“Cehenneme İniş” / Dostoyevski Yeraltı İnsanı – Rene Girard

I.
Cehenneme İniş
Çağdaş eleştirmenler, bir yazarın yapıtını yaratırken, kendini de yarattığını söylemeyi pek sever. Formül, yaratıcılık bakımından bu ikili gelişimin bir teknik veya beceri kazanmayla karıştırılmaması koşuluyla, Dostoyevski’ye de büyük ölçüde uyarlanabilir.

Birbirini izleyen yapıtlarını, bir müzisyenin yavaş yavaş ustalaşmasını sağlayan o alıştırmalarla karıştırmamak gerekir. İşin özü başka bir yerde yatmaktadır ve bu öz öncelikle olumsuz bir biçimde açığa çıkar. Dostoyevski için kendi kendini yaratmak demek, insan ve yazar olarak ufkunu daraltan estetik, psikolojik ve ruhsal biçimlerin tutsağı olmuş yaşlı adamı öldürmek demektir. Bütün olarak bakıldığında, ilk yapıtların yansıttığı düzensizlik, içsel çöküş, körlük Ezilenler’den sonraki yazılardaki açık bilinçle, özellikle Karamazov Kardeşler’deki dâhice ve yansız görüş açısıyla çarpıcı biçimde çelişir.

Dostoyevski’yle yapıtı, bir yapıtla kusursuz bir yaşamın imkanlı olacağı anlamda değil, bunun tam tersi anlamda örnek oluşturur. Bu sanatçının yaşamına ve eserlerine baktığımızda, belki ruh huzurunun ele geçirilmesi en zor şey olduğunu ve dehanın doğal bir olay olmadığını öğreniriz. Tövbekâr zindan mahkûmunun neredeyse dillere destan bakış açısından, bu ikili kefaret düşüncesini akılda tutmak gerekir, başka bir şeyi değil, çünkü Sibirya’yla belirleyici kırılma anı arasında on yıl geçmiştir.

Dostoyevski, Yeraltından Notlar’dan başlayarak, “elindeki kanıtları yinelemek”le, insanlara ve kendine sürekli aynı noktadan bakarak kendini haklı görmekle yetinmez olur, içindeki cinleri, birer birer romanlarında canlandırarak kovar. Her kitap ya da aşağı yukarı her kitap, yeni bir dönüşüme işaret eder ve dönüşüm de her zamanki sorunlara yeni bir açıdan bakılmasını gerektirir.

Öznelerin yüzeysel farklılıklarının ötesinde, tüm yapıtlar aslında birdir; işte tarihi ne olursa olsun, bir Dostoyevski metnini daha ilk bakışta tanıyan okurun duyarlı olduğu şey bu birliktir. Bugün birçok eleştirmenin betimlemeye, kavramaya ve incelemeye çalıştığı şey de yine bu birliktir ama hayran olunan yazarın eşinin benzerinin olmadığını kabul etmek yetmez. Bunun ötesinde, bir sonuca ulaşmış ya da ulaşmamış bir araştırmanın göstergeleri olan yapıtlar arasındaki farkların tek tek saptanması gerekir. Dostoyevski’de saltık arayışı boşuna değildir; iç sıkıntısı, kuşku ve yalanla başlayıp, kesinlik ve sevinçle biter. Yazar kendini herhangi bir değişmez özle değil, belki de başyapıtlarının en büyüğünü oluşturan o heyecan verici yolculukla tanımlar. Bu yolculuğun aşamalarını görebilmek için, Dostoyevski’nin yapıtlarını tek tek karşılaştırmak ve birbirini izleyen “bakış açıları”nı açığa çıkarmak gerekir.

Deha işi yapıtların özünde, her zaman daha temel, daha kökensel bir geçmişin yıkımı, demek ki zamandizini bakımından sürekli daha uzak anıların o yapıtlarda anımsatılması vardır. Dağcının ufku genişledikçe, dağın doruğu yaklaşır, ilk yapıtlar, yalnızca yazarın tutumlarına ya da yaşamında metinlerin yaratıldıkları dönemle aynı zamanlarda meydana gelmiş olaylara anıştırmalar isteyecektir bizden. Ama başyapıtlarda, bir yandan, epey değişken bir dizi flasbback’le, yaratıcılarının yeniyetmeliğine ve çocukluğuna uzanmadan ilerleyemeyiz.

Takıntılı izlekleri ortaya çıkarmak için, ilk yapıtların anlamlarını çok göreceli olarak zorlamamız, herhangi bir psikanalitik ya da toplumbilimsel “anahtar”la değil, başyapıtlardaki o üstün bilinçle doğrulanacaktır. Kısacası, bize çıkış noktasını, ne yöne gitmemiz gerektiğini, hatta araştırmamızda gerekli araçları gösteren kişi yazarın kendisidir.

★ ★ ★

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin yazın yaşamında attığı ilk adımlar büyük yankı uyandırmıştır. O dönemin en güvenilir eleştirmeni Bielinski İnsancıklar’ın bir başyapıt olduğunu söyleyecek ve kitabın yazarını birkaç gün içinde gözde bir yazara dönüştürecektir. Bielinski bugün güdümlü yazın olarak adlandıracağımız şeyi pek sevmekte ve kahraman Makar Devuşkin’in alçakgönüllü boyun eğişini, doğrudan dile getirilmediği ölçüde acımasız bir toplumsal düzen eleştirisi olarak değerlendirmektedir.

Makar yoksul, yaşını başını almış, küçük bir memurdur. İç karartıcı ve horlanan yaşamındaki tek ışık, dedikodu çıkar diye görüşmekten sakındığı, ama çok dokunaklı bir biçimde mektuplaştığı, Varenka adındaki genç bir kadındır. Ne yazık ki “anacık” da en az utangaç koruyucusu kadar yoksuldur; genç ve zengin, ama yontulmamış, kaba saba, zorba bir toprak sahibiyle evlenmeyi kabul eder. Makar bundan ötürü yakınmaz, karşı çıkmaz, isyan ettiğini gösterecek en ufak davranışta bulunmaz; düğün hazırlıklarına katkı sağlar, yararlı olabilmek için didinir durur. Hissedildiği üzere, Varenka’cığının gölgesindeki alçakgönüllü yerini korumak için aşağılanmadan kesinlikle çekinmez.

Kısa bir süre sonra, Dostoyevski Öteki’yi yazar, bu kimi romantik Ötekiler’den ve özellikle Gogol’ün Burun’undan bazen fazlasıyla esinlenen, buna karşın yazarın Yeraltından Notlar’dan önce yayımlayacağı her şeyin merkezini oluşturan yapıttır. Kahraman Golyadkin gülünç olduğu kadar aşağılayıcı birtakım tersliklerden sonra, bedensel açıdan kendisine benzeyen, o da memur olan ve aynı yönetim kadrosu içinde kendisiyle aynı mevkide çalışan ikizi, Küçük Golyadkin’in ortaya çıkışına tanık olur, ikizi, Büyük Golyadkin’e küçümsercesine saygısızca davranır ve onun ister yönetimle, ister aşkla ilgili tüm tasarılarına engel olur, ikiz gitgide daha çok ortaya çıkmaya başlarken, çok gülünç başarısızlıklar da birbirini izler ve sonunda, Golyadkin akıl hastanesine gider.

