başlamışlardır. Dünyadaki toplumların/toplulukların yeniden dizayn edilmeye çalışıldığı bir gerçek olsa da, her şeyin kapitalist-emperyalist çok uluslu şirketlerin egemenliğindeki emperyalist güçlerin arzuladıkları doğrultuda gelişmediği de gün gibi açıktır. Kapitalis üretim tarzının sürdürülemez olduğunu dünya insanı artık çok iyi bilmektedir. Lakin çözüme dair bilgi ve pratik noksanlığı, “reel sosyalizm”in yarattığı şaşkınlık hala giderilemediğinden kapitalist ekonomiler soluk almayı sürdürebilmektedirler. Dünya toplumlarının bir çoğunda hoşnutsuzluk, memnuniyetsizlik, endişe hakim durumdadır. Bunların bir çoğu sistem içide kalıp sistemi çözüm üretmeye zorlayarak lokal çözümler aramakla sınırlı kalmaktadır. Bu durum sisteme entegre olma çabası olarak değerlendirilebilir. Kapitalis üretim tarzını sürdüren burjuvazinin istediği de tam da bu değil midir? Sisteme entegre olma arzusundaki muhalif görünümlü kitle ve örgütleri simboyotik bir şekilde burjuvanın eteğine bağlanırlar.

Alain Badiou’nun tanımladığı “Burjuva ve tahakkümcü bir feminizm…”(16) neyi ifade etmektedir. Burjuvanın emek sömürüsünü gerçekleştirebilmek için otoriter/oligarşik/totaliter ve diğer tüm baskıcı biçimleri kullanarak tahakkümcü olduğu doğası gereği bilinen bir olgudur, ancak feminist bir yönelimin “tahakkümcü” olması nasıl yorumlanıp, açıklanacaktır? Feminizm bilindiği üzere özce, kadının sömürüsüne karşı ve kadın kimliğinin tanınmasına yönelik erkeğe bağlı olmaksızın kişiliğinin tanınmasını, kadının sosyo-ekonomik-politik her alanda erkek ve diğer tüm cinslerle eşitliğinin kabul edilmesi temeline dayanmaktadır. Bu özü itibariyle “tahakkümcü” olması asla düşünülemez ve yine bu öz çıkışı sayesinde süre içinde bir diğer cinsiyete göre tanımlanmayı red ederek herhangi bir cinse göre tanımlanmaksızın/cinsiyetsiz olarak tanımlanmak ve bunun kabul edilebilirliğini yaratmak şeklindeki diğer cinsiyet eşitleyicileri ile aynı kavşakta buluşmuştur. Kadın sömürüsüne karşı çıkmanın temelde ortaklaşması gerektiği emek sömürüsünden ayrı bir kulvarda olmaması gerektiği açıktır; nihayetinde erk-egemenin bir şekilde sönümlendirilmesine yönelik hiçbir çaba yeni bir hegamonyanın tetikleyicisi olamaz, değilse yalnızca kıyafetler değiştirilmiş olur! “Bu post-ataerkil dişil toplumun nihayi rüyası erkekler olmadan üremektir, kadınların sunni döllenmesi yoluyla kendi kendini yeniden üreten bir toplumdur elbette:..”(17) Üreme halkasının boyutları bir kenara kadının eşitlik isterken Alain Badiou’nun tanımladığı “burjuva ve tehakkümcü”lüğe yönelmesi, eşitlikten çok erk-zihniyetnin kadın lehine değiştirilmesi temelinde burjuvalaşma eğiliminden başka bir durum olmadığı anlaşılmaktadır ki bunun da tarih içinde filizlenip günümüze kadar evrilen feminizm ile yakından ilgisinin olmadığı da açıktır. Zira böylesi bir “dişil toplum” ile kapitalizm arasında bir çelişki bile söz konusu olamaz, olsa olsa sol gösterip sağa sapan simbiyotik bir ilişki söz konusu olabilir. Cinsiyet temelli tüm tahakküm biçimlerine karşı durmak kapitalizmin cinsiyet üzerinden yeni bir tahaklküm biçimine engel olacaktır. Zira, “ Başka bir deyişle ( pozitif bir ontik varlık olarak sınırları belli ) iki cinsiyetin varolması için bu iki cinsiyetin aynı olması gerekir, yani ortada tek bir cinsiyet olması gerekir; yani Bir cinsiyet diye bir şey olmadığı için iki cinsiyet vardır.” (18)

