ÇENGELKÖY DEFTERİ / ORUÇ AROBA – Ayşe Kaygusuz Şimşek

“Çengelköy Defteri”  Oruç Aruoba’nın 1999-2000 yıllarında Levent, Üsküdar, Beykoz ve daha birkaç ayrı yerde yazdığı günlükleridir. Günlükler kısa yazılar olmakla birlikte bazen uzun da olabilir, ama yine de bir iki sayfayı geçmez bu yazılar. Günlük yazmak yerine, günlük tutmak, deyimi daha çok kullanılır.

Ben de otuz yılın üstünde günlük tutan biri olarak, “Çengelköy Defteri”ni anlatırken belki de birçok şeyi itiraf etmiş olabilirim. Edebiyatın bir türü olan günlükler, yazarını ele verir. Çünkü günlük, öykü, roman gibi ikinci, üçüncü ya da büyük anlatıcı gibi başka bir ağızdan değil, yazarın kendi ağzından, birinci ağızdan yazılır. Günü gününe yazılan bu yazılar içtendir. Gerçekler olduğu gibi yazılır. O gün, o an ne yaşadıysak, ruhumuzda ne duyumsadıysak öyle yazılır. Kısacası günlük, ‘yazarın yaşamını yansıtan ayna’dır da diyebiliriz.

Bazen tarihi yazıp giriş yaptıktan sonra, ‘daha sonra yazarım’, doldururum düşüncesiyle sayfayı boş bırakırsınız. Ki bu sayfa hiçbir zaman doldurulmaz… Çünkü yaşanan ya da yaşananların ifadesi zordur. Kelime ya da sözcük bulamazsınız duygularınızın yerine koyabileceğiniz. Yazan için kocaman bir ‘ağır’lıktır işte o boş görünen sayfa. Bazen de bir iks (x) işareti doldurur açıklayamadıklarımızı…

Oruç Aruoba, “Çengelköy Defteri” kitabına;

“Bu deftere uzunca bir süre ara verdiğimde üzüntü duyarım. Uzunca bir aradan sonra yeniden yazmaya oturduğumda biriktirdiğim “yazacaklar” arasında bir seçme yapma gerekir. Oysa baştan beri, “seçmeler yaparak araları doldurmayacağım” diye verdiğim bir karar var. O günü yazacağım; o gün yazabileceğimi yazacağım. İster aralardan, ister o günden gelsin, o günün yazısı olarak yazacağım, yazacağım. Bilge Karasu 21/12/77”, diye bir girişle başlıyor.

Buradan da anlıyoruz ki Aruoba, kendisi gibi günlük tutan yazarımız Bilge Karasu’nun günlükler ve yazılmayan günlere dair düşüncelerini içtenlikle benimsemiş. Bilge Karasu’nun yazısına bir ekleme de ben yapayım. İnsan yazmaya, günlük tutmaya başladı mı, bir alışkanlık, bir yaşam biçimine dönüşüveriyor. Arada atladığınız ya da yazmadığınız zaman ‘o güne’ ihanet etmiş gibi, sana ait, yaşanmışlığını inkâr etmiş gibi sıkıntılı bir düşünce bırakıyor arkasında. Sonra, bu bir yük kalıyor insanın sırtında ve içinde…

Her günlükte olduğu gibi konuşma diliyle yazılan ancak kitaplaşma sürecinde, edebi dil ile yeniden düzenlenmiş olan “Çengelköy Defteri, 1999 Nisan” ayı ile başlıyor, “2000 Kasım” ayı ile bitiyor. Bir de her güne ve her olaya bir numara verilmiş ki, bu numaralama günlüklerde her zaman kullanılır.

“18.

Evet: sürekli çakıyor.

-Akşam ezanı okununca görmek gerçekten de iyice güçleşiyor.”

Arada “19.” yok, belli ki paylaşımı uygun görülmeyip düzenlemeden çıkartılmış.

 

“20.

Bu yıl ‘kazma kürek yaktıran’ Mart olmadı ya: Erik, dopdolu, meyveye durdu bütün çiçekleriyle- ben de bol bol atıştırıyorum, ufacık, çekirdeksiz, meyvelerini…

-Daracık pencereden seyrettiğim kocaman Şehir… – Gün gelecek, pencere açık da oturabileceğim burada: Bülbüllerimle: bütün gürültülerin üzerindeler  -üstlerinden sesleniyorlar- gene…” (s.8)

 

Pencerenin gerisinde İstanbul’u seyreden bir adam ve soru işaretleriyle dolu, yarım sözcükler. Yazarın ruh halini ele veren bir durum… Ama aynı zamanda yazarın yaşamının izlerini taşıdığı gibi, o tarihte mevsimin daha ılıman ve meyvelerin bol olduğunu anlıyoruz.

Günlükler edebiyat türü olarak yerini almaya hazırlanırken, yazılışı ile kitaplaşması arasında uzun yılların geçmesi gerekir dersem yanlış olmaz sanırım. Aksi halde birçok yazı ya çıkarılır ya da üstü örtülür. “Çengelköy Defteri”nde, 1999-2000, yılları arası yazılmış olup 2001’de kitaplaştığı için birçok çıkarma ve boşluk, aralıkla karşılaşıyoruz… Bu duruma, yazarın ‘özel’ini koruması diyebiliriz.

“EYLÜL

2.

Akşam ezanı: 19.45…”

“5.

Geç, evde: yarın- yani bugün: 24.40- “Bıldırcın Geçimi Fırtınası”ymış.” s.92,93-  gibi sanki bir tür şifreleme yöntemi.

Kitabın en dikkat çekici tarafı, günün yazara bıraktığı bir dize ya da günün özetidir.

 

“Poyraz da düşmüş

Boğaz akıntısına –

Güz günü işte…”( s.36)

 

“Hava serin ya

Kucağımda ısınır

Suluş işte” (s.73)

 

“Yaz bitimi ya

Poyraz da Güz’ü taşır

Kuzey’den işte” ( s.87)

 

Bu kısa yazılar birer ‘haiku’ şiir olmalı, aksi halde konuşma dilinin baskısından kurtulamaz. Günlüğün edebi değeri tartışıla dursun, günlükler her haliyle araştırmacı ve tarihçiler için önemli belgedir. Hem tarihin kendi içindeki evrimi hem de tanınmış kişilerin biyografisini çıkarmada önemli bir kaynaktır. Örneğin; Stefan Zweig’ın “Günlükler”, Oğuz Atay’ın “Günlük”, Nurullah Ataç’ın “Günce”, Tomris Uyar’ın “Gündökümü” kitapları gibi.

Nurullah Ataç demişken, yazarın 1950 yılında bir gazete de günlük yazılar yazmaya başlamasından ve gösterilen yoğun ilgiden sonra edebiyatımızda, ‘günlük’ önem kazanmıştır. Ataç bu yazılarına başlık, ‘Günlük’ yerine ‘Günce’ kullanarak aynı zamanda bu deyişi de dilimize kazandırmıştır.

 

“Çengelköy Defteri”ne geri dönecek olursak;

“22.

Yepyeni –enfes –sabah…

-Yaşam y e n i d e n yaşanamaz; ama y e n i l e n e bilir…

Mozart’ı düşündüm: Yaşamı boyu gördüğü anlayışsızlık ve sonradan çikolata markası haline gelmesi… Kıçını dönüp terk ettiği Salzburg’a bugün “Mozart’ın şehri” deniyor – aynı şekilde Viyana’ya da; oysa daha oradaki mezarını işaretlemeyi bile gerekli görmemişler.

Buradaki iki yüzlülüğün temelinde, insanlar için yaratıcının yapıtının, onun kendisi için ifade ettiğinden farklı şeyler ifade etmesi  yatıyor – her şeyden önce de ekonomik bir anlam : yaratıcının yapıtı ‘meta’ kılınıp s a t ı l a b i l i r. Bugün bütün dünyada “Mozart” adı altında yürütülen ‘mali’ işlerin yıllık ‘ciro’su ne kadar acaba?!…” (s.88)

 

Bir tür anlatıma iç konuşma da diyebileceğimiz gibi ‘günlük’ yazanın düşüncelerini kurgusuz bir biçimde ortaya koyması da diyebiliriz. Aruoba’da Mozart ve Mozart’ı marka olarak kullananlara karşı düşüncesini, tepkisini aktarıyor günlüğüne. Biz de buradan yazarın görüşlerini, hayata, olaylara ve insanlara bakış açısını, kişiliğini öğreniyoruz bir anlamda.

Günlükler edebiyatın bir türüdür, diyeceğimiz bir paragrafla bu kitap tanıtım metnini de tamamlayalım.

“Cabbar defterlerimin üstünde; Solucan da pencerenin içinde, Güneş altında, uyuyorlar – Solucan biraz önce düş görüyordu: ayakları kıpır kıpır; gövdesi titriyordu – sonra uyandı, bir-iki döndü – Güneş fazla gelmiş olacak ki, kalktı, zıplayıp, masanın yanındaki ‘kırtasiye-komodini’nin üstüne geçti, orada kıvrılıp yattı: şimdi rahat uyuyor.”

 

Tarihte ilk günlüğü, bazı kamu kuruluşlarında, savaşlarda ve askeri hareketlerde kullanılmak üzere Romalıların tuttuğunu da hatırlatmak isterim. Tabi o günlükler duygusallıktan ve edebiyattan uzak, kabaca notlar halindeydi…

 

Çengelköy Defteri/ Oruç Aruoba/ 111 sayfa/ Metis Yay- 2001