“Cesur Yeni Dünya”nın önemi yalnızca ardılları için bir standart oluşturması ve karamsar bir gelecek tasarımının güçlü betimlemesiyle değil, aynı zamanda ‘birey yok edilse de süren macerasının’ sağlam bir üslupta anlatılmasıyla da ilgili. Huxley, yapıtını ütopya geleneğinin kuru anlatımının dışına çıkarıp ‘iyi edebiyat’ kategorisine yükseltiyor.
“Cesur Yeni Dünya” bizi “Ford’dan sonra 632 yılına” götürür. Bu dünyanın cesur insanları kapısında “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar” yazan Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde üretilirler. Kadınların döllenmesi yasak ve ayıp olduğu için, “annelik’ ve ‘babalık’ pornografik birer kavram olarak görülür Toplumsal istikrarın temel güvencesi olan şartlandırma hipnopedya -uykuda eğitim- ile sağlanır. Hipnopedya sayesinde herkes mutludur; herkes çalışır ve herkes eğlenir. “Herkes herkes içindir.”
(İthaki Yayınları Tanıtım Bülteni)
ÖNSÖZ
Kronik vicdan azabı, tüm ahlâkçıların hemfikir olduğu gibi, hiç de istenmeyen bir duygudur. Eğer kötü bir davranışta bulunduysanız, pişmanlık duyun, elinizden geldiği kadar durumu düzeltin ve bir dahaki sefere daha iyi davranmaya bakın. Ne sebeple olursa olsun hatanızın üzerinde kara kara düşünmeyin. Temizlenmenin yolu çamurda yuvarlanmak değildir.
Sanatın da kendi ahlâk anlayışı vardır ve bu ahlâkın kurallarının çoğu bildiğimiz etik kurallarıyla aynı, ya da en azından benzerdir.
Örneğin, kötü sanat eserlerimizden duyduğumuz vicdan azabı, kötü davranışlarımızdan dolayı hissettiğimiz vicdan azabı denli istenilmezdir. Kötü olan yanları belirlenmeli, açıklanmalı ve mümkünse gelecekte bunlardan kaçınılmalıdır. Yirmi yıl öncesinin yazınsal kusurlarına uzun uzadıya kafa yorup yanlışları olan bir eseri, ilk yazıldığında yakalayamadığı mükemmelliğe ulaştırmak için yamamaya kalkışmak, orta yaşını, gençliğinde yine kendi olan o farklı kişinin işlediği, miras bıraktığı sanatsal günahları onarmaya çalışarak harcamak -bütün bunlar kesinlikle boşunadır, abesle iştigaldir. İşte bu yüzden, bu yeni Cesur Yeni Dünya eskisiyle aynı.
Bir sanat eseri olarak epey bir kusuru var; ancak bunları düzeltmek için kitabı yeniden yazmam gerekir -ve olasıdır ki yeniden yazma sürecinde, daha yaşlı, farklı bir insan olarak, öyküdeki bazı kusurların yanı sıra üstün yanlarını da çıkarıp atmam gerekecek.
Böylece, sanatsal vicdan azabının çamurunda yuvarlanmanın cazibesine karşı koyup iyiyle kötüyü kendi hallerine bırakmayı ve başka şeyler düşünmeyi yeğliyorum.
Ancak, bu arada, öyküdeki en ciddi kusurdan hiç olmazsa söz etmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Vahşi’ye yalnızca iki seçenek sunuluyor, Ütopya’da delice bir yaşam, ya da bir kızılderili köyünde ilkel yerli hayatı, ki bu bazı yönleriyle daha insanca bir yaşam, ama diğer yönleriyle aynı tuhaflık ve anormallikte. Kitabın yazıldığı günlerde bu düşünceyi; özgür iradenin insanlara, bir tarafta delilik diğer tarafta cinnet arasında seçim yapabilsin diye verildiği düşüncesini eğlenceli bulur ve büyük olasılıkla da doğru olduğunu düşünürdüm. Fakat dramatik etki için, Vahşi, yarı bereket mezhebi yarı Penitente zalimliği bir dinin inananları arasında yetiştirilişinin sağlayamayacağı kadar mantıklı konuşturulmuştur. Gerçekte, Shakespeare okumuşluğu dahi böylesi söylemleri haklı çıkaramaz.
Ve tabii, kapanışta, akıldan uzaklaşmaya zorlanıyor; özündeki Penitente-izm kendini gösteriyor, manyakça bir kendine işkence ve umutsuz bir intiharla son buluyor. ‘Ve böyle sefilce ölüp gittiler sonsuza dek’ -elbette bu da öykünün yazarı olan keyiflenmiş, Pironik estetin inancını pekiştirmiş oldu.
Bugün akıl sağlığının imkânsız olduğunu göstermeyi hiç de arzulamıyorum. Aksine, akıl sağlığının daha ziyade az bulunan bir fenomen olduğu konusunda geçmişteki denli emin ve hüzünlü olmakla birlikte, bunun başarılabileceğine inanmaktayım ve daha fazla başarıldığını görmek isterim. Birkaç yeni kitapta böyle sözler etmiş ve de her şeyden önemlisi, akıllıların akıl sağlığı konusunda ve akıl sağlığına ulaşma yolları üzerine söylediklerini bir antolojide derlemiş olduğum için, saygın bir akademik eleştirmen bana, kriz dönemindeki bir entelektüel sınıfın ’62aşarısızlığının üzücü bir belirtisi olduğumu söyledi. Sanırım bununla, bu profesör ve meslektaşlarının, başarının sevindirici belirtileri oldukları ima ediliyor. İnsanlığa hizmet edenler onur ve anımsanmayı hak ederler. Profesörler için bir Panteon inşa edelim. Bu tapınağı Avrupa ya da Japonya’nın yerle bir olmuş kentlerinden birinin kalıntıları arasına yapar ve mahzen mezarın girişinin üzerine, iki metrelik harflerle şu basit sözcükleri kazırdım: DÜNYA EĞİTMENLERİNİN ANISINA ADANMIŞTIR.
SI MONUMENTUM REQUIRIS CIRCUMSPICE.*
Ancak geleceğe dönecek olursak… Şu anda kitabı yeniden yazmak durumunda olsaydım, Vahşi’ye üçüncü bir seçenek sunardım.
İkileminin ütopyacı ve ilkel boynuzları arasında akıl sağlığı * (Lat.) Eğer anıtını ararsan, etrafına bak. (Yhn.)
olasılığı bulunurdu -Cesur Yeni Dünya’dan gelme sürgün ve sığınmacılardan oluşan, Ayrıbölgenin sınırları içinde yaşayan bir toplumda, bir dereceye kadar gerçekleşmiş bir olasılık. Bu toplumda ekonomi merkezsiz ve Henry George’gil, politika ise Kropotkin-vari ve dayanışmacı olurdu. Bilim ve teknoloji, insanı (günümüzde ve Cesur Yeni Dünya’da fazlasıyla olduğu üzere) uyum sağlamaya ve köleleşmeye zorlayan şeyler olmaktan çıkıp, Şabat gibi, insan için yaratılmışçasına kullanılırdı. Din insanın Mutlak Sonu’nun bilinçli ve zekice takibi, içkin Tao ya da Logos’un, aşkın Nirvana’nın ya da Brahma’nın birleştirici bilgisi olurdu. Yaşamın baskın felsefesi de bir tür Yüce Faydacılık olurdu ve bu felsefede En Büyük Mutluluk prensibi Mutlak Son prensibinin yanında ikincil kalırdı -yaşamın her olumsallığında ilk sorulacak ve yanıtlanacak soru şu olurdu: “Ben ve diğer bireylerin oluşturabileceği en büyük çoğunluğun bu düşüncesi ya da eyleminin, insanın Mutlak Son’unun başarılmasına nasıl bir etkisi ya da katkısı olacaktır?”
İlkel yerlilerin arasında büyüyen Vahşi, (kitabın bu yeni varsayılan yazımında) kendini akıl sağlığını aramaya adamış özgürce işbirliği yapan bireylerden oluşan bir toplumun doğası üzerine ilk elden bir şeyler öğrenme fırsatı verilene dek Ütopya’ya götürülmezdi. Böyle değiştirildiğinde, Cesur Yeni Dünya sanatsal ve (eğer böylesi kapsamlı bir sözcüğü kurmaca bir eser için kullanmak yerinde olursa) felsefi bir tamlığa kavuşurdu; şimdiki formuyla bunlardan yoksun olduğu apaçıktır.
Fakat Cesur Yeni Dünya gelecek hakkındadır ve sanatsal ya da
felsefi nitelikleri ne olursa olsun, gelecekle ilgili bir kitap bizi ancak,
geleceğe dair kehanetleri akla uygun şekilde gerçekleşebilirse
ilgilendirir. Modern tarihin eğik düzleminde onbeş yıl ileride şu an
bulunduğumuz noktada, gelecekle ilgili kehanetleri ne kadar akla
yakındır? Bu acı dolu aralıkta 1931’in öngörülerini doğrulayan ya da
geçersiz kılan neler olmuştur?
Öngörü konusunda büyük ve apaçık bir eksiklik kendini hemen
belli etmektedir. Cesur Yeni Dünya nükleer füzyondan hiç
bahsetmez. Hiç bahsetmemesi aslında oldukça tuhaftır; çünkü atom
enerjisi, kitabın yazılışından önceki yıllarda popüler bir tartışma
konusu olmuştu. Eski dostum Robert Nichols bu konu üzerinde
başarılı bir oyun bile yazmıştı ve hatırlıyorum da, yirmilerin sonunda
yayınlanan bir romanda bu oyundan şöyle bir söz etmiştim. Dediğim
gibi, Fordumuz’dan*( ‘Fordumuz’ İngilizcede Our Ford diye söylenmektedir
ve bu da ‘Rabbimiz, Efendimiz, Yüce Tanrı’ anlamına gelen ‘Our Lord’
sözünü çağrıştırmaktadır. (Yhn.) sonraki yedinci yüzyılın füze ve helikopter
motorlarının parçalanmış çekirdek enerjisiyle çalışmamaları çok
tuhaftır. Bu dikkatsizlik bağışlanası olmayabilir; ama en azından
kolayca açıklanabilir. Cesur Yeni Dünya’nın konusu bili-
min bu türden gelişmesi değildir; bilimin insanları birey olarak
etkilediği yönüyle gelişimidir. Fizik, kimya ve mühendisliğin
zaferleri, sözü edilmeden benimsenir. Özgül olarak betimlenmesi
gereken bilimsel gelişmeler, biyoloji, fizyoloji ve psikolojide
gelecekteki araştırmaların sonuçlarının insanlara uygulanmasıyla
ilgili olanlardır. Yaşamın niteliği, sadece yaşam bilimleri sayesinde
köklü bir biçimde değiştirilebilir. Madde bilimleri, yaşamı yok
edecek ya da yaşamı imkânsız derecede karmaşık ve rahatsız kılacak
biçimde uygulanabilirler; ancak, biyolog ve psikologlar tarafından
araç olarak kullanılmadıkça, yaşamın doğal biçim ve özelliklerini
değiştirmek için kullanılamazlar. Atom enerjisinin açığa çıkarılması
insanlık tarihinin büyük bir devrimidir, ancak (kendimizi parçalara
ayırıp tarihi noktalamazsak) en son ve en nüfuz edici devrimi
değildir.
Bu gerçekten de devrimci devrim, dış dünyada değil, insanların
ruhları ve bedenlerinde gerçekleşmelidir. Devrimci bir dönemde
yaşamış olan Marquis de Sade, doğal olarak, bu devrimler teorisini
kendi özgün deliliğini ussallaştırmak için kullanmıştır. Robespierre
devrimin en yüzeysel türünü, politik devrimi başarmıştı. Biraz daha
derine inecek olursak, Babeuf ekonomik devrime soyunmuştu. Sade,
kendisini, salt politik ve ekonomik devrimin ötesinde, gerçekten
devrimci bir devrimin havarisi olarak görüyordu -birey olarak
bedenleri, artık, herkesin ortak cinsel mülkiyeti olacak olan ve
zihinleri, tüm doğal güzelliklerinden, geleneksel uygarlığın zahmetle
edinilmiş yasaklamalarından arındırılacak erkekler, kadınlar ve
çocukların devriminin üzerinde. Şüphesiz, Sadizm ile gerçekten
devrimci devrim arasında zorunlu ya da kaçınılmaz herhangi bir
ilişki yoktur. Sade zırdeliydi ve devriminin az çok bilinçli amacı,
evrensel kaos ve yıkımdı. Cesur Yeni Dünya’yı yöneten insanların
aklı (akıl sözcüğünü mutlak anlamıyla kullanacak olursak) yerinde
olmayabilir; ancak deli değiller ve amaçları anarşi değil, toplumsal
istikrardır. İşte bu toplumsal istikrara ulaşmak için bilimsel
yöntemlerle, kişisel, nihaî, gerçekten devrimci devrimi yürütüyorlar.
Fakat bu arada, belki de sondan bir önceki devrimin ilk aşamasında
bulunmaktayız. Bir sonraki aşaması atom savaşı olabilir, ki o
durumda, gelecekle ilgili kehanetlere kafa yormamız gerekmez.
Savaşmaktan tümüyle vazgeçmesek bile, en azından onsekizinci
yüzyıldaki atalarımızın yaptığı gibi akılcı davranmaya yetecek denli
aklımızın yerinde olduğunu söylemek boşboğazlık olmaz. Otuz Yıl
Savaşları’nın akla hayale gelmedik dehşeti insanlara bir ders
vermiştir ve yüzyıldan uzun bir süredir Avrupa’nın politikacıları ve
generalleri askeri kaynaklarını yıkıcı boyutlarda kullanmaktan ya da
(çatışmaların çoğunda) düşman tamamen yok edilene dek
savaşmaktan bilinçli
şekilde kaçınmışlardı. Saldırgandılar, elbette gözlerini kâr ve
zafer hırsı bürümüştü; ama aynı zamanda tutucuydular, ne pahasına
olursa olsun dünyalarını bütün olarak, başarılı bir şirket olarak
korumaya kararlıydılar. Son otuz yılda tutucular yoktu; yalnızca
milliyetçi sağ köktenciler ve milliyetçi sol köktencileri görüyoruz.
Son tutucu devlet adamı beşinci Landsdowne Markisi’ydi; ve Marki,
The Times’a; Birinci Dünya Savaşı’na, onsekizinci yüzyılın çoğu
savaşında olduğu gibi bir uzlaşma ile son verilmesi gerektiğini
öneren bir mektup yazdığında, bir zamanlar tutucu olan gazetenin
yayıncısı mektubu yayınlamayı reddetti. Milliyetçi köktenciler
yapacaklarını yaptılar, sonuçlarını hepimiz biliyoruz -Bolşevizm,
Faşizm, enflasyon, çöküntü, Hitler, İkinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın
harabeye çevrilişi, ve evrensel açlık dışındaki bütün yıkımlar.
Öyleyse Hiroşima’dan, atalarımızın Magdeburg’dan aldığı gibi ders
alabileceğimizi varsayarsak gerçekten barış dolu olmasa bile sınırlı
ve kısmen yıkıcı savaşların olduğu bir dönem yaşamayı umabiliriz.
Bu dönem süresince nükleer enerjinin endüstriyel amaçlar için
kullanılacağı varsayılabilir. Elbette sonuç, eşi görülmedik hız ve
bütünlükte bir dizi ekonomik ve sosyal değişim olacaktır. İnsan
yaşamının var olan tüm biçimleri bozulacak ve atom gücünün
insancıl olmayan gerçeğine uyum sağlayacak yeni biçimler,
geliştirilmek zorunda kalınacaktır. Modern giysilere bürünmüş
Prokroustes’ler olan nükleer bilimciler insanlığın üzerinde yatacağı
yatağı hazırlayacak; ve eğer insanoğlu yatağa uymazsa -bu, insanlık
için çok kötü olacak. Bir takım uzatma ve kısaltmalar olacak,
insanlığın fazla gelen uzuvları kesilip biçilecek -uygulamalı bilimler
yoluna gireli beri olagelen, aynı türden uzatma-kısaltma ve uzuv
kesmeler, ancak bu kez, geçmiştekinden çok daha korkunç olacaktır.
Bu hiç de acısız olmayan ameliyatlar, ileri derecede merkezileşmiş
devletler tarafından yönetilecekler. Kaçınılmaz biçimde öyle olacak;
çünkü yakın gelecek, büyük olasılıkla yakın geçmişe benzeyecektir
ve de yakın geçmişte, hızlı toplumsal değişimler seri üretim
ekonomilerinde ve çoğu varlıksız olan toplumlarda meydana
geldikleri için, daima ekonomik ve sosyal karışıklıklara yol açmıştır.
Buhranla mücadele için ise iktidar merkezileştirilmiş ve devlet
kontrolü artırılmıştır. Tüm dünya devletlerinin atom enerjisinin
kullanımından önce üç aşağı beş yukarı bütünüyle totaliterleşmeleri
olasıdır; kullanım süresince ve sonrasında totaliterleşeceklerine kesin
gözüyle bakılabilir. Sadece merkezsizleşme ve özyardım yönünde
büyük ölçekli kitlesel bir hareket, devletçiliğe bugünlerdeki yönelişi
durdurabilir. Halihazırda böylesi bir harekete dair herhangi bir işaret
yoktur.
Tabii ki yeni totaliter sistemin eskisine benzemesini gerektirecek
hiçbir neden yok. Polis copu ve idam mangaları, yapay açlık, toplu
hapsetmeler ve toplu sınırdışı etmeler yoluyla devlet, yalnızca
insanlıkdışı değil (bugünlerde buna kimse pek aldırmıyor); açık
şekilde yetersizdir -ve ileri teknoloji çağında yetersizlik, Kutsal
Ruh’a karşı işlenmiş bir günahtır. Gerçekten etkili totaliter devlet,
siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri
kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler
köleliklerini sevdikleri için zor kullanmaksızın kontrol ettikleri
devlettir. Günümüzün totaliter devletlerinde köleliği sevdirmek,
propaganda bakanlıkları, gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine
verilmiş bir görevdir. Ancak yöntemleri halen kaba ve bilim dışıdır.
Cizvitlerin, “bana çocuğun aldığı eğitimi söyle sana yetişkin halinin
dinî inançlarım söyleyeyim” diye böbürlenmeleri, hüsnü kuruntunun
ürünüdür. Ve muhtemelen modern pedagog, öğrencilerinin
reflekslerini şartlandırma konusunda, Voltaire’i yetiştiren değerli
rahipler denli başarılı değildir. Propagandanın en büyük zaferleri, bir
şeyi yapmakla değil onu yapmaktan kaçınmakla kazanılmıştır.
Gerçek yücedir, ancak pratik bir bakış açısından bakılacak olursa
daha yücesi, gerçek konusunda sessiz kalmaktır. Totaliter
propagandacılar; bir takım konulardan söz etmemek yoluyla,
kitlelerle yerel politika patronlarının
nahoş bulduğu gerçek ya da savların arasına, Mr. Churchill’in
‘demir perde’ diye adlandırdığı şeyi çekerek, kamuoyuna en uzdilli
karalamalarla ya da en karşı konulmaz mantıksal karşıtezlerle
yapabileceklerinden çok daha etkili biçimde kanaat telkin
etmişlerdir. Ama sessizlik yeterli değildir. Eğer zulüm, tasfiye ve
çatışmanın diğer belirtilerinden kaçınılacaksa, propagandanın olumlu
yönleri, olumsuz yönleri denli etkinleştirilmelidir.
Geleceğin en önemli Manhattan Projeleri, politikacıların ve katılan
bilim adamlarının ‘mutluluk sorunu’ adını vereceği konuda -diğer bir
deyişle, insanlara köleliklerini sevdirme sorunu konusunda, devlet
sponsorluğunda yürütülecek büyük çaplı araştırmalar olacaktır.
Ekonomik güvence olmazsa kölelik sevgisi hayata geçirilemez;
kısacası, güçleri kendinde toplayan hükümet ve idarecilerinin kalıcı
güvence sorununu çözeceklerini varsayıyorum. Fakat güvenceler,
kolaylıkla varmış gibi kabul edilirler. Güvencelerin sağlanması salt
yüzeysel, dışsal bir devrimdir. Kölelik sevgisi, insan zihin ve
bedenlerinde derin ve kişisel bir devrimin sonucu olarak
oluşturulmadıkça başarılamaz. Bu devrimi gerçekleştirmek için,
diğerlerinin yanında, aşağıda sayacağım keşif ve buluşlara
ihtiyacımız var. Birincisi, çocuk şartlandırma ve daha sonra
skopolamin gibi ilaçlar yardımıyla sağlanacak ileri bir telkin tekniği.
İkincisi,
devlet idarecilerine, eldeki herhangi bir bireyi sosyal ve ekonomik
hiyerarşide ait olduğu yere atayabilme olanağını sağlayacak, insan
farklılıkları üzerine tam gelişmiş bir bilim dalı. (Yanlış görevlerde
bulunan insanlar, sosyal sistem hakkında tehlikeli düşünceler
besleme ve mutsuzluklarını başkalarına bulaştırma eğilimi
gösterirler.) Üçüncüsü (her ne kadar ütopyaysa da gerçeklik,
insanların kendisinden, sık sık tatile çıkarak uzaklaşma gereği
duyduğu bir şey olduğundan), alkol ve diğer uyuşturucuların yerini
alacak, daha az zararlı, ama aynı zamanda cin ya da eroinden daha
fazla keyif verecek bir madde. Dördüncüsü de (ama bu uzun vadeli
bir proje olurdu ve başarılı bir sonuca ulaştırmak için nesiller
boyunca totaliter kontrol gerekirdi), insan ürününü standartlaştırmak
ve yönetenlerin görevini kolaylaştırmak üzere tasarlanmış anılmaz
bir öjenik sistemi.*( Genetik uygulaması aracılığıyla insan nüfusunun
karakteristik özelliklerini geliştirmenin yollarını araştıran sistem. (Yhn.)
Cesur Yeni Dünya’da bu insan standartlaştırma,
belki imkânsız değil, ama fantastik uçlara taşınmıştır. Teknik ve
ideolojik olarak şişelenmiş bebekler ve Bokanovski yarımoron
gruplarından hâlâ çok uzağız. Ama F.S. 600 yılına gelindiğinde
nelerin olmayabileceğini kim bilebilir ki? Bu arada, o daha mutlu ve
daha istikrarlı dünyanın belirleyici özellikleri -soma, uykuda
öğrenme ve bilimsel kast sisteminin eşdeğerleri- herhalde üç dört
nesilden daha uzakta değildir. Cesur Yeni Dünya’daki cinsel ilişkide
herkesle birlikte olabilme de pek öyle uzak görünmemekte. Şimdiden
bazı Amerikan şehirlerindeki boşanma sayıları evlenme sayılarına
eşitlenmiştir. Çok değil, birkaç yıl içinde, evlilik cüzdanları; oniki ay
geçerli, köpek değiştirmeyi ya da aynı anda birden fazla köpek
bulundurmayı yasal olarak engellemeyen köpek ruhsatları gibi
satılacaktır. Siyasi ve ekonomik özgürlükler azaldıkça, cinsel
özgürlük, dengelercesine artma eğilimi gösterir. Diktatör de (boş ya
da fethedilmemiş bölgeleri sömürgeleştirmek için ateşe süreceği
askerlere ve ailelere ihtiyacı yoksa) bu özgürlüğü teşvik etmekle iyi
yapar. Uyuşturucu, filmler ve radyonun etkisiyle gündüz düşleri
kurma özgürlüğüne ek olarak cinsellik, tebasını, yazgıları olan
köleliğe razı etmede yardımcı olur.
Her şeyi göz önüne alacak olursak, öyle görünüyor ki Ütopya bize,
herhangi birimizin yalnızca onbeş yıl önce hayal edebileceğinden
çok daha yakınmış. O zamanlar, bunu gelecekte altı yüzyıl sonraya
atmıştım. Bugün tek bir yüzyıl içinde bütün bu dehşet üzerimize
çökebilecek gibi görünmektedir. Tabii bu arada kendimizi
moleküllere ayırmaktan kaçınırsak. Gerçekte, eğer merkezsizleşmeyi
ve uygulamalı bilimleri, insanı amaca araç yapacak şekilde değil de
özgür bireylerden oluşan bir ırkı yaratmanın aracı olarak kullanmayı
seçmezsek, elimizde yalnızca iki alternatif kalıyor: ya bir dizi ulusal,
militarize totaliteryanizmler,
ki dayanakları atom bombasının dehşeti ve sonuçları
da uygarlığın yok edilmesidir (veya savaş sınırlandırılırsa
militarizmin sürdürülmesi); ya da ulusal sınırların da ötesinde
totaliter bir rejim, ki bu da genelde hızlı teknolojik gelişme ve özelde
atom devriminin sonucu olarak ortaya çıkacak olan ve verimle
istikrar ihtiyacı nedeniyle Ütopya’nın refah tiranlığına dönüşecek
olan toplumsal kargaşayla doğar. Paranı öder, şansım denersin.
1946
Les utopies apparaissent comme bien plus rèalisables qu’on ne le
croyait autrefois. Et nous nous trouvons actuellement devant une
question bien autrement angoissante: Comment èviter leur rèalisation
dèfinitive?… Les utopies sont rèalisables. La vie marche vers les
utopies. Et peut-être un siècle nouveau commence-t-il, un siècle où
les intellectuels et la classe cultivèe reveront aux moyens d’èviter les
utopies et de retourner à üne sociètè non utopique, moins ‘parfaite’ et
plus libre.
NICOLAS BERDIAEFF
Kitabın Künyesi
Cesur Yeni Dünya
Orjinal isim: Brave New World
Aldous Huxley
İthaki Yayınları / Bilimkurgu Dizisi
Türkçe (Orijinal Dili:İngilizce)
272 s. — 1. Hamur– Ciltsiz — 11 x 18 cm
İstanbul, 2003
ISBN : 9789756902165
Çeviri : Ümit Tosun