LGBTİ+ tüm dünyada cinsiyet eşitlemesine, cinsel tercihinden dolayı hiçbir kişinin ayrımcılığa tabi tutulmamasına, tüm yönetimlerin bunu benimseyerek cinsiyetçi yaklaşımlardan uzaklaşmalarına, bu tercihin tanınması temelindeki yaklaşımın dünya genelinde önemsenecek bir aşamaya geldiği, önemsenecek bir kitleyi sürüklediği açıkça görülmektedir. Bu yönelimin yıllar önce kaleme alınan “Alienin, Özel mülkiyetin ve Devletin kökeni” başlığını taşıyan analize yeni bir boyut katarken, “aile” olarak tanınmayı isteme yönündeki eğilimi ise burjuvaziye yönelmiş “demokratik mücadele” den uzaklaşmasına neden olmaktadır. “aile” nin cinsiyetsizleştirilmesi ve özel mülkiyetten koparılması mümkün değildir. Bu nedenledir ki merkezi kapitalist bir kısım ülkelerde bu durum yasal zemine oturtulmuştur. Felsefi açıdan bakıldığında, “Felsefe açısından özne bünyesi gereği cinsiyetli değildir, cinsiyetlenme olumsal, ampirik düzeyde meydana gelir; oysa psikanaliz cinsiyetlenmenin öznenin doğumu için bir tür biçimsel, a priori koşul olduğunu beyan eder. “ (19) Böyle olunca, “”Eşcinselliğin çok basit bir manada “doğa-dışı” olması onu tam da insana özgü kılan şey değil midir?…Tuvaletler için de aynısını yapıp bildik iki toplumsal cinsiyetin (ERKEK, KADIN) yanına GENEL TOPLUMSAL CİNSİYET diye bir kapı eklemek gerekir.””(20) Bu yöndeki bir adım ilerleme sayılabilir ve hatta bir adım daha ileti giderek tuvaletlerdeki cinsiyet belirlemelerinin tümden kaldırılmasının daha doğru olacağı da söylenebilmelidir.

Kapitalist üretim tarzı geliştridiği teknoloji sayesinde kitleleri pasifize etmek, kitlesel eylemlerden uzaklaştırıp yalnızlaştırmak, sanal bir deşarj sağlayarak insanların bir nevi uyuşturulmasını sağlamış görünmektedir, özenti ve tüketim kültürünün özendirilmesi ile bu uyşma milyonlara ulaşmayı başarmıştır. Mistry der ki, “ Bugüne değin internet ve bilgisayarlar kullanıcıyı çevresinden yalıtmıştır; tipik internet kullanıcısı ekran başında tek başına oturan, etrafındaki gerçeklikten bihaber bir bağımlıdır.” (21) Yaşanılan dünyaya bakıldığında Mistry’nin hiç de haksız olmadığı açıkça görülebilmektedir; zira, aynı masada otutan kişilerin bir-birleriyle cep üzerinden iletişime geçmelerinin başka nasıl bir açılaması olabilir ki?! Sosyal paylaşım denilen ortamda kişilerin geçirdikleri süre dikkate alındığında okuma kültürünün, tartışma kültürünün, doğru bilgiye ulaşma kültürünün ve hepsinden önemlisi kirletilmiş bilgiye karşı mantık yürüterek ve gerektiğinde tersinden yorumla gerçek bilgiye ulaşma kültürünün/mantığın giderek körelmesinin altında yatan önemli olgulardan biri de bu olsa gerek. “Tweet kültürü kendisini bu müstehcen yer altı diyarının ayrıcalıklı bir mahalli olarak sunmaktadır; bir argümantasyon çizgisi oluşturmak için gereken çoklu adımlara yer bırakmayan kısa terslemeler, sert cevaplar, iğneleme veya incinme dolu ifadeler. Kesilip alınmış tek bir pasaja (hatta cümleye, cümlenin bir parçasına) verilen yanıtlar”.(22)

Solun ve demokratik solun ne olması/nasıl olması ya da olduğuna dair vurgucu bir deyimle “Solcu siyasetin önünde duran seçim prensipte sosyal demokrat reformculuk ile radikal devrim arasındadır, ancak radikal seçenek soyut düzeyde doğru seçenek olmasına karşın kendi kendini engeller ve Güzel Ruh hareketsziliğine takılıp kalır:..”(23)

Kültür bir yönüyle insanın doğaya yabancılaşmasıdır. Son söz yerine; “”İnsanın evrensel “doğası” tam da doğaya aykırı oluşudur, insanın oturaklı doğal (içgüdüsel) bir zeminden “doğası gereği” mahrum oluşudur.””(24)

Nejdet Evren

Haziran/Ağustos, 2020/Akarca

Hayatın Hiçbir Yere Sığmadığı Zamanlar

Esin Kitabın Künyesi:

Kendini Tutamayan Boşluk, İKTİSADİ-FELSEFİ-KÖŞELİKLER, Slavoj Zizek, Metis Yayınları, İlk Basım; Şubat 2019, 414 sayfa, Çeviren: Barış Engin Aksoy

(1) Age, S: 195
(2) Age, S: 24
(3) Age, S: 88
(4) Age, S: 170
(5) Age, S: 242
(6) Age, S: 275
(7) Age, S: 307
(8) Age, S: 199
(9) Age, S: 290,291
(10) Age, S: 80
(11) Age, S: 350
(12) Age, S: 122,123
(13) Age, S: 235
(14) Age, S: 247
(15) Age, S: 346
(16) Age, S: 213
(17) Age, S: 213
(18) Age, S: 114
(19) Age, S: 136
(20) Age, S: 204.206
(21) Age, S: 174
(22) Age, S: 309
(23) Age, S: 361
(24) Age, S: 375

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir