İlk olarak bir öykü kitabıyla yola çıkan, ardından anı ve biyografik roman türlerinde de eserler veren Çiğdem Aldatmaz, “Sem”de bir araya getirdiği yeni öykülerle yazarlık yolculuğunu sürdürüyor. Aldatmaz bu son kitabında, zehrini akıtmak arzusuyla kavrulan marazi ruhların ortalıkta fink attığı, karanlık hikâyeler örüyor. Sıradan hayatlar yaşayan, beri yandan intikam ateşini her daim diri tutan, zehrini akıtmak için fırsat kollayan, şiddete meyilli kahramanlar var karşımızda. Aldatmaz, kentin kuytularında yaşananları gözlemlemeyi, sokağa tanıklık etmeyi seviyor ve tanık olduğu gerçeklikleri hikâyelerine birer ilmek olarak bağlıyor. Çiğdem Aldatmaz ile Sem’in Karanlık Fırın Sokağı’ndan yola çıkan, bir rüyanın izinden Yusuf Atılgan’a varan bir söyleşi gerçekleştirdik. Yayıncılık dünyasındaki emek sömürüsüne de değinmeden edemedik.

Sevgili Çiğdem, beş yıldan bu yana yazdığın öyküler “Sem”de bir araya geldi. Bu kitapta kıyıda köşede kalanların, yolunu şaşıranların, belki çoğu kez görmezden gelinenlerin karanlık hikâyelerini anlatıyorsun. İntikam hırsı ve kan kokusu sızıyor bu öykülerden. Neydi sana onları yazdıran?

Hepimiz kaosun içinde el yordamıyla yolumuzu çiziyoruz ve inkâr etmek zorunda olduğumuz duygularla yaşıyoruz. Marazi aşklar, saf istenç, intikam ve şiddet eğilimi gibi. İnsan ömrü bunları bir açık edip bir ehilleştirmekle geçiyor. John Dewey, kuvvetin üç kavranışını ayırt eder: Güç, enerji ve şiddet. Bunları yönetme biçimimiz nasıl bir insan olduğumuzu belirliyor. Özellikle kitabın ilk bölümünü oluşturan Karanlık Fırın Sokağı Hikâyeleri, bu kavramlar ve bahsettiğim insani durumun kafamı kurcalamasıyla ortaya çıktı. Öykülerdeki karakterler hem birbirlerine karşı konulmaz duygularla bağlı hem de değişik biçimlerde birbirlerine şiddet uyguluyor. Tecavüz diyebileceğimiz bir sahnede birbirine zorla sahip olmanın tüm bu anlattığım kavramlarla nasıl açıklandığını görüyoruz örneğin. İnsanın hakikati bu. Özlü sözlerle, politik doğruculukla değiştiremeyeceğimiz bir hakikat. Tabii aşk bu kavramların hepsini muhteva ediyor. Yer yer kara mizah da giriyor işin içine. Tıpkı hayat gibi.
Kurgunun merkezden uzak bir ücrada geçmesinin de bir anlamı var. Çünkü bu duyguları bugün sosyal statüsünü korumaktan başka derdi olmayan, ışıkların altında izole hayatlar yaşayanlar yeterince yansıtamaz. Gerçek, kitaptaki Firuzköy’de yatıyor misal vermek gerekirse.

Gerçeklikten hikâyelere varan yol
İlk öykünün başlığı Karanlık Fırın Sokağı ve böyle bir sokak gerçekten var. Bir de Karanlık soyisimli kahramanlar boy gösteriyor öykülerde ve bu ismi, ilk adı olarak taşıyan bir kahraman da var. Gerçeklikten hikâyelerine varan yol üzerine konuşalım mı biraz?

