Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları – Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Ergin Altay çevirisi, Joseph Frank’ın önsözüyle, Yazar ve dönem kronolojisiyle,

Dostoyevski’nin ilk Avrupa seyahatinin ardından kaleme aldığı Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları öfkeli ve alaycı bir Batı eleştirisidir.

Dostoyevski, 1862 Haziranı’nda Petersburg’dan ayrılarak ilk kez Batı Avrupa seyahatine çıktığında, tedavi için gittiği bu topraklarda bir yandan da varlığını uzaktan sezdiği yoldan çıkmışlığı ve yozlaştırıcılığı arama niyetindedir. Yazar Avrupa’nın kültür başkentlerinde sivri kalemiyle Londralı hayat kadınlarından Fransız küçük esnafına herkesi Slavcı bakış açısıyla deşifre ederken karşı olduğu bir kültürün ahlâki ve siyasi zaaflarına olan öfkesini saklama gereği görmez.

“Dostoyevski 19. yüzyılın Fransız burjuvalarına baktığında soyluluğun ve kibarlığın altında gizlenen adi bir çıkarcılık görmüştü.”
SAUL BELLOW

“Dostoyevski’nin Kış Notları yazarın bugüne kadar yayımlanmış en derin ve en samimi fikirlerini sunuyor okura.”
JOSEPH FRANK

1.
Önsöz Yerine
Dostlarım, sizlere yurtdışı izlenimlerimi anlatayım diye kaç
aydır sıkıştırıp duruyorsunuz beni. Oysa, bu diretişinizin
beni çıkmaza soktuğundan haberiniz yok. Ne anlatacağım
size? Batı üzerine şimdiye dek bilinmeyen, söylenmemiş, yeni ne anlatabilirim? Biz Ruslardan hangimiz (yani hiç değilse dergiydi, gazeteydi okuyanlarımızdan hangimiz, demek
istiyorum) Avrupa’yı Rusya’dan iki kat daha iyi bilmeyiz?
Ayıp kaçmasın diye iki kat diyorum, aslında on kat daha iyi
biliriz Avrupa’yı. Üstelik, size anlatacak bir şeyimin olmadığını; sırasıyla görmediğim için (kimi şeyleri görmüş olsam
bile, incelemeye fırsat bulamadım) şöyle düzgün bir biçimde hiçbir şeyi anlatamayacağımı da çok iyi biliyorsunuz. Berlin’de, Dresden’de, Wiesbaden’de, Baden-Baden’de, Köln’de,
Paris’te, Londra’da, Lüksemburg’da, Cenevre’de, Cenova’da,
Floransa’da, Milano’da, Venedik’te, Viyana’da bulundum.
Hatta iki kez gördüm bu kentlerden bazılarını. İnanır mısınız, iki buçuk ayda, evet iki buçuk ayda gezdim bunca yeri!
Şimdi siz karar verin, iki buçuk ayda bunca yolu tepen bir
insan ne görmüş, gördüklerinden ne anlamış olabilir? Gezi programımı önceden, daha Petersburg’dayken hazırladığımı
anımsarsınız. Yurtdışına ilk çıkışım değildir bu. İlk çıkışım
çocukluk yıllarıma rastlar. Uykuya yattığımda annemin ya
da babamın bana Radcliffe’in romanlarından parçalar okuduğu zamanlara… Hiç unutmam, bütün gece kâbuslar görmeme neden olurdu bu romanlar. Korkudan zangır zangır
titrerdim yatağın içinde. Sonra bir de kırk yaşımda çıktım işte yurtdışına. Zamanın darlığına bakmadan, elden geldiğince çok şeyi değil, her şeyi, ne olursa olsun her şeyi görmek
istiyordum. İşin kötüsü, gezeceğim göreceğim yerleri soğukkanlılıkla seçecek durumum da hiç mi hiç yoktu. Tanrım, ne
çok şey bekliyordum bu geziden! “Varsın hiçbir şeyi ayrıntılarıyla göremeyeyim,” diye düşünüyordum (gördüm de her
şeyi, her yere de gittim), “gördüklerimden toplu, genel bir
izlenim kalacaktır belleğimde nasıl olsa. ‘Kutsal mucizeler
ülkesi’ bir anda kuşbakışı, bir uçtan bir uca serilecektir gözlerimin önüne. Sözün kısası, yepyeni, hoş, güçlü düşünceler
dolduracaktır içimi.” Yazın çıktığım bu geziyi düşündükçe
şimdi en çok neye üzülüyorum biliyor musunuz?.. Hiçbir
şeyi gereğince yakından göremediğime değil, hemen her yere gittiğim halde, sözgelimi Roma’ya gitmediğime üzülüyorum. Hoş Roma’ya gitseydim bu kez de Papa’yı görmeden
gelirdim ya… Anlayacağınız, yeni yeni şeyler, yeni yeni yerler görmek, uzaktan şöyle bir izlenim edinmek tutkusuna
delicesine kaptırmıştım kendimi. Böylesine bir itiraftan sonra daha ne bekliyorsunuz benden? Ne anlatabilirim size? Ne
açıklayabilirim? Kentlerin görünümünü, dağları, tepeleri
mi? Ya da –kuşbakışı– ülkeleri mi? Böyle bir şeye kalkışsam,
sanırım çok yüksekten uçtuğumu önce siz söylersiniz. Hem,
dürüst bir insan sayarım kendimi ben. Geziye çıkmış biri
olarak bile olsa, yalan söylemek istemem. Gelgelelim, size
bir manzarayı anlatmaya başlasam, kesin yalan karıştırırım
sözlerime. Geziye çıkmış biri gibi yapmam bunu, benim durumumda biri yalan söylemeden edemeyeceği için yalan
söylerim. Siz karar verin: Sözgelimi, Berlin son derece ekşi
bir izlenim bıraktı bende. Üstelik topu topu bir gün kaldım
orada. Berlin’e haksızlık ettiğimi, onun insan üzerinde ekşi
bir izlenim bırakan bir kent olduğunu kesin olarak söyleyemeyeceğimi biliyorum şimdi. Düpedüz ekşi olmasa bile, hiç
değilse kekredir bile diyemem… Böylesine haksız bir yanlışlığa niçin düştüm peki? Hiç kuşku yok, karaciğerimden hasta hasta; yağmurlu, sisli dumanlı iki gün boyu kara trenle
Berlin’e kadar gözlerimi kırpmadan tangır tungur yol aldıktan sonra yüzüm sapsarı, bitkin mi bitkin, her yanım dökülür bir durumda kente indiğimde, daha bakar bakmaz Berlin’in Petersburg’a inanılmayacak derecede benzediğini görmemdir bunun nedeni. Petersburg’un sokaklarından ayrı bir
yanı yoktu buradakilerin. Kokular da aynıydı. Sonra… bırakalım, saymakla bitmez bu benzerlikler çünkü… O anda vay
canına, diye geçirdim içimden, kurtulmaya çalıştığım, kaçtığım şeylerin benzerlerini görmek için mi teptim bunca yolu,
iki gün sallandım durdum trende, bunca sıkıntıya katlandım? Ihlamur ağaçları bile hoşuma gitmedi Berlin’in. Oysa
bu ağaçlar uğruna Berlinli en değerli varlığını bile hiç duraksamadan verir. Kim bilir, anayasasını bile çıkarır gözden belki. Berlinli için anayasasından değerli bir şeyinin olmadığını
ise sanırım herkes bilir. Üstelik, Berlinlilerin hepsi de Alman’a öylesine çok benziyorlardı ki, Kaulbach’ın fresklerini
bile görmeden –Ah! korkunç bir şeydi bu– (içimde, insanın
Alman’a alışması gerektiği, yabancısı olursa, onların toplu
bulundukları yerde yaşayamayacağı inancı) Dresden’e attım
kapağı. Dresden’de de Alman kadınlarına haksızlık ettim bu
kez. Sokağa çıkar çıkmaz, Dresdenli kadından iğrenç bir yaratığın olamayacağı; Rus ozanlarının en şakrağı, kendine en
güveneni olan aşk şarkıcısı Vsevolod Krestovski’nin bile burada kendini yitirebileceği düşüncesine kapıldım. Ne var ki saçmaladığımı, onun kendine güvenini asla yitiremeyeceğini anımsamakta gecikmedim kuşkusuz. İki saat sonra anlaşıldı her şey. Otel odasına döndüğümde aynanın karşısında
dilimi çıkarıp bakınca Dresdenli bayanlar üzerine düşüncelerimin kapkara bir iftiradan başka bir şey olmadığını anladım. Sapsarıydı dilim, kötüydü… “İnsan,” diye geçirdim
içimden, “doğanın bu kralı ufacık karaciğerine böylesine mi
bağımlı? Ne bayağılık, Tanrım!” Kendimi bu çeşit düşüncelerle avutarak Köln’e yollandım. Ne yalan söyleyeyim, çok
şey bekliyordum Köln Katedrali’nden. Gençliğimde mimarlık öğrenimi görürken büyük bir saygıyla çizerdim bu katedrali defterime. Dönüşte Köln’den geçerken, yani bir ay sonra
–Paris’ten dönüyordum– ikinci kez gördüm Köln Katedrali’ni. Önceki gelişimde güzelliğini göremedim diye “önünde
diz çöküp beni bağışlaması için yalvarmak” geldi içimden.
Karamzin1 de Rhine Çağlayanı’nın önünde öyle diz çökmemiş miydi?.. Birinci görüşümde hiç sevmemiştim katedrali.
Dantel, evet basbayağı dantel gibi, yüz elli metre yüksekliğinde bir masayı örten kâğıt dantel gibi bir şey izlenimi bırakmıştı bende. Dedelerimizin Puşkin için “Pek bir sade yazıyor, nasıl demeli, parlak söz az şiirlerinde,” diye buyurdukları gibi; ben de Köln Katedrali için “Yüce yanı az,” demiştim kendi kendime. Bu ilk izlenimimde iki şeyin etkisi
olduğu kanısındayım. Birincisi kolonya idi. Jean-Marie-Farina hemen dibinde katedralin. Hangi otelde kalırsanız kalın,
ruhsal durumunuz ne olursa olsun, düşmanlarınızdan da,
özellikle Jean-Marie-Farina’dan da ne denli kaçmaya çalışırsanız çalışın, bulurlar sizi bu kolonyayı kullananlar. “Kolonya ou la vie”2
kurtuluş yoktur bundan. Tam böyle, “kolonya
ou la vie!” diye bağırdıklarını kesin söyleyemem ama, kim
bilir, belki de böyle bağırıyorlardır. Anımsıyorum, o gün
hep öyle geliyordu bana. Bu ses çınlıyordu kulaklarımda. Sinirlerimi bozan, bana haksızlık ettiren ikinci şey yeni Köln
Köprüsü’ydü. Çok güzel bir köprü bu kuşkusuz. Kent de
haklı olarak övünüyor onunla. Ama biraz fazla övünüyor gibi geldi bana. Hemen o anda bozuldu sinirlerim. Sonra, benzeri görülmemiş köprüye girişte bir masaya oturmuş, herkesten para alan o adam, –gerçekten az– geçiş ücretini alırken, bilmediğim bir suçumun cezasını kesiyormuş gibi soğuk olmamalıydı… Bilmiyorum ama, bence Almanlar kendilerini çok beğeniyorlar. “Yabancı, hele hele Rus olduğumu
anladı adam,” diye geçirdim içimden. Hiç değilse gözleri
şöyle der gibi bakıyorlardı: “Görüyor musun köprümüzü
behey zavallı Rus! Bu köprünün yanında da, biz Almanların
yanında da bir hiçsin sen, bir solucandan farksızsın… Çünkü, yok senin böyle bir köprün.” Kabul edin, can sıkıcı bir
durumdu bu. Almanın böyle bir şey söylediği falan yoktu
kuşkusuz. Belki aklından bile geçirmemişti… Ama ne önemi
var? Adamın böyle demek istediğine o anda öylesine inanmıştım ki… Öfkelenmiştim sonunda. Söylendim kendi kendime: “Canınız cehenneme… Biz de semaveri bulduk… Dergilerimiz var… En güzel el işleri bizde işleniyor… Sonra…”
Sözün kısası, iyice bozulmuştu sinirlerim. Bir şişe kolonya
alıp (kurtuluş yoktur bundan) içimde, Fransızların çok daha sevimli, ilginç oldukları umudu, Paris’e yollandım. Şimdi
siz karar verin, kendimi sıkıp birkaç gün daha, sözgelimi bir
hafta kalsaydım Berlin’de, Dresden’den de dişimi sıkıp bir
hafta kalmadan kaçmasaydım, Köln’e üç, hiç değilse iki gün
ayırsaydım, gördüğüm şeylere ikinci, üçüncü kez baktığımda başka gözle görmez miydim onları, daha bir dürüst izlenimler edinmez miydim onlarla ilgili? Güneş ışığı, şu bildiğimiz güneş ışığı var ya, onun bile hayli etkisi oldu bu işte.
Köln’e ikinci gelişimde olduğu gibi, ilkinde de güneş öyle
ışıl ışıl olsaydı katedralin üstünde, hiç kuşku yok, o zaman da görürdüm bu yapıyı gerçek parlaklığıyla… Yurtseverlik
duygumu kabartmaktan başka bir şeye yaramayan o kasvetli, hatta biraz yağmurlu sabah aldatmazdı beni. Bu sözlerimden insanın yurtseverlik damarının yalnızca kötü havalarda
kabardığı sonucu çıkarılmasın lütfen. İki buçuk ayda her şeyi gerçek yanlarıyla görmenin olanağı yoktur. Bu nedenle,
en doğru, en önemli bilgileri veremeyeceğim size. İster istemez, kimi zaman doğru olmayanı da söylemek zorunda kalacağım…
Ama burada kesiyorsunuz sözümü. Bu kez size gerekli
olanın doğru bilgiler olmadığını, isterseniz, bu çeşit bilgileri Reichard’ın gezi rehberinde bulabileceğinizi söylüyorsunuz. Geziye çıkanların, gerçeklerin peşinde koşacak yerde
(aslında çok seyrek olur gerçeği yakalayacak güçleri) biraz
da içtenliğin peşinden gitseler hiç de fena olmayacağı görüşünü savunuyorsunuz. “Kendine büyük bir ün sağlamayacak da olsa, kişisel izlenimlerini, yalnızca kendini ilgilendiren bir serüveni anlatmaktan çekinmese, diyorsunuz, çıkarı
için, bilinen bazı yollara sapmasa ne iyi olurdu!” Sözün kısası, sizin için gerekli olanın kişisel ve de içten izlenimlerim
olduğunu söylüyorsunuz.
Öyle mi? Demek düpedüz gevezelik etmemi istiyorsunuz!
Yüzeysel öyküler, çarçabuk edinilmiş izlenimler istiyorsunuz… Buna bir diyeceğim olamaz işte. Hemen başlıyorum
öyleyse. Elimden geldiğince içten olmaya da çalışacağım.
Yalnız, yazdıklarımın çoğunun yanlış olabileceğini unutmamanızı istiyorum. Çoğunun diyorum, hepsinin değil. Sözgelimi, Notre-Dame’ın Paris’te olduğu, Mabille balolarının3
da gene orada düzenlendiği gibi gerçeklerde yanılamaz insan.

Özellikle Mabille gerçeği Paris üzerine yazan Ruslarca öylesine çok anlatılmıştır ki, ondan kuşku eden artık yoktur bizde. İşte bu gibi gerçeklerde yanılmam belki. Ne var ki, bunu da kesin söylemiyorum gene. Roma’ya gidip de Saint-Peter Katedrali’ni görmemek olmayacak şeydir derler, bilirsiniz. Düşünün ki ben de Londra’ya gittim de, Saint-Paul Katedrali’ni görmedim. İnanın doğru söylüyorum. Evet Londra’ya gittim, Saint-Paul’ü görmedim. Gerçi Saint-Peter ile Saint-Paul bir tutulamaz ama, ne olursa olsun, geziye çıkmış
bir insan için hiç de bağışlanacak bir şey değil bu. İşte size
övünemeyeceğim birinci serüvenim (Aslında şöyle uzaktan,
beş yüz metre öteden gördüm… Pentonville’e gidiyordum
boş verdim, geçtim). Neyse, asıl konumuza gelelim artık!
Hem biliyor musunuz, durmadan dolaşıp kuşbakışı (kuşbakışı yüksekten anlamına gelmez. Bildiğiniz gibi, mimari bir
deyimdir) evet, durmadan dolaşıp, kuşbakışı bakmadım her
şeye. Londra’da geçirdiğim sekiz günü çıkın, tam bir ay Paris’te kaldım. Paris üzerine bir şeyler anlatacağım size. Çünkü Saint-Paul Katedrali’nden de, Dresdenli bayanlardan da
daha bir yakından tanıdım bu kenti. Hadi başlıyorum.

Kitabın Künyesi
Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları / Saul Bellow’un Önsözü ve Edward Hallett Carr’ın Notuyla
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski
Çeviren: Ergin Altay
İletişim Yayınları
1.Baskı Ekim 2005, İstanbul
126 sayfa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir