Yeraltından Notlar – Fyodor Mihailoviç Dostoyevski

Dostoyevski’nin 1864 yılında yayımlamış olduğu “Yeraltından Notları” yaratıcılığında bir dönüm noktasıdır. Dostoyevski bu yapıtında yepyeni bir anlatım denediğini, “Müzikteki geçişleri bilirsin. Bu da tıpkı öyle olacak. Birinci bölümdeki gevezelikler, ikinci bölümde yerlerini ani bir katastrofa bırakacak,” şeklinde ifade eder yazdığı bir mektupta. “Yeraltından notlar”, düşlemler ile gerçekler arasında kimi kez sakin sakin yalpalanan, kimi kezse tsunamiye dönüşen dalgalanmalarla önüne kattığı her şeyi alıp götüren, ne kadarı düş ürünü, ne kadarı gerçek olduğu tam anlaşılamayan anılardan oluşan bir yapıt.
Romanının tanıtım yazısında, Dostoyevski, her ne kadar, “Bu notlar da, bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür”, dese de, onun yaşam öyküsünü bilenler için, anlatıcıya yakıştırdığı düş ürünü anıların içine kendi anılarını da aşıladığı kesin. Temelde yıpratıcı bir kişilik sorgulaması, bir tür itiraflar zinciri niteliğindeki bu yapıt, kimi araştırmacılara göre, varoluş felsefesinin yazınsal düzlemde ilk irdelenmesi, Camus”yü ve Sartre”ı etkileyen temel yapıttır. Gerçekten de Camus”nün “Düşüş?ünü düşünmemek elde değil.

”Yeraltından Notlar”, çaresiz bir insanın hayat karşısında tutunamamasının, ruhsal olarak yaralanmasının, varoluşunu dünyaya haykırmak isterken giderek kabuğuna çekilmesinin hikayesidir ve Dostoyevski?nin daha sonra işleyeceği birçok felsefi ve ahlaki problemin tohumları bu romanda atılmıştır.

Yapıtın ‘ideolog’ baş kişisi, Dostoyevski’nin sonraki yapıtlarındaki Raskolnikov, Terentyev, Karamazovlar gibi tüm ‘anti-kahraman’ dönemin edebiyatındaki genel eğilimin aksine ne soylu, ne de küçük burjuvadır. Sosyal çevresi tarafından aşağılanmaktan acı şeken, içinde bulunduğu toplumsal şartlara bireysel bir isyan geliştiren küçük bir memurdur. Yeraltından Notlar’daki kahraman, dahil olmak istemediği sisteme, sinir krizlerine, kararsızlığına rağmen ister istemez dahil olur. Onun asıl kaosu ve çaresizliği, nefret ettiği sisteme, hiçbir neden olmadan ve anlamsız bir şekilde kendini tutamayıp gerisin geri koşmasıdır. Nihayetinde saplantılı diye tanımlayacağımız bu kahramanın böylece asıl bunalımı, kısır döngünün tam göbeğinde bulunması, rahatsız olduğu sistemin içinde istemese de olmak, bulunmak zorunda kalmasıdır.
Dostoyevski bu isyanın özüne dönmenin aydınlarınca pek hoş karşılanmayan paradoksal düşünceler yerleştirerek 1870’lerin Rus aydınlanması kıyasıya bir eleştiri getirir. Kimi çevrelere göre yapıt, varoluşçuluğun edebiyattaki ilk yansımasıdır.

“Bu notlar da, bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz. Benim bütün isteğim, pek yakın bir zaman öncesinin tiplerinden birini herkesin gözleri önüne daha açık olarak sermektir. Bu tip, henüz tükenmemiş kuşağın bir temsilcisidir. “Yeraltı” adını verdiğimiz bölümde bu kişi kendisini, düşüncelerini açıklamakta; sanki bununla toplumumuzda niçin bulunduğunu, bulunmasının neden kaçınılmaz olduğunu söylemek istemektedir. İkinci bölüm ise bu kişinin yaşamındaki birkaç olayı anlatan gerçek anılardır.” Fyodor DOSTOYEVSKİ

“Bırakmıyorlar… İyi olmaya… Olamıyorum…” ? Murat Özer
(13/04/2012 tarihli Radikal Kitap Eki)
Dostoyevski hakkında size ahkâm kesecek değiliz; her edebiyat tutkununun, biraz daha ileri gidersek her insanın bilmek/tanımak zorunda olduğu bir üstat kendisi. Ona dair edilebilecek her giriş cümlesi, sakil ve anlamsız durabilir. İyisi mi, üstadın dünyasını pas geçip doğrudan ?Yeraltından Notlar?a yöneltelim ilgimizi.
1864 tarihli ?Yeraltından Notlar? için uzun hikâyeyle deneme arasında bir yere oturan bir metin diyebiliriz, tam olarak her iki disipline de girmiyor olduğundan. Ama şu bir gerçek ki, Dostoyevski?nin sayıklar gibi kaleme aldığı bu eser, bir akım olarak ortaya çıkmasına daha çok uzun yıllar olan ?varoloşçuluk?u tarif eden bir edebiyat şaheseri. Albert Camus?nün ?Yabancı?sına ilham kaynaklığı yaptığınaysa kuşkumuz yok.
Dostoyevski, iki bölüm halinde önümüze getiriyor ?Yeraltından Notlar?ını. ?Yeraltı? adlı ilk bölümde, isimsiz kahramanının içe kapanık dünyasının ona sunduklarını ?genel? bir bakış açısıyla yansıtıyor. ?Kötülük?ün ?iyilik?e evrilmesini sağlamak için harcanan çabaların beyhudeliğini, bu çabaların ahmaklığa varan bir ?romantizm? içerdiğini, giderek ?ikiyüzlü? bir yapıya büründüğünü söylüyor yazar. ?Eziklik?le anlamlanan bir içe kapanma durumunun kıskacındaki başkarakterin, bu tip ?iyilik? hamlelerine olan öfkesini, dahası intikam alma isteğini belgeleyen bu ilk bölüm, bir hikâye anlatmaktan ziyade bir ?tespit? özelliği taşıyor. Ancak bunun da alabildiğine öznel, sadece isimsiz kahramanın bakışından beslendiğini de belirtmek gerek. Buradaki bakış açısının, sonraki bölümde okuyacağımız hikâyeye sağlam bir temel oluşturduğuysa tartışılmaz.
?Sulu Sepkene Dair? adlı ikinci bölümse, karakterin ilk bölümdeki dağınık fikirlerininin ete kemiğe büründüğü, onun için olduğu kadar bizim için de anlamlandığı bir hikâyeyle vücut buluyor. Bu hikâye, kendi içinde üç hikâyecik barındırıyor: İlkinde, karakterin bir subayla yaşadığı problemi; ikincisinde, ?eski? arkadaşlarıyla takıştığı bir veda yemeğini; üçüncüsünde ise genç bir fahişeyle yaşadıklarını okuyoruz. Birbirine bir şekilde eklemlenen, ?kötü ruh? bağlamında özdeşlik kurulabilen bu üç hikâye, kendini mütemadiyen bir paradoksa hapseden karakteri deşifre eden özellikler taşıyor. Başta dile getirdiğimiz ?sakıylama? halini yoğun biçimde hissettiren bu hikâyeler, karakterin giderek dibe doğru yönelen ruh halini öne çıkarırken, onun kendini ?aklama? hamlelerini de sergiliyor. ?Olma? ve ?olmama? ikilemini derinden yaşayan adamımız, bu iki kavram arasında nerede duracağını tam olarak bilemediğinden, bir oraya bir buraya savruluyor. İlk iki hikâyedeki ezilmişliğini üçüncü hikâyede telafi etmeye çalışıyor, genç fahişe Liza?dan alıyor ?intikam?ını. Liza?ya söylediği şu cümleyse (haykırış) işin tuzu biberi oluyor: ?Bırakmıyorlar… İyi olmaya… Olamıyorum…? Kendi ?ol(a)mayışını? başkalarına yüklüyor, hiçbir zaman sahip olmadığı ?iyilik? motivasyonunu sahiplenmeye çalışıyor, kısacası kendini ?mazlum? ilan ediyor.
?Yeraltından Notlar?, örneğin Chuck Palahniuk?un ?Dövüş Kulübü?nde ?net? biçimde ifade edilen iyi ile kötünün aynı bünyeye hapsolmasını ?özgür irade? formülüyle anlamlandıran bir metin. Bu iradenin nasıl ve ne zaman ortaya çıkması gerektiğini pek de öngöremeyen bir karakterin dünyasında gezdiriyor bizi. Özgür iradesini serbest bırakmakla zapturapt altına almak arasında bocalayan, bu paradoksun onda yarattığı ?nefret?le özdeşleşen, ?suç?u çevresine atıp onlardan intikam almak isteyen, yalnızlık ve yabancılaşmanın hasını yaşarken ?mutluluk?u aşağılayan bu karakter, bir yandan ?sıradan? işaretler verirken, öte yandan da ?insan üstü (dışı)? özellikler sergiliyor. Kendi varoluşunu diğerlerinin ?olmaması? üzerinden okuyor, kişilere ve olaylara her daim tersten bir bakış atıyor.
Dostoyevski?nin edebiyat dünyasına ?küçük ama iddialı? bir anti-kahraman hediye ettiği ?Yeraltından Notlar?, onun insanlığa (ve kendisine) bakışındaki sertlikle kimliklenen bir eser. Çağının ötesinde olduğu, ?öncü? bir temelin üstünde yapılandığıysa tartışılmaz. Sanatın her alanında sayısız ardılı izinden götürdüğünü söylemeye bile gerek yok…

?Serbest uyarlama? yakışıyor
Dostoyevski, Zeki Demirkubuz?un bir numaralı ?kahraman?ı, bunu herkes biliyor artık. Yönetmen, her filminde yazarın dünyasından besleniyor, onun temel kavramlarıyla biçim veriyor anlatısına. Özellikle ?suç ve ceza? kavramları üzerine yükleniyor, tıpkı Dostoyevski?de olduğu gibi. Öte yandan, ?varoluşçuluk? da Demirkubuz?un sinemasına yön veren unsurlardan biri olarak öne çıkıyor. Camus?nün ?Yabancı?sına kendince bir yorum getirdiği ?Yazgı?yla bu bakışını sabitleyen sinemacı, gene bir ?serbest uyarlama?ya soyunduğu ?Yeraltı?yla çok daha net bir kıvama taşıyor yaklaşımını.
Demirkubuz?un filmi, Dostoyevski?nin kitabının ikinci bölümüyle ilgileniyor daha ziyade. Evet, ilk bölümdeki tespitleri ana karakterin bakışına usul usul enjekte ediyor, ama asıl ilgilendiği kısım ?Sulu Sepkene Dair? oluyor. Buradaki hikâyeyi ana hatlarıyla takip ediyor, tabii kendince kimi müdahalelerde bulunmayı da ihmal etmeden. Örneğin ana karakterin evine gelen hizmetlinin hikâyesinde farklı bir yöne taşıyor filmi, suç ve cezaya dair saptamalarını burada dillendiriyor. Ve filmin başından sonuna kadar sürükleyerek bir tür ?omurga? kuruyor bu hikâyeyle. Bu omurgaya eklemlediği ikinci ve üçüncü hikâyeyse Dostoyevski?nin ?Yeraltından Notlar?ından yansıyor bizlere.
Dostoyevski?nin metnine en çok tutunan bölüm, eski arkadaşlarla yenilen veda yemeği bölümü. Bu bölümde, Dostoyevski?den alıntılanan repliklerin yanı sıra, Demirkubuz?un beyninden sızan cümleler duyuyoruz karakterlerden, ki sinemacının diyalog yazımında gösterdiği aşamayı da belgeliyor bu durum. Bir yandan başkarakterin diğerleri karşısındaki ezilmişliğini net olarak görürken, öte yandan da onlara karşı nefretini tespit ediyoruz bu sahnelerde. Onun ?olamama? haliyse en çok burada kendini gösteriyor, paradoksal ruh halinin yansımalarını mükemmelen veriyor Demirkubuz.
Bu filmde tespit edebildiğimiz tek eksiklikse, karakterin fahişeyle bir arada olduğu ilk sahnede kendini gösteriyor. Dostoyevski?nin metninde, ikili arasındaki durum net biçimde ortaya konurken, Demirkubuz bunu bir miktar ?eksik? sunuyor bizlere. Çekilip de filme konmamış sahneler varmış gibi hissediyoruz buralarda. Böylesi bir eksiklikle finale geldiğimizde, başkarakterin kızdan ?intikam? alma motivasyonunun altının yeterince doldurulmamış olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Ama hikâyenin genel gidişatı içinde bir yere oturtabiliyoruz yine de bu durumu. Çünkü karakterin ?ne? olduğunu (ya da olmadığını) gayet iyi yansıtıyor Demirkubuz, oraya kadar sunduklarıyla.
?Yeraltı? hakkında bir şeyler söylerken oyuncuları da unutmamak gerek tabii. Engin Günaydın, ?her filme lâzım? bir oyuncu olduğunu bir kez daha belgeliyor buradaki performansıyla. Aktör, bir Dostoyevski karakteri olabildiği gibi, bir Demirkubuz karakteri de olabiliyor, yönetmenin buluşturduğu iki kimliği kendi bünyesinde eritip mükemmel biçimde önümüze koyuyor. Nihal Yalçın ve Nergis Öztürk de iki farklı kadın temsiliyle oyunculuk kurumunu taçlandırıyorlar. Her iki aktrisin de doğru tercihler olduklarını, Zeki Demirkubuz?un dünyasına harfiyen uyduklarını söylemeye bile gerek yok belki de…
Not: ?Yeraltı? gösterimde.

Yeraltından Notların Ortaya Çıkışı
Dostoyevski Sibirya?dayken akıllı ama ahlaksız bir okul öğretmeninin dul karısı olan Maria Dimitrievna Isaev ile evlenmişti. Evlilik ikisine de mutluluk getirmedi ve St. Petersburg?a döndükten kısa bir süre sonra Dostoyevski, Polino Suslova adında kösnül ve saldırgan bir kadınla yakın ilişkiye girdi. Polino Suslova onun çalışmasını ciddi bir şekilde etkilemiş ve kumara karşı sinirceli tutkusunu kışkırtmış gibi görünür. Polina ile birlikte Rusya?dan ayrı olduğu bir sırada Dostoyevski?nin karısı hastalandı ve ağabeyinin ölümünü üç ay önceleyen ölümü onu Yeraltından Notlar (1864) olarak bilinen itirafı yazmaya götürdü.

“Ben hasta bir adamım… Gösterişsiz, içi hınçla dolu bir adamım ben. Sanıyorum, karaciğerimden hastayım. Doğrusunu isterseniz, ne hastalığımdan anladığım var, ne de neremin ağrıdığını tam olarak biliyorum. Tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte, şimdiye dek tedavi olmadığım gibi, bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum. Üstelik boş inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar. (Oldukça iyi bir öğrenim gördüm, boş inançlara inanmamam gerekirdi, ama inanıyorum işte.) Hayır, hayır, salt hıncımdan dolayı tedavi olmak istemiyorum. Siz bunu anlayamazsınız. Ama ne ziyanı var, ben anlıyorum ya! Bu huysuzluğumla kime kötülük edeceğimi açıklamak elimde değil, bunu ben de bilmiyorum; bildiğim bir şey varsa, o da tedaviden kaçmakla hekimlere bir “zarar veremeyeceğim”, olsa olsa bütün zararı kendimin çekeceğidir. Yine de hıncımdan tedavi olmuyorum! Karaciğerim ağrıyormuş, varsın daha beter ağrısın! Epeydir böyle yaşıyorum, belki yirmi yıldır. Şimdi kırkımdayım. Eskiden çalışırdım, şimdi görevi bıraktım. Ters bir memurdum. Kabaydım, kabalığımdan zevk alırdım. Rüşvet yemediğime göre, demek oluyor ki kendimde, kaba olma hakkını görüyor, bununla kendimi ödüllendiriyordum. (Kötü bir nükte, ama olsun, karalamayacağım. Yazarken güzel olacağını sanmıştım, şimdi bakıyorum da çirkin bir böbürlenmeden öteye geçememişim. Böyle olduğunu bile bile karalamayacağım işte!) Masama gelenlerin işini, dişlerimi gıcırdata gıcırdata yapar, birinin kırıldığını görsem, bundan büyük bir zevk alırdım. Hemen hemen her zaman da gücenen biri çıkardı. Çoğunlukla korkak kimseler olurlardı. Ricacı milleti değil mi?.. Yalnızca kendini bilmez bir subaydan nefret ederdim. Bir türlü yola gelmek bilmez, kılıcını şakırdatarak, karşımda iğrenç bir gururla dikilirdi. Kılıcı yüzünden bu adamla tam bir, bir buçuk yıl savaştım. Sonunda da yendim onu. Kılıcını şakırdatmaktan vazgeçti. Hoş, bu olay gençliğimde olmuş bir şey. Ama sevgili okuyucularım, asıl hıncımın nereden geldiğini biliyor musunuz? Durumumun püf noktası, bütün rezilliği de burada ya… Benim asıl kızdığım şey, en sinirli anlarımda bile içimde bir öfke ya da hıncın bulunmaması, bütün cartcurtları yalnızca gönlümü hoş tutmak için yapmamdı. Öfkeden ağzım köpürmüşken biri biraz gönlümü alsa ya da önüme bir bardak çay sürse hemen yelkenleri suya indirirdim. Bununla da kalmaz, ona karşı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime kızar, utancımdan birkaç ay uykularımdan olurdum. Yaratılışım böyleydi işte.
Yukarıda ters bir memur olduğumu söyledim ya, yalan! Hırsımdan öyle söyledim. İş sahiplerine de, subaya da caka satardım; gerçekte hiçbir zaman ters biri olamamışımdır. Her an içime bunun tam karşıtı bir sürü duygunun dolduğunu hissederdim. Bu duygular içimde kıpır kıpır eder dururlardı. Bunların yaşamım boyunca böyle kaynaştıklarını, dışarı taşmak için fırsat kolladıklarını bilirdim, ama bırakmazdım, bile bile bırakmazdım. Utancımdan yerin dibine girecek durumlara mı düşmedim, beni çarpıntılar mı tutmadı bu yüzden: bıktım, canımdan bezdim! Bunları yazarken sanki bir şeylere pişman olmuşum, sizden özür diliyormuşum gibi bir halim mi var beyler?.. Kalıbımı basarım, öyle düşünüyorsunuzdur. Bununla birlikte sizin ne düşündüğünüz vız gelir bana…
Benim nasıl bir adam olduğum da belli değil: Ne ters bir adamım, ne uysal; ne alçağım, ne onurlu, ne kahramanım, ne de korkak… Kendi köşeme çekilmişim; zeki insanların önemli bir iş tutamayacakları, tutanlarınsa aptal oldukları gibi kin dolu, hoş bir avuntuyla günlerimi doldurup gidiyorum. Evet efendim, 19. yüzyıl insanı en başta iradesiz olmalıdır, böyle olmak onun boynunun borcudur; iş beceren, iradeli adam aptal, dar kafalıdır. İşte benim kırk yıllık yaşamımda vardığım sonuç! Kırk yaşındayım artık; şaka değil, kırk yıllık koca bir ömür, yaşlılığın ta kendisi! Kırkından fazla yaşamak ayıptır, aşağılıktır, ahlaksızlıktır. Kim yaşar kırkından fazla? Haydi, bana açıkça, elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin! İsterseniz size ben açıklayayım: Aptallar, namussuzlar yaşarlar kırkından sonra. Bütün ihtiyarların, o ak saçlı, güzel kokular sürünmüş saygıdeğer ihtiyarların yüzüne karşı söylerim bunu! Hatta çıkar, sokaklarda haykırırım! Buna hakkım var, çünkü kendim de altmış yaşına kadar yaşayacağım! Üstelik yetmişimi, seksenimi bulacağım! Öf! İzin verin, biraz soluk alayım!..
Beyler, sizi güldürmek istediğimi sanıyorsunuzdur belki de. İşte bunda da yanıldınız. Ben sizin düşündüğünüz ya da düşünebileceğiniz gibi şakacı bir adam değilim; ama bütün bu gevezeliklerime sinirlenerek (sinirlendiğinizi epeydir hissediyorum), benim ne biçim bir adam olduğumu sormak istiyorsanız yanıt vereyim: Küçük bir memurdum. Yalnız karnımı doyurmak için (yalnız bunun için) çalıştım; geçen yıl uzak akrabalarımdan biri bana altı bin ruble miras bırakınca hemen istifamı bastım ve oturduğum şu köşeye yerleştim. Eskiden de burada otururdum, ama şimdi iyice yerleştim. Kentin kıyısında kötü mü kötü bir oda burası. Hizmetçim, ahmaklık derecesinde hırçın, yaşlı bir köylü karısı; ondan pis bir kokunun yayılması da her şeye tuz biber ekiyor. Petersburg ikliminin sağlığıma zararı dokunmaya başladığını, ufacık gelirimle başkentte yaşamamın güç olacağını söylüyorlar. Bu deneyimli, akıllı, evet efendimci öğütçülerden daha iyi bilirim ben ne yapacağımı. Yine de burada, Petersburg’da oturacağım, buradan bir yere adım atmam! Niçin mi gitmek istemiyorum? Hiç…
Gitmişim ya da gitmemişim, ne fark eder?
Aklı başında bir adamın sözünü etmekten en çok zevk alacağı konu nedir, bilir misiniz?
Yanıt: Yine kendisi…
Öyleyse ben de kendimden söz edeyim biraz…

I
Sevgili okuyucularım, sizin dinlemek isteyip istemedinizi bilmem, ama şimdi size niçin bir böcek bile olamadığımı anlatmak istiyorum. Şunu bütün ciddiyetimle belirteyim, pek çok kez böcek olmayı istemişimdir. Ne yazık ki buna bile erişemedim. Baylar, yemin ederim, her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; hem de tam anlamıyla, gerçek bir hastalık. Normal bir insanın anlayış gücü, -başka bir söyleyişle- yeryüzünün en soyut, en işini bilen kenti olan Petersburg’ta (öyle ya, kentlerin işini bilenleri de var, bilmeyenleri de.) yaşamak gibi katmerli bir talihsizliğe uğramış 19. yüzyıl aydınının payına düşen anlayışın yarısı, dörtte biri, hatta daha azı günlük yaşantımız için yeter de artar bile. Hani nasıl derler, içinden geldiği gibi hareket edenlerin, elinden iş gelenlerin anlayışıyla yetinmelidir insanoğlu. Bunları işadamlarına efelik yapmak, hem de kılıcını şakırdatan subayımız örneği en bayağısından efelik taslamak için yazdığımı düşünmüyorsanız size istediğinizi veririm. Ama, değerli okuyucularım, siz hiç hastalıklarıyla övünenleri, üstelik bir de efelik taslamaya kalkışanları gördünüz mü?
Gelin görün ki, oluyor böyle şeyler… İnsanlar hastalıklarıyla övünüyorlar, caka da satıyorlar; belki herkesten çok ben yapıyorum bunu. Keselim tartışmayı, yersiz bir sav ileri sürdüğümü biliyorum. Ama şuna iyice inanıyorum ki, değil fazlasıyla bilinçli olmak, bilincin her türlüsü hastalıktır. Bence öyledir işte. Bir dakika geçelim bunu, şimdi söyleyin bakalım: Bazen, hem de terslik bu yana, eskilerin deyimiyle “bütün güzel, yüce şeyler”in inceliğini kavramaya hazır olduğum zamanlar, evet, tam bu sırada, o güzellikleri anlayacak yerde, neden belki de herkesin yapabileceği biçimsiz hareketleri, hem de sanki özellikle yapıyormuş gibi, tam yapılmaması gerektiğini anladığım bir zamanda yapıyorum? Niçin iyilik üstüne, güzel, yüce şeyler üstüne anlayışım derinleştikçe, batağa daha çok saplanıyorum, neredeyse boğulmama ramak kalıyor? Beni asıl şaşırtan şey, bu durumun bende rasgele değil de sanki öyle gerektiği için olmasıydı. Durumum bir hastalık ya da aksaklık değil, benim her zamanki davranışımdı sanki; sonunda buna karşı koyma isteğim bile kalmadı. Bunun belki de benim doğal durumum olduğuna neredeyse inanacaktım, gerçekte inanmış da olabilirim. Başlangıçta bu karşı koymanın beni ne kadar üzdüğünü bir bilseniz! Başkalarının da aynı durumla karşılaştığına inanmadığım için bunu bir giz olarak sakladım yaşamım boyunca. Yaptıklarımdan utanırdım, (Şimdi bile utanıyorum belki de.) utanmam bazen o kerteye varırdı ki, o iğrenç Petersburg geceleri köşeciğime çekilmekten gizli, aşağılık, anormal bir sevinç duyar; o gün yine bir kepazelik yaptığımı, hatamı bir daha onaramayacağımı anlayarak kendimi için için yer dururdum. Kendimi suçlarken acılarım alçakçasına zayıflamaya başlar, sonra da hazza dönüşürdü. Evet, yanlış anlamadınız, bildiğiniz şu haz! Başkalarının da aynı hazzı duyup duymadıklarını öğrenmek için bu konuyu açtım. Konuyu biraz daha derinleştireyim. Küçüldüğünüzü ve bu yolda en aşırı dereceye varmış olduğunuzu fark etmekten doğar bu haz. Durumunuzun umarsızlığını, başka bir adam olamayacağınızı, değişmek için zamanınız, inancınız bulunsa bile değişmeyi kendinizin de istemeyeceğini anlamanın tadına doyum olur mu? Hem değişmek isteseniz ne olurdunuz ki, belki sizin için aslında başka yol yoktu! En önemlisi de bütün bunların, derin anlayışın doğal ve temel yasaları sonucu, bu yasalara bağlı olarak kendiliklerinden ortaya çıkmasıdır. O nedenle değişmek şöyle dursun, bu durumda yapılacak bir şey yoktur. Derin anlayış yasalarına göre şu sonuca varabiliriz: Aşağılık bir herif ciğerinin beş para etmediğini kavramakla kendisine bir avunma payı çıkarır gibidir. Eh, yeter artık… Bu kadar laf ettim de yine bir şey açıklayabildim mi? Bu işin hazzını nasıl açıklayacağız? Olsun, ben üstesinden gelirim. Kalemi ne diye aldım elime! Öyleyse sonuna dek götüreceğim…
Sözgelişi, çok onuruna düşkün bir adamım ben. Bir kambur, bir cüce kadar da kuruntulu, alınganım; ama ne yalan söyleyeyim, birisinin kalkıp beni tokatlamasından kıvanç duyacağım çok zamanlar olmuştur. Ciddi söylüyorum; herhalde bunda da ayrı bir tat, kuşkusuz acıdan doğan bir tat bulabiliyordum. Acıda hazların en tatlısı saklıdır, hele bir de insan, durumunun umarsızlığını çok iyi anlarsa! Dönelim yine tokat konusuna, tokadı yer yemez bilincim içine düştüğüm durumu incelemeye koyulur. En önemlisi de kendimi her davranışımda suçlu bulmamdır, daha kötüsü, değişmez yasaların bir sonucuymuş gibi suçsuzken bile kendimde bir suç aramamdır. Bunun birinci nedeni, çevremdekilerden daha akıllı olmamdır herhalde. (Her zaman kendimi çevremdekilerden akıllı bulur, hatta inanmazsınız, bundan dolayı utanırdım. En azından kimsenin yüzüne açıkça bakamaz, bakışlarımı kaçırırdım.) Suçlu olmamın ikinci nedeni ise, gönlü yüce (alicenap) bir insan da olsam, bunun yararsızlığını görerek üzüleceğimi anlamamdır. Herhalde gönlü yüceliğimi hiçbir yerde kullanamazdım. Tokat atanın bunu doğa yasalarına uyarak yaptığını kabul ederek, hem doğa yasalarını bağışlamak elde olmadığı için adamı bağışlamaz; hem de aynı yasalar nedeniyle de meydana gelse, bu incitici olayı unutamazdım. Öte yandan gönlü yüce değilim diye adamdan öç almaya kalksam, bunu yapmak elimden gelir miydi? Sanmam, çünkü elimden gelse bile bir şey yapamıyordum. Niçin mi? İşte bu konuda birkaç sözüm daha var.

III
Öç almayı, kendi çıkarlarını korumayı bilen insanlar bunu nasıl yaparlar dersiniz? Varsayalım, böyleleri öç alma duygusuna kapılsalar, benliklerinde bu duygudan başka her şey silinir. Kudurmuş boğalar gibi boynuzlarını öne eğerek ileri atılırlar. Onları ancak karşılarına çıkan bir duvar durdurabilir. (İçlerinden geldiği gibi hareket edenlerle işadamlarının duvarı görür görmez zınk diye duracaklarını hemen belirtmeliyim. Onlara göre duvar, durmadan düşünen, bu nedenle bir şey yapmayan bizler için olduğu gibi bir engel ya da ciddiliğine inanmadığımız halde dört elle sarıldığımız bir bahane değildir. Hayır, hayır, onlar bütün içtenlikleriyle dururlar. Duvar, onlar için yatıştırıcı, doğru ve kesin bir karara vardırıcı, hatta belki de gizemli bir anlam taşır… Neyse, duvar konusuna sonra döneceğiz.) İşte ben içi dışı bir insanı, onu özene bezene yaratan, sevecen doğa ananın görmek istediği gibi, gerçek normal insan sayarım. Böyle bir adamı kıskanmaktan kendimi yer bitiririm. Aptal olmaya aptaldır, böyle değildir diye sizinle tartışmayacağım, ama ne bileceksiniz, belki de normal adamın aptal olması kaçınılmazdır. Belki de böyle olmasının ayrı bir güzelliği vardır. Bu düşüncemin doğruluğuna inanmam için başka bir neden de, normal insanın karşıtının, yani herhalde doğanın kucağından değil de imbikten geçirilmiş, derin anlayışlı adamın (Bunda da gizemli bir hava var, ama pek emin değilim.) normal insan karşısında bazen birden duralaması, bütün üstünlüğüne karşın kendisini seve seve sıçan gibi görmesidir. Üstün anlayışlı olmasına üstün anlayışlıdır, ama olup olacağı bir sıçandır: oysa karşısında bir insan, kendisinden farklı bir şey vardır. Asıl önemlisi de kimse ondan istemeden kendisini sıçan saymasıdır, buna dikkatinizi çekerim. Şimdi bu sıçanın neler yaptığına şöyle bir bakalım. Sözün gelişi, sıçan bir şeye gücense (Zaten her zaman gücendiği bir şey vardır.) ve öç almak istese içinde belki de l’homme de la nature et de la verité’den (1) daha çok kin birikir. Gücendirene aynı biçimde karşılık vermek için duyduğu iğrenç, aşağılık istek belki de I’homme de la nature et de la verité’den daha çok içini kemirecektir, çünkü l’homme de la nature et de la verité doğuştan aptallığı yüzünden öç almayı düpedüz bir hak sayar, oysa üstün anlayışı sonucu sıçan kendisine böyle bir hak tanımaz; sonunda sıra asıl amaca, yani öç almaya gelir. Zavallı sıçan, ilk gücenikliğinin yanına sorular, kuşkular biçiminde bir sürü yeni aşağılanmalar, gücenmeler katmıştır; bir sorunun karşısına yanıtsız kalan daha nice sorular koymuştur; sonunda bir de bakmıştır ki, kuşkulardan, yersiz heyecanlardan ve en sonunda onunla insafsızca alay etmeyi iş sayan müdür, yargıç kılığındaki içi dışı bir, işini bilen adamların tükürüklerinden oluşan pis bir çamur, bulanık, kokuşmuş bir karışım kuşatmıştır dört bir yanını. Bu durum karşısında sıçanın tutacağı tek yol, her şeye boş vererek, kendisinin bile inanmadığı, küçümseyen, yapmacık bir gülümsemeyle utana sıkıla delikçiğine sıvışmaktır. Orada leş gibi kokan iğrenç yeraltında, alaya alınarak güçlendirilmiş sıçancık yavaş kavaş kine; soğuk, zehirli, özenle sonu gelmez bir kine boğulur. Kinini kırk yıl en ince, en utanç verici ayrıntılarına dek anımsayacak; her anımsayışta kendinden daha bir yüz kızartıcı şeyler ekleyerek, bu uydurmalarıyla kendini yiyip bitirecektir. Bir yandan kuruntularından utanır; bir yandan da olanları anımsamaktan, yeni baştan kurcalamaktan, “olabilirdi” düşüncesiyle başka başka uydurmalar eklemekten kendini alamaz. Bağışlamak nedir bilmez. Belki öç almaya bile kalkışır, ama beceriksizce, miskin miskin, uzaktan uzağa, sinsice, ne öç almak hakkına, ne de başarısına inanmadan yapar bunu; öbür yandan öç almak istediği kimseden yüz kat fazla üzüleceğini, ötekinin kılının bile kıpırdamayacağını ta başta bilir. Ölüm döşeğinde bunları bir kez daha, bunca zaman birikmiş faizleriyle birlikte anımsayacak ve… Bakın işte, bu soğuk, iğrenç yarı umutsuzlukla, yarı inançla, kahrından kendini bilinçli olarak yeraltına kırk yıl diri diri gömmede, zorlamayla yaratılmış durumunun yine de kısmen içinden çıkabilir olmasından, bütün o içe işleyen doyurulmamış isteklerin özünde, kesin olarak verilen kararla bunun peşinden gelen pişmanlıklar çalkantısında yatmaktadır yukarıda sözünü ettiğim garip hazzın özü. Bu haz o derece ince, bazen anlaşılması öylesine zor bir duygudur ki, azıcık dar görüşlü, hatta sinirleri sağlam kimseler bundan zerrece nasiplerini alamazlar. Şimdi siz sırıtarak: “Belki de tokat yemeyenler bile anlamaz.” diyerek, kibarca tokat yemiş olabileceğim için bu işin uzmanı kesildiğimi ima edeceksiniz. Böyle düşündüğünüze bahse girerim. Merak etmeyin, beyler, hiç tokat yemedim; gerçi sizleri bilmem, ama ben tokat yemiş de olsam pek değişmezdi. Yaşamım boyunca fazla tokat atmadığım için de çok üzgünüm. Eh, yeter bu kadar, sizi pek ilgilendiren bu konu üstüne tek sözcük eklemeyeceğim artık.
Hazzın kimi inceliklerini kavrayamayan, sinirleri sağlam insanlardan söz edeyim biraz da. Bu baylar, gerçi sırası gelince öküz gibi böğürüp bununla belki de büyük bir onur kazanırlar, ama demin de söyledim ya, bir zorlukla karşılaşınca siniverirler. Zorluk onlarca taş duvar demektir. “Hangi taş duvar?” diyeceksiniz. Elbette doğa yasalarıdır, doğa bilimlerinden çıkan sonuçlarla matematiktir bu taş duvar. Sözün gelişi, sana maymundan geldiğimizi kanıtlamışlarsa, bu gerçeği yüzünü buruşturmadan kabul edeceksin. Gövdendeki tek bir yağ damlasının senin için yüz binlerce hemcinsininkinden değerli olması gerektiği; erdem, sorumluluk, safsata, boş inanç denen şeylerin hep bu sonuca göre çözümlendiği kanıtlanırsa yine olduğu gibi kabul edeceksin, çünkü matematiğin “iki kere iki dört eder” kesin sonucu vardır bunlarda. Hele bir karşı durmaya kalkın; “Aman efendim, nasıl karşı çıkarsınız? Bu, iki kere ikinin dört etmesi kadar açıktır! Doğa size danışmaz, onun sizin isteklerinizle, yasalarının hoşunuza gidip gitmediğiyle işi yoktur. Doğayı olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla kabul etmek zorundasınız. Duvar duvardır vb. vb.” diye bağırırlar. Aman Tanrım, herhangi bir sebepten ötürü doğa yasalarıyla iki kere ikinin dört ettiği hoşuma gitmiyorsa, bana ne bu yasalardan, bana ne aritmetikten? Duvarı delmeye gücüm yetmiyorsa, “ille deleceğim” diye yırtınmam elbette; ama önümde yıkmaya gücümün yetmediği bir taş duvar bulunmasına da razı olamam.
Gerçekten de böyle bir taş duvar, salt iki kere ikinin dört etmesi gibi kesinliğiyle huzur demektir; hiç olmazsa barış için söyleyeceği birkaç sözü vardır. İşte size saçmaların en büyüğü! Öte yandan bütün zorlukları, bütün taş duvarları görüp anlamak; zorluklara, taş duvarlara boyun eğmekten tiksiniyorsanız boyun eğmemek; mantığın kaçınılmaz, en çetrefil yollarıyla taş duvarın önünde bile suçun sizde olduğunu anlayıp böyle sonu gelmez bir konu üzerinde aşağılık yargılara varmak; bunları yapmamaktan çok daha iyidir. Çünkü zerre kadar suçunuzun olmadığı apaçık göründüğünden, köşenizde kendinizi sessiz sessiz yer bitirirsiniz. Kızacağınız bir kimse ya da bir şey olmadığı, belki de hiç olmayacağı için eliniz kolunuz bağlı, şehvet derecesinde haz baygınlıkları geçirirsiniz. Aldatmaca, göz boyama ve el çabukluklarından bulanık bir dünya yarattığınızı bile bile, kime neden gücendiğinizi kestiremeden, bütün bu aldatmacalar, karışıklıklar arasında içiniz sızlar da sızlar; bilmedikleriniz arttıkça sızılarınız o ölçüde çoğalır.

IV
– Kah-kah-kah! Güleyim bari… Şu halde sizce diş sızısında bile haz vardır, diyeceksiniz.
– Elbette! derim ben de size.
Diş ağrısının da ayrı bir hazzı vardır. Tam bir ay dişlerim ağrıdığı için çok iyi bilirim. Kuşkusuz bu durumda açıkça öfkelenilmez, iniltiler çıkarılır, ama bu iniltiler içten gelmeyen, sinsi iniltilerdir. Sorun da burada zaten. Acı çeken kimsenin bütün zevki inlemektir, bundan bir zevk almasaydı inlemekte direnir miydi? İyi bir örnek buldum beyler, bunu biraz daha deşeceğim. Bu inlemelerinizle, ilkin acılarınızın bütün amaçsızlığıyla sizi küçük düşürdüğünü, varlığına aldırmadığınız doğa yasalarının sizi alay edercesine kılı kıpırdamadan hırpaladığını anlatmak istersiniz. Ortada bir düşman olmadığı halde sızılarınızın sürüp gittiğini; dişçi Wagenheim’lerin (2) bütün çabalarına karşın dişlerinizin tutsağı olduğunuzu; sizin dışınızda birinin istemesiyle acılarınızın dineceğini ya da üç ay daha süreceğini; son olarak da boyun eğmeyip hâlâ karşı koyuyorsanız, kendinizi avutmak için size kalan tek şeyin, ya kendinizi kırbaçlatmak ya da yumruklarınızı acıtırcasına duvarınızı dövmek olduğunu söylemek istersiniz inlemelerinizle. İşte kimden geldiği belli olmayan bu alaylar, içe oturan aşağılanmalar sonundadır ki, bazen şehvet derecesine çıkan bir haz duyulur yavaştan yavaşa.
Rica ederim, sevgili okuyucularım, şu diş ağrısı çeken 19. yüzyıl aydınının sızlanmalarına ikinci, üçüncü gününde bir kulak verin! Artık inlemesi ilk günkü gibi, yalnızca diş ağrısından gelen, kaba bir köylünün inlemeleri olmayıp, uygarlığa, Avrupa kültürüne bulaşmış, şimdikilerin deyimiyle, “topraktan ve halkın özünden kopmuş” bir insanın inlemeleridir. Bu inlemeler gittikçe çirkinleşir, sonunda pis bir hırçınlığa dönerek günlerce sürer gider. Bu insan, inlemeleriyle kendisine bir yarar sağlamayacağını; hem kendini, hem de başkalarını boşu boşuna üzüp rahatsız edeceğini; önünde yırtınıp durduğu kimselerle yakınlarının, bu inlemeleri dinlemekten bıkarak artık kendisine inanmadıklarını; onun yapmacıksız, şamatasız, kimseye caka satmadan, fazla şımarmadan da inleyebileceğini düşündüklerini bilir; hem de herkesten çok… işte her şeyi böylece anlaması ve düştüğü yüz kızartıcı durum, ona hazzın son derecesini tattırır. “Nasıl? Sizleri rahatsız ediyor, içinizi sızlatıyor; hem de evinizde uyku uyutmuyorum ya! Uyumayın, dişlerimin ağrıdığını her an sizler de anlayın. Artık eskiden görünmek istediğim gibi bir kahraman değil; iğrenç, şirret bir adam var karşınızda. Varsın öyle olsun. Foyamı ortaya çıkardığınız için kıvançlıyım. Benim pis pis dırlanmalarım hoşunuza mı gitmiyor? Öyle olsun, ben şimdi daha pis bir yaygara koparayım da, siz o zaman görün.” Yine anlamadınız mı beyler? Bu yüksek hazzı anlayabilmek için, sanırım kafalar daha çok gelişmeli, insanoğlu daha derin bir anlayışa erişmeli. Gülüyorsunuz öyle mi? Buna çok memnun oldum. Biliyorum, şakalarım oldukça bayat, kaba, çetrefilli; kendime güvensizliğimi gösterir. Kendime saygı göstermediğim içindir herhalde. Her şeyi anlayan bir adam kendine nasıl saygı duyar?

V
Küçülmesinde bile tat bulmaya kalkışan bir adamın kendisine ufacık bir saygısı kalabilir mi? Haydi, siz söyleyin! Bunu umut kırıcı bir pişmanlık sonunda söylemiyorum. Öteden beri, “Beni bağışla babacığım, bir daha yapmam” demekten nefret etmişimdir. Böyle söylemeyi beceremediğim için değil; tam tersine, kolaylıkla, hem de çok rahat söyleyebildiğim için nefret etmişimdir bu sözden. Zerrece suçum olmadığı halde, birtakım düşler kurarak kendimi suçlu bulduğum olmuştur çoğu kez. Bu da hepsinden kötüydü ya. O zaman yine duygulanır, pişmanlık duyar, gözyaşı döker, böylece kendi kendimi kandırırdım. Numara yaptığım falan yoktu, salt yüreğim dayanmadığı için bu haltı karıştırırdım… Gerçi doğa yasaları her zaman ve herkesten daha çok gücendirmiştir beni, ama bu durumda doğa yasalarını bile suçlayamazdım. Şimdi bunları anımsamak iğrenç bir şey, o zaman da öyle hissederdim. Bir dakika bile geçmezdi ki, bütün kinimle, o duygulanmaların, pişmanlıkların, değişme antlarının yalan, hem de kuyruklu birer yalan olduğun anlamaya başlardım. Kendimi zorla neden bu sıkıntılara soktuğumu sorarsanız, yanıt vereyim: Boş durmaktan yıldığım, canım sıkıldığı için başıma böyle maskaralıklar çıkarırdım. Gerçekten öyle. Kendi kendinizi şöyle bir yoklayın, sevgili okurlarım, bunun doğru olduğunu anlayacaksınız. Yaşadığımı anlamak için kendi kendime serüvenler uydurur, yaşama oyunu oynardım. Kaç kez, hiç yüzünden, bile bile gücenmeyi denemişimdir, gücenecek bir şeyim olmadığını, kendimi kandırdığımı bildiğim halde işi o kerteye getirirdim ki, sonunda gerçekten gücenirdim. Kendime egemen olamayacak kadar hoşlanmaya başlamıştım bu oyundan. İki kez de âşık olmayı denedim. İnanır mısınız, beyler, o yüzden bir sürü de acı çektim. Yüreğimin bir köşesinde, acı çektiğime inanamayıp kendimle alay ederken, bir yandan da gerçek bir acıyla kıvranır, kıskançlıktan kudururdum…
Değerli okurlar, bütün bunlar bezginlikten, bir iş yapmamanın beni boğacak hale gelmesindendir. Her şeyi anlamanın en yakın, en normal sonucu tembellikten, yani bile bile eli böğründe durmaktan başka nedir? Bundan yukarda söz etmiştim. Yineliyorum, özellikle yineliyorum: İçlerinden geldiği gibi davranan insanlar, işadamları, dar kafalı oldukları için, kafaları çalışmadığı için iş becerirler. Bunu size şöyle açıklayacağım: Bu tür insanlar dar görüşlü olmalarından ötürü, önlerine çıkan ilk sebepleri ikinci dereceden de olsa ana sebep sanırlar. Davranışlarına sağlam bir dayanak bulduklarına herkesten çabuk ve kolay inandıklarından dolayı da içleri rahattır. En önemlisi de bu değil mi zaten? Herhangi bir işe girişmeden önce, bütün kuşkulardan arınarak huzur içinde olmalıdır insan. Peki ama ben kendimi nasıl huzura erdireceğim? Nerede bana destek olacak ilk sebepler, ilk dayanaklar? Bunları nasıl bulacağım? Şöyle bir düşünmeye başlıyorum, elime aldığım herhangi bir ilk sebep hemen peşinden kendisinden önceki sebebi sürüklüyor ve böylece uzayıp gidiyor. Anlamanın, düşünmenin iç yüzü budur. Bundan çıkardığımız sonuç yine aynıdır. Demin öç almaktan söz etmiştim, anımsıyor musunuz? (Herhalde pek anlamamıştınız.) İnsanın hak yerini bulsun diye öç aldığı söylenir. Öyleyse ilk sebep de bulunmuştur: Adalet. Şu halde büyük bir huzur içinde, iyi ve doğru bir iş yapıldığına inanılarak, başarıyla, rahat rahat öç alınabilir. Bense burada ne adalet, ne de erdem göremediğim için salt huysuzluğum yüzünden öç almak istediğimi bilirim. Huysuzluk bir sebep olmasa da, bütün kuşkularımı yenerek rahatça ilk sebep görevini yapabilirdi. Gelgelelim öfke bile duyamıyorum. (Zaten demin sözü bundan açmıştım.) Huysuzluğum hep o uğursuz anlayış yasaları yüzünden kimyasal bir çözülmeye uğrar. Bir de bakarsınız, asıl amaç uçup gitmiş, sebepler toz olmuştur; suçlu ele geçmemektedir, aşağılanma aşağılanmadan çıkıp diş ağrısı cinsinden kaderin cilvesi haline gelmiştir. Yapacağın tek şey kalıyor, o da duvarı daha sert yumruklamak. Asıl sebebini bulamayınca her şeye boş verirsin. Bir kerecik bilinçli olmayı bir yana koyarak, ilk sebebini aramadan, uzun boylu düşünmeden, körü körüne bırak kendini duygularının akışına; sev ya da nefret et, boş durmamak için bir şeyler yap! En geç ertesi gün bu danışıklı kanma yüzünden kendini küçük görmeye başlarsın. Sonuç olarak sabun köpüğü ve yine eski tembellik.Baylar, kendimi herkesten akıllı saymamın tek nedeni, bitirmek şöyle dursun, yaşamım boyunca hiçbir şeye başlamamış olmamdır. Ben de herkes gibi gevezenin, zararsız, ama can sıkıcı gevezenin biri olayım, ne çıkar! Her akıllı insanın ilk baştan geveze olması, yani havanda su dövmesi alnına yazılmışsa ne gelir elden?

VI
Keşke boş duruşum aylaklığımın yüzünden olsaydı. Tanrım, o zaman kendime ne büyük bir saygı duyardım! Hiç olmazsa tembelliğim, güvenebileceğim belirli bir özelliğim var diye kendime en büyük saygıyı beslerdim. Birisi benim için “Kim bu adam?” diye sorunca, “Tembelin biri!” karşılığını verirlerdi. Böyle bir söz duymayı çok isterdim. Benim de belirli bir niteliğim, hakkımda söylenecek bir söz olacaktı. Ne demek efendim “Tembelin biri!” Şaka değil, bu bir unvandır, bir mevkidir, kusursuz bir meslektir! Alay etmeyin, bu böyledir! O zaman haklı olarak birinci sınıf bir derneğe üye olur, kendi kendimi saymaktan başka bir iş tutmazdım. Tanıdığım biri vardı, Lafitte şarabından anlamasıyla övünür dururdu. Bunu bir erdem olarak görüyor, kendisi hakkında en ufak bir kuşkuya düşmüyordu. Adamcağız sonunda yalnızca huzur içinde değil, üstelik böbürlenerek öldü; bunda da çok haklıydı. İşte ben de onun gibi kendime bir meslek seçerdim: Tembel obur! Ama öyle düpedüz obur değil; şu, bütün güzel, yüce şeylere ilgi duyan oburlardan olurdum. Nasıl, hoşunuza gitti mi? Ben buna öteden beri kafamı takmışımdır. “Güzel, yüce şeyler!..” kırk yaşımda bana az çektirmedi, ama kırkıncı yaşıma basınca böyle oldu bu; oysa o sıralar, ah, o gençlik yıllarımda çıkacaklardı karşıma! O zaman kendime uygun bir iş de bulurdum. Bütün o güzel, yüksek şeylerin onuruna içerdim. Kadehime önce biraz gözyaşı akıtmak, sonra da onu bütün güzel, yüksek şeylerin onuruna kaldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmazdım. Dünyada ne varsa hepsini güzellik, yücelik açısından görür; en pis, en iğrenç şeylerde bile güzel, yüce bir yan bulurdum. İstediği zaman gözyaşı dökebilen bir adam kesilirdim. Ressamın biri kalkıp Ghé (3) ayarında bir tablo yaptı diyelim. Hemen böyle bir tablo yapmış olan ressamın onuruna içerdim, çünkü bütün güzel, yüksek şeyleri seven bir adamdım ben. “Canınız nasıl isterse” adında bir yapıt mı yazıldı, hemen “Canınız nasıl isterse”nin onuruna kadehimi kaldırırdım; dedim ya, güzellik, yücelik adına yapmayacağım şey yoktur… Bu sırada herkesin kişiliğime saygı göstermesini isterdim, birisi bana saygısızlık yapacak olsa yakasına yapışırdım. “Huzur içinde yaşayıp debdebeyle ölmek!” Bundan daha güzel ne vardır! Salıverdiğim göbeğimi, üç kat olmuş gerdanımı, rezilcesine havaya diktiğim burnumu görenler: “Bakın şu kalantor herife! Olunca böyle olmalı!” derlerdi. Siz ne derseniz deyin, baylar, yaşadığımız şu olumsuz çağda böyle hoş sözleri işitmeyi kim istemez!