Karanlık Fırın Sokağı şehrin en işlek yerinde, Karaköy’de bulunan bir sokak. Karanlık soyadı da Tophane’de bir arkadaşımın evinin önünde gördüğüm emlakçının tabelasında yazıyordu. Karanlık, kitabın tamamında kullanmak istediğim bir temaydı zaten. Bir de evimin yakınlarında her gün seyyar arabasıyla sessizce enginar satan bir amca var. Bunları kafamda birleştirdiğim bir gün, Karanlık Fırın Sokağı’nda otururken kurgu zihnimde canlanıverdi. İlk kez ortaya Halil Karanlık çıktı. Sonra Enginarcı Salih. İki dost ve düşman. Enginarcı Salih’le aşkta, tutkuda ve hırsta kimse yarışamaz. Melahat tüm tanrıçaların bir özelliğini almış sanki. Halil Karanlık’ın iç dünyasının insanda bıraktığı tek duygu ise hayret. Akıl ermez bir üçgen söz konusu. Yani gerçeklikten hikâyelere varan yol aslında kafamdan geçiyor.

İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümü “Karanlık Fırın Sokağı”, ikinci bölümünün başlığı ise “Şimdiki Zamanın Rivayeti”. Edebiyatta türler arasına sınırlar çizmenin giderek zorlaştığını görüyoruz. Sen bir novella, yani kısa roman ya da uzun öykü yazmak üzere mi yola çıktın başlangıçta? Ya da sonradan yazdıklarının bir kısmının novellaya bir kısmınınsa kısa öykülere dönüştüğünü mü fark ettin?

Türler arasındaki sınırları kaldırmak, son zamanlardaki üretimlerde sık sık karşımıza çıkıyor ve gayet olumlu buluyorum bunu. Bendeki durumsa biraz farklı gelişti. Neredeyse öyküler zihnime bu haliyle geldi ve “biz burada novellaya evrileceğiz, sen ortalığı toparla” dediler bana. Bana da teslim olmak düştü. İkinci bölüm, yani “Şimdiki Zamanın Rivayeti” ise zaman içinde biriktirdiğim, çoğu dergilerde yayınlanmamış öykülerdi. Birçoğu sokakta yazıldı. Bazen de bahçemdeki elma ağacını izlerken. Onların yolu da kendilerine ait.

Kafalardaki kalıplardan kurtulmak
Bu novellada ve kısa öykülerde kıyıda kalmış, sıradan, şehrin kuytularında, karanlıkta kalan kahramanların küçük hikâyeleri üzerinden yaşadığımız coğrafyaya, topluma ait bir şeyler söylüyorsun aslında. Tüm bunların ‘hayli tombulca’ bir roman yerine ‘sıska’ bir novella ya da öyküyle dile getirilebiliyor olması, bu türlerin itibarı üzerinde nasıl bir etkiye sahip sence? Malum okumaya pek meraklı bir toplum değiliz.

Kitapta da dediğim gibi, sıradan hayatların patlama noktasını asla tahmin edemeyiz. Bu önemli. Evet, hayatlarımız sıradan, galakside bir toz zerresi bile değiliz. Bu küçüklüğü iyi kavrarsa insan, hayatının da değiştiğini, çoğunlukla iyiye doğru gittiğini anlayabilir. Benim içinse varoluşun tek anlamı bir hikâyede anlatılmak. Bir hikâye kahramanı olamadığım için hikâyeler yazıyorum. Sorunun ikinci kısmına gelirsem: Önemli olan içimden taşanları doğru aktarabilmek aslında. Bu hikâye romana da gidebilir, uzun metraja da dönüşebilir, böyle de kalabilir… Önemli olan okur tarafından anlaşılması, yakınlık kurulması. Hatta belki hikâyeyi romana giden bir basamak gibi düşünenler için daha da anlamlı olur böylesi. Belki roman okumakta zorlananlar için bir başlangıç olur. Kafalardaki kalıplardan kurtuluruz, kim bilir.

Boşluğu kapatma çabası, nafile bir çaba
Bir yerde Sem’den bahsederken “Boşluğun olumlu bir anlamı var benim için”, “Boşluk çok şey anlatır. Sem benim için bu kıymetli boşluğun adı” diyorsun. “Monteneyrüs” başlıklı öykünde “İnsanlar nedense hep gider, boşluk hep kalır” diyor anlatıcı ses. Bu kıymetli ve kalıcı boşluktan söz edebilir miyiz biraz?

Kimi insan içindeki boşluk duygusuyla baş etmesi gerektiğini, bunun menfi bir his olduğunu düşünür. Terapilere gider, umutsuzluğa kapılır. Oysa çok değerli. İçinden bir başka insan bile çıkarabilirsin bu duyguyla. Sürekli hayatı dolu dolu yaşama telaşına karşı bir anti hareket. Sistemin bir anımızı bile boş bırakmak istemeyen saldırganlığına bir karşı duruş. Durup yeni biri olmak için bir fırsattır boşluk. Bu bağlamda boşluğun olumlu bir anlamı var benim için. Her yolunu kaybetmiş, tanımlayamadığı hasretleri çeken, kendi çölünün kâşifi olan kişi, bu hikâyeleri de o boşluğun içinde keşfedebilir. Ya da keşfetmez, boşluk kalır. Yani ne demek istiyorum? Bugünün gerçekliği, dijital olanaklar, kişisel gelişim bataklığı, muhteşem planlarımız, dolu dolu geçen zamanlarımız… Hepsi nasıl olsa ölecek olmamızın idrakının verdiği varoluşsal sıkıntıyı def etmek için. Azalıyor oluşumuzu unutmak için. Yani o içimizdeki boşluğu kapatma çabası, nafile bir çaba. Ne kadar dürüst davranır ne kadar hakiki bir şeyler yaşamaya çalışırsak varlığımız o kadar anlam bulur. Ben bunu hikâyeler yazarak yapmaya çalışıyorum. Bir başkası mesela balık tutabilir. Yeter ki çırpınmaktan vazgeçip bir an içine bakabilsin.

Kişisel tarihindeki ve ülke gündemindeki değişimler, toplumsal sarsıntılar nasıl besliyor yazdıklarını?

Türkiye yeni bir istibdat dönemi yaşıyor. Umutvar olmakta zorlanıyorum. Üretimimin temeline insanı aldığım için bu yeni ortam beni zorluyor. Ben sokakta boş boş dolaşmaya bayılırım. Oturup insanları izlemeyi, hayatlarını tahmin etmeyi, içimden onları konuşturmayı severim. Tuhaf hobilerim var. Ama şimdi sokaktaki insanlara bu faşizm ortamına destek verenler olarak baktığımda içimde çok şey yıkılıyor. Üzücü bu. Evet, son yıllarda çok şey oldu: hayatlarımız değişti, bağlılıklarımız ve bakış açılarımız temelinden sarsıldı. Kişisel kaybım da değiştirdi beni tabii. Sanki tüm bu garabet, babam gidince başlamış gibi de hissediyorum bazen. Bu pamuk ipliğine bağlı yaşamı kabullendiğimiz, susturulduğumuz, korkularımızın ardına gizlenmeye mecbur bırakıldığımız ortamdan birçoğumuz gibi rahatsızım. Artık yeni bir sürecin başlaması gerektiğini düşünüyorum.

‘Her kitapta bir adım ilerliyorum’
Anı, biyografik roman, öykü derken dördüncü kitabın yayımlandı. Farklı türlerde yazıyor olmak yazarlığına neler katıyor? İlk kitaptan bu yana yazarlık yolculuğunda kat ettiğin yol üzerine neler söylemek istersin?

Son zamanlarda hikâyelerin dışında yeni bir tür olarak biyografiye yöneldim. Bazı profesyonel projelerle biyografi hayatıma yerleşmiş durumda. Bir de tanıklıklarla ilgili yeni bir kitap üzerinde çalışmaya başladım. Bunlar beni heyecanlandırıyor.

“Kitabımı yazdım, gerisini halka bırakıyorum” gibi gülünç bir anlayış var kimi yazarlarda biliyorsun, işte ben az önce bahsettiğim boşluğa bırakıyorum. Daha makul. Sonra hayatıma devam ediyorum. Çünkü yazarlar iki yaşamlı canlılar gibidir. Gündelik hayatla yazın hayatını birbirine ezdirmeden sürdürür. Demem o ki bütün gün arızalı, tuhaf ve aşırı popüler yazar kişiliğinle ortada gezinemezsin mesela. Bazı isimlerin, günümüz edebiyat kabilelerinin gölgesinde hareket edemezsin. Yazmak meselesi ruha zerk olunmuş bir tuhaf dert. Zeki Demirkubuz’un “Kader” ve “Masumiyet” filmlerindeki o meşhur tiradlarda dediği gibi: Yolu yok çekeceksin. İnstagram’da aldığın beğenilerle, çabasız görünme çabalarıyla, ilgi hastalığıyla üstesinden gelebileceğin bir şey değil. Velhasıl, İnstagram yazarı, klan-kabile edebiyatçısı değilim. Her kitapta bir adım ilerliyorum ve önümdeki uzun yolun farkındayım.

Editörlüğün, yazarlığını nasıl etkiliyor? Bunun hem olumlu hem de olumsuz yönde bir etkileme olacağını düşünüyorum. Örneğin, kimileyin daha titiz, daha obsesif olmana ve daha zor yazmana/yol almana neden olabilir bu alandaki deneyimlerin. Ne dersin?

Yazarken teknik okumaya takılmamayı beceriyorum. Yazarken hiçbir şey umurumda olmuyor aslında. İyi bir şey mi bilmiyorum. Fakat kendim için kitap okurken mesleki deformasyon durumu oluyor, onu bir türlü atlatamıyorum. Bunun dışında editörlüğümün yazarlığıma şöyle bir faydası oldu, benden editöre her zaman asgari düzeyde temiz bir metin gidiyor. Hay Allah, bu durum da editörüme fayda sağlıyor aslında değil mi… Tabii şu var, soğuma döneminde yazdıklarıma bakınca elime kalemi alıp bir editör olarak çizikler atmaya başlıyorum. Ama geç oluyor tabii. O yüzden her zaman yazdıklarımı bir editöre, arkadaşlarıma okuturum.

Tanpınar’ın öğrencisi Yusuf Atılgan olmak
“Sem”den önce Alakarga Yayınları’nın gençler için hazırladığı biyografi dizisi için sen “Yusuf Atılgan/Bir Rüyanın İzinden” kitabını kaleme aldın. Gençlerde Atılgan’ı keşfetme isteği uyandırabilecek bir biyografi olmuş. Bu kitabı yazma hazırlığın sırasında nasıl bir yol izledin?

Yusuf Atılgan’la ilgili elime geçen her şeyi okuyarak başladım işe, ama Yusuf Atılgan, üretimi sayıca az bulunan bir yazar olmasına rağmen nicelik bakımından bir derya. Çocuklara tüm bunları anlatamazdım. Yusuf Atılgan’ın varoluşçuluğu çocuklara ağır gelebilirdi. O yüzden yazarın karanlık yanını nasıl sevdirebileceğimi düşündüm. Ardından aklıma hikâye geldi. Okullarda imza günlerinde çocuklarla buluşuyoruz. Onlardan aldığım iyi yöndeki geri dönüşlerden kendimce iyi bir yol bulduğumu düşünüp mutlu oluyorum. Çocukların çoğu müfredattan fazlasını almaya açık, ama sistem onları rahat bırakmıyor. Beslenebilecekleri tüm kanalları kapatmış. Bir çocuğun zihnine erişebilmek, ona aykırıyı kavratabilmek bile çok iyi bir gelişme olur benim için.

“Benim en önemli eserim gündelik yaşamımdır” diyen Yusuf Atılgan ile ilgili daha önce hiç duymadığın, bilmediğin, seni çokça şaşırtan bilgilerle karşılaştın mı bu süreçte?

Haddim olmayarak bu sözüyle bir bağ kurdum onun hayatını okurken. Hiç sevmediği, ilgi bile duymadığı bir kızla annesi istiyor diye evlenmesi beni çok şaşırttı. Kayıtsızlığın da bir sınırı vardır diyorsunuz, sonra böyle muhteşem insanların hayatlarına bakıp olmadığını görüyorsunuz. İnanılmaz. Bir de Yusuf Atılgan zamanında spor yazıları yazmak istemiş. Aa, sen edebiyatçısın olur mu hiç öyle şey, demişler. Keşke böyle bir önyargı olmasaydı. Hayatın içinde ne varsa futbolun içinde de var. Edebiyat bile var. Keşke günümüzde de çoğalsa futbolu böyle farklı yorumlayan kalemler.

Ahmet Hamdi Tanpınar’dan üç yıl boyunca ders almış Atılgan ve yazarlık mizacında Tanpınar’ın büyük etkisi olduğuna inandığını söylüyor. Bu etkilenim üzerine neler söyleyebilirsin?

Bize ne kadar yazık olmuş, ne kadar kurak bir dönemden geçmişiz diye hayıflanabilirim ancak. Lisede edebiyat konuşabildiğim birkaç iyi edebiyat öğretmenimi sevgiyle anıp tenzih edeyim ama gerçekten Tanpınar’ın öğrencisi olup Yusuf Atılgan olmak yeryüzünde paha biçilemez bir fırsat olsa gerek. Ayrıca o dönemdeki iletişimi bugün -hani sosyal medya çağındayız ya- yine de göremiyoruz.

Atılgan da pek çok yazar gibi bir yandan roman çalışmalarını sürdürürken bir yandan çeşitli dergilere yazılar yazıyor, çeviriler yapıyor, redaktörlük yapıyor. Böylece geçimini sağlıyor. Bugün bu işlerle geçim sağlamak pek mümkün değil ne yazık ki. “Yaz, ama hobi olarak yaz. Redakte et, ama hobi olarak” durumu söz konusu adeta. Bu emek sömürüsü gerçekten akıl alır gibi değil. Bu işlerin içinde olan birisi olarak ne düşünüyorsun bu konuda?

Ben erken yaşta yayıncılık sektörüne girdim ve satışından üretimine kadar işin her aşamasında çalıştım. On yılı rahat geçmiştir. Bir tek gün huzura erdin mi dersen olumlu cevap veremem (Bu konu hakkında saatlerce konuşabilirim aslında, konuyu açman ne kadar iyi oldu bilemiyorum). Bahsettiğin emek sömürüsü gerçekten feci bir durum. Editör, yazar, çevirmen… Birkaç isim dışında kimse mutlu değil. Bunun sebebi piyasadan sektör olmaya bir türlü varamayan yayıncılık dünyasının yine kendisi aslında. Muhtemelen yirmi yıl önce yanlış bir sistem kurulmuş (daha eskisini büyükler söylerse daha doğru olur) ve kimse bu yanlışı düzeltmiyor. Kimse yeniliklere sıcak bakmıyor. Herkes aynı hataları yapıp, aynı yazarları basıyor. Kalite zaten feci durumda. Niteliğe değil kişisel ilişkilere göre iş yapıyor. Yanlış bulduğu ticari işleyişi değiştirmeye gönlü yok, çareyi üretim maliyetinden kısmakta buluyor. Dolayısıyla telifler düşük, ödeme ahlâkı diye bir şey yok. El yordamıyla iş yapmaktan kimse rahatsız değil. Ortamlarda her türlü edebi duyarlılığın tozunu attıranlar, iş etiğe gelince köstebek gibi kabuğuna çekiliyor. İkiyüzlülüğü bırakıp değişime kendilerini açsalar ne iyi olacak.

Elif Şahin Hamidi
(kulturservisi.com 31.07.2017)

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Ancak değerli olduğunu düşündüğü şeyleri yapan biri mutludur.

Next Story

Prof. Dr. Figen Gürdöl: “Dokuz renge büründüm, kitap olup göründüm”

Latest from Elif Şahin Hamidi

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