Müşfik bir annesi varmış Fyodor’un. Çocukları için elinden geleni ardına koymazmış, kocası da öyleymiş ama farklı açılardan. Kendi doğrularından bir milim sapmayan bir doktormuş o. Varlıklı değillermiş, neredeyse kıt kanaat geçinirlermiş. Fakat çocuklarının iyi eğitim alması için didinip durur, bu yolda elinde avucunda ne varsa harcarmış. Belli ki iyi eğitimin yolunun da çok sert bir disiplinden geçtiğine inanıyormuş.
Evde neredeyse askerî disiplin varmış. Çay, yemek, uyku saatleri asla şaşmayan bir düzende devam edermiş. Fiziksel şiddete maruz kalmasınlar diye çocuklarını devlet okulu yerine özel okula gönderen babanın hassas biri olmasını beklemekte haklıyız. Fakat gerçek tam tersi: Oğullarını Latince çalıştırmak isteyen baba, ders boyunca çocukların hazırolda beklemelerini istermiş, saatlerce ayakta kalan çocuklar yorulup da kollarını bir kenara dayamaya kalkıştılar mı, öyle bir bağırırmış ki çocuklar neye uğradıklarını şaşırır, tir tir titrerlermiş. Ailece gezmeye çıktıklarında, babanın kontrolünde aritmetik ve geometri pratikleri yaparlarmış gezi boyunca. “Bayağı çocuklar” gibi oyunlar oynamak, şımarıklık etmek, koşmak, çamurlara bulanmak katiyen yasakmış. Çocuk olmak yasakmış yani Dostoyevskilerde. Doğrusu, baba varken yasakmış bunlar. Babadan uzaklaşıp yazları köye gittiklerinde ise sınırsız bir özgürlükle cıvıldarmış Dostoyevski kardeşler. Özellikle Fyodor, köylülerle ya da babasının hastalarıyla sohbet etmeye bayılırmış. Karısı Anna’ya, harika bir çocukluk geçirdiğini söylemesine neden olan, gururu muydu, yoksa bu köy hayatı mıydı acaba? Şunu biliyorum ki, yılda bir iki ay çocuk olmakla çocukluk yaşanmıyor.
Dostoyevski, babasının ölüm haberini aldığında müthiş bir suçluluk duygusuna kapılmış. Okuldaki zengin arkadaşlarından geri kalmak istemediği için -ki bu, babanın empoze ettiği manasız bir gururdur- sürekli para istermiş babasından. İlk yıl, yüksek notlar almasına rağmen sınıfta kalınca, babası kısmi felç geçirmiş. Ve gelen son mektupta, açlıktan ölecek durumda olmasına rağmen oğluna para gönderdiği yazılıymış. Babanın ölüm haberi de aynı mektupla gelmiş. İlk sara nöbetini bunun üzerine geçirmiş Dostoyevski. Suçluluk duygusundan bir türlü kurtulamıyormuş; oğluna para gönderebilmek için sıkıştırdığı, kötü davrandığı köylüler tarafından linç edilerek öldürülmüş babası çünkü. Baba Dostoyevski’nin ölüm sebebi hakkında kesin bir yargı yoksa da Dostoyevski’nin ilerleyen yaşlarında ya da romanlarında görüleceği üzere suçluluk duygusu yakasını hiç bırakmamış.
Artık Rus yazarlar arasında yerini aldığı zaman Turgenyev’in “Edebiyatın burnunda kızaran bir sivilcesin sen” diye alay etmesinde, Dostoyevski’nin yeteneğini kıskanması, onun soylu olmayışı kadar, her durumda kendini suçlu kabul etmesi ve kontrolsüzce kibirli ya da gururlu davranıp kendini küçük düşürmesi de varmış. Ne var ki, Dostoyevski’yi böyle davranmaya iten somut sebepler de yok değilmiş. Yayıncılar bile Dostoyevski’ye yeteneğinin hak ettiği kadar ödeme yapmazmış. Eşit şartlarda yaşamadıkları için eşit koşullarda değerlendirilmenin yanlış olduğunu anlatamadıkça deliye döndüğü, deliye döndükçe de daha çok kıskandığı kişi ise Lev Tolstoy’muş. O Lev Tolstoy ki, ömrünün sonlarına doğru, aç ve yarı çıplak yaşayan insanlar varken kendisinin bu derece lüks ve budalaca yaşamasından tiksindiğini dile getirecek.
ELİF TÜRKER
02 Mart 2017 http://t24.com.tr
Not: Yukarıdaki bölüm yazarın “Yüzyıllık çocukluk” adlı yazısından bir bölümdür.