VII
Fakat bunlar tatlı düşlerden başka nedir ki? Lütfen söyler misiniz, insanların gerçek çıkarlarını bilmemeleri yüzünden kötülük yaptıklarını ilk kez kim ortaya attı, kim böyle akıllıca bir söz etti? Sözüm ona, insanoğlunun kafası aydınlanır, gerçek çıkarları gözlerinin önüne serilirse burnunu kirli işlere sokmaktan geri durarak, bir anda soylu, temiz yürekli biri olur çıkarmış. Bunun nedeni de aydınlanıp gerçek çıkarlarını yalnız ve yalnız iyilik yapmakta görmesiymiş. Hiç kimse bile bile kendi aleyhine hareket edemeyeceğine göre tek çıkar yol iyilik yapmakmış… Hey gidi çocuk; saf, temiz yürekli bebek! Dünya kurulalı beri insanların yalnızca kişisel çıkarlarına göre davrandıkları görülmüş müdür? İnsanların bile bile, yani gerçek çıkarlarını iyice anladıkları halde, bunları ikinci plana itip kimsenin zorlamadığı başka yollara, bir sürü karışık, tehlikeli işlere atıldıklarını gösteren milyonlarca örneğe ne demeli? Evet, insanlar kendilerine gösterilen yolun tam tersine, canlarının istediği yöne yürümüşler; akıl almaz, çetin, neredeyse karanlık yollarda yürümek için direnmişlerdir. Dik kafalılık, direnmek onlara çıkarlarından daha tatlı geliyor, anlaşılan… Çıkar! Nedir bu çıkar denen şey! İnsanoğlunun çıkarının nerede olduğunu kesinlikle belirtebilir misiniz? Biri tutar, çıkarını, kendisi için iyilik değil de kötülük istemekte görürse, hatta böyle yapmak zorunda kalırsa, buna ne demeli? Ya bir de her zaman böyle olursa, o büyük kuralın ne değeri kalır? Ne dersiniz, böyle bir şey olabilir mi? Gülüyorsunuz, demek? Gülün, ama önce şu sorumu yanıtlayın: İnsanoğlunun çıkarları tam olarak sayılmış mıdır? Aralarında hiçbir sınıflandırmaya girmeyenler, giremeyenler yok mudur? Bildiğime göre, okuyucularım, insanların çıkarlarıyla ilgili listeyi istatistik rakamlarıyla ekonomik formüllerden ortalama bir hesapla çıkarmışsınız. Sizin çıkarlar listenizde refah, zenginlik, özgürlük, rahatlık gibi şeyler var; bunlara açıkça, bile bile sırt çeviren biri çıksa siz -elbette ben de- onu kara cahilin, zır delinin biri olarak görmez miyiz? Ne tuhaftır; istatistikçiler, bilginler insanoğlu için birtakım hesaplar yaparken çıkarlardan birini her seferinde gözden kaçırırlar, hatta bunu yanlış biçimiyle hesaba katarlar; oysa her şey bu çıkara dayanmaktadır. Tutup bu çıkarı da listemize eklesek ne olurdu sanki! Asıl felaket, bu anlaşılması güç çıkarın hiçbir sınıflandırmaya girmemesi, hiçbir listeye sokulamamasındadır.
Bakın, benim bir dostum var… O, yalnız benim değil, sizin de dostunuzdur, beyler; onunla dost olmayan yoktur! Bu kişi bir işe başlamadan önce akıl, mantık yollarına göre nasıl davranması gerektiğini açık, tumturaklı bir dille anlatır size. Bununla da kalmaz, bir insanın normal, gerçek çıkarlarından coşkuyla, tutkuyla söz ederek, ne kendi çıkarlarını, ne de erdem denen şeyi anlamayan miyoplarla acı acı alay eder. Arkasından bir çeyrek saat bile geçmez ki, ortada değişiveren bir durum, bir sebep yokken, bütün çıkarlarını hiçe sayan bir içgüdüyle, eskisinin tam tersi bir yol tutar; artık ne mantık kuralları kalmıştır, ne kendi çıkarları, ne de başka bir şey…Şunu da ekleyeyim, “dostum” demekle genel bir anlam kastettiğim için, bu döneklikte yalnızca bir kişiyi suçlamak biraz zordur. Bakın size ne söyleyeceğim, beyler: Acaba insana en üstün çıkarından daha değerli gelen bir şey, ya da (mantık çerçevesinde kalmak için) son derece yararlı, (demin hiçbir listeye girmediğini söylediğim) başka bir çıkar yok mudur? Bu öyle bir çıkar olsun ki, bütün öbür çıkarlara göre daha ön planda, daha çekici gelsin insana; bu en büyük, en değerli çıkarı elde edeblmek için, insanoğlu, gerekirse her türlü kuralı hiçe sayarak, mantığa, onura, huzura, refaha, kısacası bütün güzel ve yararlı şeylere aykırı düşen bir yol tuttursun.
– Demek ortada yine bir çıkar var, diye sözümü keseceksiniz.
İzin verin, şimdi size her şeyi anlatacağım. Söz cambazlığı değil işimiz; asıl anlatmak istediğim, sözü geçen çıkarın bütün sınıflandırmalarınızı bozması, kişilerin mutluluğu için çırpınan insanseverlerin koyduğu dizgeleri (sistemleri) darmadağın etmesidir. Kısacası her şeye engel olmaktadır bu çıkar. Fakat bu çıkarın ne olduğunu söylemeden önce, kendi adımı kötüye çıkarmak pahasına da olsa, şunu çekinmeden belirteyim ki, bütün bu kusursuz dizgeler; insanların, rahatlarını elden çıkarmamak için, bir anda, iyi ve uysal varlıklar olacakları yolundaki bütün bu çıkar kuramları bence şimdilik bir varsayımdır.
Evet efendim, bir varsayımdır ancak. İnsan soyunun gene kendi çıkarları yoluyla düzeltilmesi kuramının kabulü, bence en azından, uygarlığın insanoğlunu yumuşattığını, o nedenle de onları daha az acımasız, daha az savaşçı bir duruma getirdiğini ileri süren Buckle’ü (4) onaylamak demektir. O, kendi mantığıyla böyle bir sonuca varmış olabilir. Ama insanlar dizgelere, birtakım soyut kavramlara öylesine düşkündürler ki, salt mantıklarını haklı çıkarmak için gerçekleri bile bile değiştirmeye, gözlerini kapayıp kulaklarını tıkamaya razıdırlar. Bunu gerçekten anlaşılması kolay bir örnek olduğu için aldım. Çevrenize şöyle bir bakın: Kan gövdeyi götürüyor, hem de şampanya gibi bütün neşesiyle akıyor. İşte size Buckle’ün de yaşadığı 19. yüzyıl! İşte büyük Napolyon ve bugünkü Napolyon!.. İşte Kuzey Amerika’nın sonsuz birliği! Ve işte size karikatüre benzeyen Schlezwig-Holstein Prensliği!.. Uygarlık neyimizi yumuşatmış, anlayalım! Duygularımızın türlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramamıştır uygarlık. Duygularının çeşitliliği yüzünden, insanoğlu, korkarım, kan dökmede bir zevk aramaya kadar varacak. Üstelik böyle bir felaket insanlığın başına çoktan gelmiştir. Cana kıyıcılıkta en ince ustalıkları gösterenlerin uygar kimseler olduklarına hiç dikkat ettiniz mi? Atillaların, Stenka Razinlerin (5) ustalıkla eline su dökemeyecekleri bu baylar, gene de onlar kadar göze batmıyorlarsa, bunun tek sebebi böylelerine sık sık raslanması, görüle görüle bir alışkanlık haline gelmeleridir. Uygarlık sonunda insanlar daha çok kan dökücü olmadılarsa bile, en azından daha kötü, daha iğrenç birer cana kıyıcı olmuşlardır. Eskiden hak uğruna kan dökülür, istendiği kadar insan iç huzuruyla öldürülürdü; çağımızda kan dökmeyi iğrenç bir davranış saydığımız halde yine de bu iğrenç işle uğraşmaktayız, hem de eskisinden daha çok. Hangisinin daha kötü olduğuna varın kendiniz karar verin. Kleopatra (Roma tarihinden örnek aldığım için beni bağışlayın.) odalıklarının memelerine altın iğneler batırmayı sever, onların çığlıklarından, kıvranmalarından zevk alırmış. Şimdi siz bana tutacak, bunların çok eskiden, barbarlık dönemlerinde geçtiğini; şimdi insanlar birbirlerini (mecazi anlamda) iğnelediklerine göre, şimdi bile barbar bir çağda yaşadığımızı; bugünün insanları barbarlık çağlarına oranla her şeyi daha açık seçik görmeyi öğrenmiş olmakla birlikte, henüz mantığın ve bilimin buyurduğu biçimde davranmayı beceremediklerini söyleyeceksiniz. Birtakım eski, kötü alışkanlıklar ortadan kalktıktan sonra, bir de sağduyu ve bilim huylarını kökünden değiştirirse, insanların çok şeyler öğreneceğine saplanmıştır kafanız. İnsanların o zaman bile yanılmaktan vazgeçeceklerine, başka bir deyişle isteklerini çıkarlarıyla ters düşürmeyi istemeyeceklerine yüzde yüz inancımız var. Ayrıca insanların bilimden çok şey öğreneceğini (gerçi bu bence lükstür); insanların gerçekte hiçbir zaman iradelerinin, kaprislerinin olmadığını: bu yaratıkların ancak bir piyano tuşu ya da org içindeki bir vida kadar değer taşıdıklarını söyleyeceksiniz. Bundan başka, insanlar yeryüzünde doğa yasalarının hüküm sürdüğü, yaptıkları her şeyin isteklerine göre değil, bu yasalara göre oluştuğu gerçeğini öğreneceklerdir. Şu halde bize yalnızca bu yasaları bulmak kalıyor, insanlar böylece davranışlarından sorumlu olmayacakları için yaşamak da kolaylaşacaktır. Bundan sonra bütün davranışlar, matematik yoldan, 100.000’lik logaritma çizelgeleriyle hesaplanıp takvimlere geçirilecek; hatta zamanımızın ansiklopedik sözlükleri cinsinden yararlı yayınlar bile çıkacaktır. İçinde her şeyin büyük bir kesinlikle hesaplanıp belirtildiği bu yayınlar sonunda yeryüzünde ne bir yanlış davranış, ne de boş bir serüven kalacaktır.
İşte o zaman -Bunları hep siz söylüyorsunuz- gene matematik kesinlikle hesaplanmış, hazır, yepyeni bir iktisat düzeni kurulacak yeryüzünde. Bütün yanıtlar önceden bulunmuş olacağı için ortada soru diye bir şey kalmayacak. Sırçadan bir köşk kurulacak. Kısacası, anka kuşu uçup gelecek… Kuşkusuz o zaman, -bunu şimdi ben söylüyorum- yaşamanın son derece sıkıcı olmayacağı konusunda kimse güvence veremez. (Çünkü her şey çizelgelere göre hesaplanınca bizlere ne kalır!) Buna karşılık her davranış mantık çerçevesinde yapılacaktır. Can sıkıntısından insan neler neler uydurmaz! Zaten altın iğneler de can sıkıntısından batırılmaktadır, daha bu kadarıyla kalınsa çok iyi. İşin kötüsü, (Bunu da gene ben söylüyorum.) bakarsınız, altın iğnelere sevinenler bile çıkar. Çünkü insanoğlu ahmak bir yaratıktır, hem de görülmemiş derecede… Daha doğrusu ahmak değil de nankördör, eşine raslanmayacak kadar nankördür. Çünkü, sözün gelişi insanlar demin anlattığım mantık düzeninde yaşayıp giderlerken, bayağılığı yüzünden akan, daha doğrusu gerici, alaycı bir beyefendi ansızın ortaya çıkıp elini böğrüne dayayarak, hepinize: “Ne dersiniz beyler, şu mantıklılığa bir tekme vurup bütün logaritmacıları bir anda cehenneme yollasak da, gene eskisi gibi ahmakça, başımıza buyruk yaşasak nasıl olur?” diye bağırırsa hiç şaşmam! Onun böyle bağırması gene neyse, ama peşinden sürüyle geleceklerin çıkması insanın zoruna gider. İşte insanın yaratılışı budur! Bütün bu olanlar, bakın, ne denli önemsiz, sözü edilmeye değmez bir sebebe dayanmaktadır: İnsanoğlu -her zaman, her yerde, kim olursa olsun- mantığının ve çıkarlarının buyurduğu gibi değil de, gönlünün çektiği gibi davranmıştır; çıkarlarımızla çatışan şeyler de istenebilir, hatta bazen bütünüyle böyle olmalıdır. (Bu benim kendi düşüncem.) Bağımsız, sınır tanımaz isteklerimiz, en azgınına kadar kaprislerimiz, bazen çılgınlık derecesine varan hayallerimiz… İşte size hiçbir sınıflandırmaya girmediği için unutulan, bütün dizge ve kuramları allak bullak eden, öbür çıkarların başında bulunması gereken çıkarın ta kendisi! Kimi bilgin kişiler insanlara birtakım normal erdem sınırlarını taşırmayan isteklerin yeteceğini de nereden çıkarırlar! Ne diye bizlerin mantık ve çıkarlarımıza uygun şeyler istememiz gerektiğini ileri sürerler! İnsanlara gerekli olan tek şey, sonunun neye varacağı, neye mal olacağı bilinmeyen başı boş istektir. Bu istek dedikleri de…”
YERALTINDAN NOTLAR, Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ, Oda Yayınları, 2. Basım Şubat 1997
Sf. 9-36

“İnsan, gelip geçici hevesleri olan, tutarsız bir varlıktır ve tıpkı satranç oyuncuları gibi hedefe ulaşmayı değil de hedefe giden yolları daha çok sever. Emin olamayız elbette, ama insanın ulaşmak için çabaladığı şey, hedefe giden bu yol olabilir; o da hayatın ta kendisidir zaten. Aslına bakılırsa hedef, iki kere iki dörttür yani bir formüldür; ama bu formül hayatın değil, ölümün başlangıcıdır. İnsan, daima iki kere ikinin dört etmesinden az da olsa bir korku duymuştur; tıpkı benim duyduğum gibi. İnsanın uğruna denizler aştığı, hayatını tükettiği hedefi iki kere iki dörttür; ama öte yandan insanın korkusu bu hedefe ulaşmaktır. Çünkü ulaştığı an hedefsiz kalacağının bilincindedir… İnsan, hedefe ilerlemeyi sever ulaşmayı değil; şüphesiz çok gülünç bir durumdur bu. İşin en hoş tarafı insanın daha doğduğunda gülünç olmasındadır. İki kere iki dört formülü, yine de dayanılmaz şey doğrusu. Bana kalırsa iki kere iki dört, büyük bir küstahlıktır ve etrafa tükürükler saçan, elleri belinde, yol kesen bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere ikinin mükemmelliğine inanıyorum; fakat ondan daha üstün olduğuna inandığım şey, iki kere ikinin beş etmesidir.”

Kitabın Künyesi
Yeraltından Notlar
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski
İş Bankası Kültür Yayınları / Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi
Çeviren: Nihal Yalaza Taluy
İstanbul, 2011, 3. Basım
140 sayfa

1 YORUM

  1. bu notlarda bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür derken bunları kendisinin yazdığı söylemek istemiştir. çünkü devamında “bununla birlikte toplumumuzun durumu göz önüne olacak olursak bu notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmak yalnızca mümkün değil ZORUNLUDUR DA” DEMİŞTİR.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here