Öteki’deki sert gülmece İnsancıklar’daki dokunaklılığın çok uzağındadır, ama iki anlatı arasındaki ortak noktalar ilk bakışta görünenden daha fazladır. Makar Devuşkin de, Golyadkin gibi, iş arkadaşlarının kendisine sürekli işkence ettiğini hisseder belli belirsizce: “Beni kahreden nedir Varenka, biliyor musunuz?” diye yazar: “Para değil. Yaşamın bu dağdağaları, bu fısıltılar, bıyık altından gülmeler, iğneleyici sözler…”{1} Golyadkin de farklı konuşmaz; ikizin ortaya çıkışı, öncelindeki bulanık ve belli bir amaçtan yoksun işkence duygusunu bir noktada toplamaktan ve somutlaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Golyadkin kimi zaman ikiziyle barışmasının olanaklı olduğunu düşünür; işte o zamanlarda coşar. O uğursuz varlıktaki düzenci zihin ve öngörü, kendisine karşı işe koşulmak yerine, ona hizmet etse, nasıl bir yaşam süreceğini düşler. O ikizle kaynaşmayı, bir olmayı, özetle yitik birliğine kavuşmayı düşünür. Oysa Makar Devuşkin için Varenka’nın gelecekteki kocası neyse, ikiz de Golyadkin için odur; rakiptir, düşmandır. Dolayısıyla, Makar’ın “alçakgönüllü boyun eğişi”, rakibine karşı sergilediği olağanüstü edilginlik ve sevdiği kadının aile yaşantısında, kocanın çok arkasında, küçücük bir rol üstlenmek için gösterdiği acınası çabanın biraz Golyadkin’inkini andıran bir anormallikten kaynaklanıp kaynaklanmadığını sorgulamak yerinde olacaktır. Kuşkusuz, kendisinden çok daha donanımlı bir rakiple savaşmaktan kaçması için Makar’ın bin bir türlü nesnel gerekçesi vardır, başka bir deyişle, başarısızlık düşüncesini takıntı durumuna getirmesi için bin bir türlü gerekçesi vardır ve Golyadkin işte bu takıntının sıkıntısını çekmektedir. İkiz izleğine Dostoyevski’nin tüm yapıtlarında, farklı farklı biçimlerde, kimi zaman üstü bütünüyle örtülü olarak rastlanır. Uzantıları da öylesine çok, öylesine dallı budaklıdır ki, onları ancak yavaş yavaş görürüz.

Öteki’de kendini gösteren “psikolojik” yönelim, Bielinski’nin hoşuna gitmemiştir. Dostoyevski takıntılarından vazgeçmez, ama onları yapıtlarında farklı bir biçim ve tarzda açığa vurmak için çabalar. Ev Sahibesi oldukça talihsiz, ama anlamlı bir romantik taşkınlık girişimidir. Melankolik ve yalnız biri olan Ordinov tuhaf bir çiftin; genç, güzel bir kadınla Murin adındaki, kendisi üstünde anlaşılmaz bir etki bırakan, gizemli bir ihtiyarın evinden bir oda kiralar. Sonra Ordinov “ev sahibesi”ne âşık olur; kadınsa onu “kardeşi gibi, kardeşten de fazla” sevdiğini söyler ve sonunda Murin’le ilişkisinin büyüleyici ortamına girmeye çağırır kendisini. “Ev sahibesi” iki sevgilisinin bir olmasını ister. Ordinov rakibini öldürmeye çalışsa da boşuna; Murin’in bakışları karşısında silah elinden düşüverir. İki kahramanın “kaynaşması” düşüncesini ve Murin’in büyüleyiciliğini kolaylıkla daha önceki yapıtlardaki izleklerle ilişkilendirebiliriz.

Bir Yufka Yürekli’de, kendimizi bir kez daha küçük memurların evreninde buluruz. Öykü Öteki’nin tıpkısıdır, ama bu kez dışarıdan görülüyordur; kahramanın sanrılarını paylaşmayan bir gözlemci anlatır olan biteni. Kahramanın mutlu olmak için görünüşte her şeyi vardır, nişanlısı çekicidir, arkadaşı kendisine yürekten bağlıdır, üstleri de iyi niyetlidir. Ne var ki başarısızlık olasılığı bile kendisini felce uğratmaya yeter ve o da Golyadkin gibi yavaş yavaş delirir.

Bir ara “yufka yürekli”, nişanlısını arkadaşıyla tanıştırır, çok geçmeden arkadaşı ona çok âşık olduğunu söyler. “Yufka yürekli” arkadaşına onunla yarışamayacak kadar bağlı olduğundan, ailesinin bir parçası olmasını ister: “Seni ne kadar seversem onu da o kadar seviyorum, o senin gibi benim de meleğim olacak. Mutluluğunuz beni de kaplayacak ve ısıtacak… ikinize de aynı dostluk duygularıyla bağlıyım… Sizin için neler yapacağım!”{2} Genç kız bu üç kişilik yuva düşüncesini heyecanla karşılar ve sevinçle bağırır: Üçümüz tek bir insan olacağız?{3}

Beyaz Geceler’in kahramanı, tıpkı Ev Sahibesi’ninki gibi, Petersburg yazının yarı karanlık gecelerini uzun yürüyüşler yaparak geçiren bir “düşçü”dür. Gezintilerinden birinde, en az kendisi kadar romanlardan fırlamış gibi duran bir genç kızla, yeniyetmeliğini ninesinin eteğine bir iğneyle iliştirilmiş durumda geçirmiş, gerçek bir Rus Emma Bovary’yle tanışır. Kıza âşık olur, ama bunu itiraf edemez, çünkü Nastenka evlenmeye söz verdiği bir delikanlının kısa bir süre sonra dönmesini bekliyordur. Bununla birlikte, sözlüsünü sevip sevmediğinden tam olarak emin değildir. Bu çocukça tutkunun biraz da ninesinin iğnesinden kaynaklandığını düşünür. Birbirlerine gizlerini açarken, kahramanı ilgisizlikle suçlar ve “ev sahibesi”ni ya da “yufka yürekli”nin nişanlısını akla getiren sözcüklerle arkadaşlığını sunar ona: “Ben evlendikten sonra gene dost, kardeşten daha yakın iki dost olacağız. Sizi hemen hemen onun kadar seveceğim….”{4} Kahraman en sonunda aşkını itiraf eder, ama genç kızın iyice gözüne girmeye çabalamak şöyle dursun, tıpkı Makar Devuşkin gibi, rakibinin başarılı olması için elinden gelen her şeyi yapar. Nastenka’nın mektuplarını adama ulaştırır; bir buluşma ayarlayıp kıza eşlik eder. İşte iki genç buluşup sarmaş dolaş olduğunda da oradadır, büyülenmiş bir gözetleyici gibi. Bu kahramanın tüm davranışları bize gönül yüceliği, özveri, esirgemezlik ruhu olarak anlatılır. Nastenka bir daha dönmeyesiye uzaklaşır, ama bahtsız adama bir kez daha “üç kişilik bir düş” olarak adlandırılabilecek şeyi ifade ettiği bir mektup yollar. “Sizinle görüşeceğiz;” der, “beni terk etmez, gelirsiniz. Her zaman arkadaşım, kardeşim olacaksınız…”{5}

★ ★ ★

Genç Dostoyevski’nin, kadınlar karşısında bir salonda çok ünlü bir Petersburg güzeliyle tanıştığı gün düşüp bayılacak kadar, ne yapacağını şaşırdığını biliyoruz. Ama bu şaşkınlığı yüzünden, belki de çok kısıtlı olan duygusal yaşamına ilişkin neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Buna karşılık, Dostoyevski’yle gelecekteki karısı Maria Dimitriyevna İssayev’in evlenmeden önceki ilişkileri üstüne çok şey biliyoruz.

{6}e, Dostoyevski cezaevinden yeni çıkmıştır; çarın adaletinden daha kurtulmuş değildir. Sibirya’daki bir alaya yazılması ve önce basit bir er olarak, 1856’dan sonra da astsubay olarak hizmet vermesi gerekiyordur. Bir süre Semipalatinsk’te kalıp, orada İssayev ailesiyle arkadaş olur; zeki ama alıngan biri olan koca kendisini içkiyle mahvetmektedir. Karısı Maria Dimitriyevna’ysa otuz yaşındadır ve Devrim döneminde göç etmiş Fransız aristokratları olan atalarından söz eder durmadan. Yakından bakıldığında, Semipalatinsk hiç de romanlardan fırlamış gibi durmamaktadır, Yonville-l’Abbaye’den6 bile kötüdür oradaki durum. Açgözlü memurlar, kaba saba askerler ve her türlüsünden serüvenci, mevsime göre, çamura ya da toza bata çıka yürür sokaklarda. Maria Dimitriyevna, Dostoyevski’nin içinde çok geçmeden kahramanlarından herhangi birinin onun yerinde olsa hissedeceği duyguları uyandırır: Hemen en iyi arkadaşımın karısına vuruldum. Sonrasını Fyodor Mihayloviç’in, askerlik hizmeti sırasında yazarın yaşamını kolaylaştırmak için elinden gelen her şeyi yapan genç bir savcıya, aristokratik Vrangele yazdığı mektuplardan biliyoruz.

Kısa bir süre sonra, İssayev ölür. Fyodor Mihayloviç, Maria Dimitriyevnaya evlenme teklif eder; kadın da kabul eder. Dul kadın o sıralarda Semipalatinsk’ten bile geri kalmış bir kasaba, şerifin rolünü gizli polisin, Kızılderililerinkini ise Kırgızların üstlendiği tam bir Rus Dodge City’si olan Kuznetzk’te yaşamaktadır. Dostoyevski doğal olarak izin günlerini Kuznetsk’te geçirir ve işte oraya yaptığı yolculuklardan birinde acıklı bir olay yaşanır: “Onu gördüm”, diye yazar Vrangele; “nasıl da soylu, nasıl da meleksi bir ruh. Ağladı, ellerimi öptü, ama bir başkasını seviyor”. Başkası Nikolay Vergunov’dur; genç ve yakışıklı bir adamdır. Fyodor Mihayloviç ise çirkindir; otuz beş yaşındadır ve cezaevinden çıkmıştır. Maria Dimitriyevna, Beyaz Geceler’in kadın kahramanı gibi kararsız kalır; Vergunov’a vurulduğunu söyler söylemesine ama Dostoyevski’ye de yüreğini açıp kendisini yeniden görmeye gelmesi için yüreklendirir.

Vergunov öğretmendir; çok az para kazanıyordur. Maria Dimitriyevna onunla evlenirse, bir sürü çocukla ve önünde sonunda kendisinden kopacak genç bir kocayla birlikte, bozkırdan bir daha kurtulamayacaktır. İşte Dostoyevski’nin, mektuplarında dul kadına çizdiği karanlık tablo budur. Bir yandan da kendisinin bir yazar olarak parlak geleceğinden, yazdıklarını yayımlama iznini alınca onu bekleyen servetten söz eder… Bununla birlikte, Dostoyevski çabucak bu dili bırakır; gururlu Maria Dimitriyevna’yı Vergunov’unu savunmak zorunda bırakmak istemez; “insanın kendine çalıştığı izlenimini yaratmamak” gerektiğini yazar. Bu düşüncenin mantığında aşırıya kaçıp, kendi kahramanlarının tutumunu benimser; genç kadının karşısında rakibinin avukatlığına soyunup onu destekler; onun için Vrangel’le görüşeceğine söz verir, görüşür de. O dönemde yazdığı mektuplarda, genellikle çok duru olan elyazısı kimi zaman bütünüyle okunaksız olur. Öğretmenin adı hezeyanlı elyazısında bir nakarat gibi yinelenir: “En önemlisi, Tanrı aşkına, Vergunov’u unutmamanız…”

Kimi zaman yazar tutumunu taktiksel gerekçelerle haklı gösterse de, çoğunlukla iyi rolü kendine biçmekten çekinmez; kendi ruhunun yüceliğine hayrandır; kendisinden bir Schiller ya da Jean-Jacques Rousseau kahramanından söz eder gibi söz eder. Vergunov’a karşı “çıkar gütmeyen bir sıcakkanlılık” duymaktadır, Maria Dimitriyevna’ya da “acıyordur”. Bütün bu “yücegönüllülük” karşılığını bulur:

“Ona acıdım, bana döndü –o da bana acıyordu. Nasıl bir melek, bir bilseniz dostum. Tanışmadınız onunla; her an özgün, sağduyulu, ince, ama aynı zamanda çelişkili, son derece temiz yürekli, tam anlamıyla şövalyece davranışlar sergiliyor– kadın giysileri içinde bir şövalye; böyle giderse perişan olacak.”

Gerçekten de, Kuznetsk’te şövalyeliğe özenirler. İki adam en sonunda buluşur; “dostluk ve kardeşlik” üstüne ant içerler; ağlaya ağlaya birbirlerine sarılırlar. Vergunov çok ağlar; Dostoyevski günün birinde Vrangel’e onun ağlamaktan başka bir şey bilmediğini yazar. Rekabetle geçen iki süreç arasında, Dostoyevski rakibinin aldığı ücretin arttırılması için ateşli mektuplar yazar: “Anımsayın, bu yaz, size Vergunov’la ilgili bir mektup yazmıştım; bunu hak ediyor”. Dominique Arban tüm bu davranışlarının anlamını eksiksizce tanımlamıştır: “Yine de onun olmayacak o yuvada üçüncü kişi olmak için, Vergunov’un, maddi başarısını yalnızca kendisine, Dostoyevski’ye borçlu olmasını istemiştir.”

Romantik söz sanatı Dostoyevski’nin başım döndürmüştür; “tutkuların bencilliği”ni kahramanca alt ettiği için mutludur. Aşkının kutsallığından söz eder. Ama atıldığı serüvenin hastalıklı yanını gizlemeyi her zaman başaramaz. “Şu günlerde tam anlamıyla deli gibiyim… Ruhum iyileşmiyor ve asla iyileşmeyecek.” Vrangele yazdığı bir başka mektupta şöyle der:

“Onu delice seviyorum… Birçok açıdan onunla ilişkimde saçma sapan davrandığımı, benim için umut olmadığını biliyorum –ama umut olmuş olmamış, fark etmez. Başka şey düşünemiyorum. Yalnızca onu görmek, yalnızca sesini duymak istiyorum… Zavallı bir deliyim ben… Böyle aşk hastalıktır.”

Dostoyevski’nin Maria Dimitriyevna’nın Vergunov’a duyduğu sevgiyle iyice şiddetlenen tutkusu, o sevgi azalınca zayıflamaya başlar. O zaman evlilik kaçınılmaz olur ve Dostoyevski, Vrangel’e yazdığı mektuplarda daha önce hiç olmadığı kadar özveriden, soyluluktan ve ülküden söz eder. Görünüşte, değişen bir şey yoktur; dil aynıdır, ama durum kökünden değişmiştir. Söz sanatı kısa bir süre öncesine dek karşı konulmaz bir coşkuyu haklı göstermeye yarıyordur; ama artık kararsız bir istence destek olmak durumundadır:

“Düşünsene, yalnız rahatım kaçmasın, tasasızca tembellik edeyim diye, dünyadaki her şeyden çok sevdiğim varlığın karım olmasından vazgeçersem, onu mutlu etmeye çalışmaktan vazgeçersem ve onun sıkıntılarını, acılarını, kaygılarını, zayıflığını önemsemezsem, bir tek belki günün birinde pek değerli yaşamı mı rahatsız edebilecek birtakım tasalardan ötürü onu unutur, bırakırsam, ne kadar büyük bir aptallık etmiş olurum.”

Dostoyevski yürekli bir adamdır. Takıntıları, içindeki istenci ve sorumluluk duygusunu yok etmemiştir. Maria Dimitriyevna’yla evlenir, Vergunov da şahit olur. Derken, bir felaket yaşanır. Yeni evli Dostoyevski kendisini karısıyla birlikte Semipalatinsk’e götüren arabada bir sara nöbeti geçirir. Maria Dimitriyevna korkudan hasta olur; kente vardıklarında, askeri bir denetim için hazırlanmak gerekir; birlikte yaşamları kavgalarla, para sıkıntılarıyla, oturacakları daireyle ilgili sorunlarla başlar, ama asla dile getirilmemiş olan, fakat Dostoyevski’nin mektuplarında söylenmiş ve söylenmemiş şeylere bakıldığında kolaylıkla anlaşılan en büyük mutsuzlukları, kocanın karısına ilgisizliğinden kaynaklanır. Duyularının, yüreğinin ve zihninin ilgisizliğinden, hiç kuşku yok ki Fyodor Mihayloviç’in mücadele etmek için elinden gelen her şeyi yaptığı, ama asla aşamadığı bir ilgisizlikten. Bu ilgisizlik daha evlenmeden, Maria Dimitriyevna’yı elde etmek için artık kimseyle yarışmasına gerek olmadığını anladığı anda kaplamıştır içini.

Rakibin varlığı, başarısızlık korkusu ve engeller Dostoyevski’nin üstünde, kahramanlarına da olduğu gibi, hem kendisini felce uğratan, hem de uyarıcı bir etki bırakır. Buna 1862’de yeniden tanık olunur; yazar o sırada başyapıtlarındaki tüm o kurumlu kadınların modeli olan Polina Suslova’yla sevgili olmuştur; önceleri genç kıza yaşının ve ününün ağırlığıyla sözünü geçirir; onun için boşanmayı reddeder ve tutkusu ancak kız kendisinden yüz çevirip Paris’te İspanyol bir tıp öğrencisine âşık olunca alevlenir.

1859’da, Dostoyevski Maria Dimitriyevna’yla evlendikten sonra, uzun zamandır beklediği üzere, askerlik hizmetinden ayrılıp Rusya’ya dönmek ve en sonunda yeniden yazarlıkla uğraşmak için izin alır. Önce yapıtları arasındaki en sıradan parçalardan sayılabilecek birkaç anlatı ve öykü yayımlar, sonra da 1861-62’de, Sibirya cezaevi üstüne incelemesi Ölüler Evinden Anılar’ı yazar. Kitap büyük bir başarı kazanacak ve yazarı ikinci kez Petersburg sahnesine taşıyacaktır. 1861’de, Dostoyevski ayrıca o zamana kadarki en iddialı yapıtını, Ezilenler romanını da yayımlar.

Romanın kahramanı, Dostoyevski gibi, hızla başarı kazanıp, sonra biraz unutulan, Vanya adındaki genç bir yazardır. Vanya Nataşa’ya âşıktır; kızsa ona büyük bir saygı duymakta, ama onu sevmemektedir. Buna karşılık, Nataşa pek saygı duymadığı Alyoşa’yı sever. Vanya Nataşa’yla Alyoşa’nın aşklarını kolaylaştırmaya çalışır elinden geldiğince; tutumu Dostoyevski’nin Vergunov’la Maria Dimitriyevna karşısında sergilediği tutumu anımsatır. Tüm Dostoyevski yaşamöykücüleri ve eleştirmenleri Ezilenler’de, Kuznetsk deneyimine çok açık anıştırmaların olduğunu kabul eder. Ama Sibirya’dan önceki yapıtlar da, daha önce gördüğümüz üzere, bu aşk deneyiminin habercisidir; dolayısıyla, Ezilenler psikolojik açıdan gerçek anlamda yeni bir öğe sunmaz.

Romanın düğüm noktası temel verilere indirgenirse neredeyse gülünç görünür. Nataşa, Alyoşa için aile evinden ayrılmış olsa da ve babası tarafından lanetlense de, Alyoşa onu sevmez; başka bir genç kıza, Katya’ya âşıktır. Kısacası, Dostoyevski ana şemasını ikiye katlar; genç yazar Vanya, Nataşa’yı Alyoşa’nın kollarına iterken, Nataşa da Alyoşa’yı Katya’nın kollarına iter. Böylesi bir ruh yüceliği karşısında borçlu kalmak istemeyen Katya ise Alyoşa’yı var gücüyle itip, onun bahtsız Nataşa’ya dönmesini sağlamaya çalışır.

Cezaevinden önceki yapıtlarda da rastlanan takıntılar burada hiç olmadığı kadar baskıcı, tedirgin edici, dayanılmaz bir biçimde ortaya çıkar. Bu takıntının yapısal çizgileri zamanla belirginleşmiş, kesinleşmiş ve yalınlaşmıştır, tıpkı yüz çizgilerinin bir karikatürcünün elinde yalınlaştığı gibi. Dostoyevski o dönemki tüm yazılarında takıntılı durumları birbiri ardına sıralar; onları öyle belirgin kılar ki ne oldukları konusunda yanılgıya düşmek neredeyse olanaksızdır.

Ezilenler’in tüm kahramanları ellerinden geldiği kadar katkı sağladıkları iflastan, aşkın iflasından, acılı, ama yoğun bir tat alırlar. Alyoşa, Nataşa’yı Katya için bırakmadan önce bile, hafif meşrep kadınlarla onu birçok kez aldatarak suç işler. Her kaçamağından sonra nişanlısını görmeye gider ve olan biteni anlatır: “Nataşa’yı böyle uysal, merhametli gören Alyoşa’nın dili çözülür, sırf içini boşaltıp ‘eskisi gibi olmak için’ kendiliğinden her şeyi olduğu gibi anlatıverirdi.”{7} Genç kız itirafları tutkulu bir dikkatle dinler: “Aman Alyoşa, asıl konuya gelsene artık!” diye bağırır{8}. Nataşa’nın, son derece kıskanç biri olmasına karşın, Alyoşa’nın hatalarını bağışlamaktan aldığı tat Dostoyevski’ye özgü “yücegönüllülüğün” anlaşılmazlığını açıkça yansıtır: “Hatırlar mısın, üç ay önce onunla kavga etmiştik,” diye anlatır Vanya’ya, “Neydi o kadının adı? Minna mı ne… O kadına gitmişti. Öğrenip izledim. O sıralar duyduğum acıyı unutamam ama aynı zamanda içimde neredeyse bir hoşnutluk vardı… neden bilmiyorum.”{9} Vanya, Nataşa’ya aşıktır; dolayısıyla onun aşağılanmasıyla kendini iki kez aşağılanmış hisseder. Bu sahnede, romanda birçok örneğine rastladığımız iki katlı bir mazoşizm ve gözetlemecilik vardır.

Üç kişilik yaşam düşü evrensel bir karabasana dönüşmüştür. Alyoşa, Nataşa’yla Katya’yı buluşturmak ister.

‘“İkiniz kardeş olmalıydınız, birbirinizi pek severdiniz. Hep bunu düşündüm, içimden ikinizi yan yana getirip karşıdan sizi seyretmek geçiyor. Aklına bir şey gelmesin Nataşacığım, ama izin ver de ondan biraz söz açayım. Sana ondan, ona da senden söz etmek istiyorum.’… Alyoşa’nın sözleri ona hem hoş geliyor, hem üzülüyordu.”{10}

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu aşklar ancak üçüncü bir kişinin yarattığı engelden doğar ve ancak onun sayesinde sürer. Çok geçmeden rekabetin nesnesi yalnızca basit bir bahane gibi görünür ve kadın ya da erkek, iki rakip baş başa kalır. Nataşa’yla Katya’nın top gibi birbirlerine attıkları Alyoşa’nın kişisel olarak etkisizliği iki kadının karşı karşıya gelişini daha da belirgin kılar. Kadınlar en sonunda buluşur.

“Bunun üzerine Katya ona hızlı adamlarla yaklaştı, ellerinden tutarak dolgun dudaklarını uzattı, dudaklarından öptü… Birbirlerine sarılarak ağlamaya başladılar. Katya, Nataşa’yı bırakmadan koltuğunun kenarına oturmuş, ellerini öpüyordu. {11}”

Ezilenler, parlak yerleri olmasına karşın, Dostoyevski’nin büyük yapıtlarından sayılmaz. Roman baştan sona aldatıcı olarak değerlendirilmesi gereken romantik bir idealistlik ortamında geçer. Duygusal söz sanatı, gitgide daha görünür biçimde psiko-patolojik mazoşizmden kaynaklanan bir tutumu manevi çabanın ve özveri ruhunun sahte ışığıyla aydınlatır.

Dostoyevski Yeraltı İnsanı – Rene Girard
Türkçesi: Orçun Türkay
Everest Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir