Bazı eleştirmenler demokrasinin hızla kuvvetten düşmesinin, yurttaşlığın aşındığının ve “ileri” demokratik toplumlarda bile devletin azalan sorumluluğunun altını çizdi yakın zamanlarda. Bu süreçlerde kabahat genelde şirketler ve diğer çıkar gruplarının devleti ele geçirmesine atılıyor. Oysa bu görüş bizi yanlış yönlendirecektir ve sunulan bu tür açıklamalar yetersizdir.
Makalenin bu kısmında devlet, sermaye, siyasi rejim ve ekonomik politikalar arasındaki ilişki kısaca ele alınacak. Bu konudaki literatürün büyük kısmında sıkça ifade edildiği gibi, siyasi özgürlüğün son derece değerli olduğu ve demokrasinin dünya çapında yayılmasının sadece kapitalizmin nüfuzu ile mümkün olduğu iddia edilecek. Fakat bu kısımda kapitalizmin demokrasiyi ister istemez sınırladığım ve demokrasinin hayatın kritik derecede önem taşıyan alanlarına yayılmasının, kapitalizmin ilgasını gerektirdiği de gösterilecek.
Kapitalizm öncesi ve kapitalist toplumlar arasındaki dikkate değer bir farklılık, kapitalist toplumlarda “ekonomik” ve “siyasi” alanların birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrılma, kapitalizmdeki “ekonomik” süreçlerin -buna üretim, mal ve hizmetlerin mübadelesi ve dağıtımı, işçilerin çalışmaya zorlanması ve sömürülmesi de dahildir- genellikle piyasa mekanizmaları ile “gayri şahsi” olarak yürütülmesi anlamına geliyor. Durum, kapitalizm öncesi toplumlarda olduğundan tamamen farklıdır. Bu kapitalizm öncesi ekonomik süreçler hem kişisel hakimiyete hem de devlet iktidarı dahil olmak üzere doğrudan siyasi otoriteye tabidir ve genellikle hiyerarşi, gelenek ve dini itaate dayanan kurallara uyar.
Ekonomik ve siyasi alanların ayrılmasının üç önemli içerimi var. Birincisi, böylece ayrı bir “siyasi” alan oluşur. Tarihte ilk defa, üretim araçlarının sahipleri, devlet memurlarına mahsus hale gelen kamu görevinden muaftır. Siyasi alanın ayrılması, “ekonomik” düzene doğrudan hiçbir gönderme yapmadan ekonomik politikaların kapsamı ve “özerk” siyasi değişim olasılığını da içine alacak şekilde devletin ekonomiye müdahalesinin potansiyelini ve sınırlarını tespit ediyor. Demokrasinin içeriği ve derecesi ise ele alınması gereken bir sorun
İkincisi, söz konusu ayrılma, kapitalist iktidarı “ekonomik” alanın içine yerleştirir. Ekonomik iktidar, üretim araçlarının (fabrikaların, binaların, toprağın, makinelerin, araçların, mal ve hizmetlerin üretimi için ihtiyaç duyulan gereçlerin) mülkiyeti ve denetiminde, üretim sürecini denetleme ve işgücünü disiplin altına alma hakkında ve işçileri sömürme olanağında somutlaşır.
Üçüncüsü, ekonomik ve siyasi alanlardaki ayrılma mutlak olmaktan ziyade görecelidir. Bir yandan, devletin “siyasi” iktidarı ile kapitalistlerin “ekonomik” iktidarı, örneğin çalışma koşulları, asgari ücret, emeklilik maaşı ve çevresel düzenlemeler gibi konularda ihtilaflara yol açabilir. Öte yandan modern devletlerin kapitalist olduğunu zaten görmüştük. Deneyimler, devlet memurları kendi iktidarlarına ya da sermayenin yeniden üretimine gereğinden çok itiraz edildiğini düşündüklerinde, devletin hem “siyasi” ihtilaflara (örneğin demokratik hakların kapsamı) hem de tamamen “ekonom ik” anlaşmazlıklara (örneğin büyük sanayilerdeki ücret ve çalışma koşulları) müdahale edeceğini gösteriyor. Devlet müdahale ettiğinde kanun gücüne, polise ve zor durumlarda silahlı kuvvetlere itimat eder.
Yukarıda açıklamış olduğumuz ayrı bir siyasi alanın varlığı, kapitalizmin siyasi (hem resmi hem de usule dayanan) demokrasi ile bağdaştığını ima ediyor. Siyasi demokrasiden kasıt, hukukun üstünlüğü, siyasal çoğulculuk, serbest ve düzenli seçimler, basın özgürlüğü, insan haklarına saygı ile insan özgürlüğünün güçlendirilmesi için elzem olan öteki kurumlar ve uygulamalar.
Oysa kapitalizm, özgürlüğün kapsamını ister istemez sınırlandırıyor, çünkü ekonomik (maddi) demokrasiye düşmandır kapitalizm. Bu sınırlar, yukarıda bahsedilen ekonomik alana kapitalist tekel tarafından dayatılıyor. Örneğin, toplumsal refah için çok önemli olmalarına rağmen imtiyazların ve siyasi tartışmanın, üretim birimlerinin mülkiyeti ve idaresine, hatta ürünün mahiyetiyle istihdam örüntüleri ve koşullarına halel getirmelerine genelde izin verilmiyor. Başka bir deyişle, siyasi kampanyalarla mülkiyet hakları ve iş uygulamaları konusunda önemli dönüşümler sağlanabilse de ekonomik alandaki demokratik bir müdahalenin kapsamı her zaman sınırlıdır.
Toplumsal konular üzerindeki siyasi denetimi genişletme çabasına ekonomik demokrasinin olmayışı ile gem vurulduğunda (genellikle hükümetler ya da kitlesel hareketler mülkiyet haklarını anayasal yollarla değiştirmeye kalktığında yaşanan bir durumdur bu) kapitalist demokrasinin sınırları görünür hale gelir. Ortaya çıkan çarpışmalar, Cumhuriyetçi İspanyanın yenilgisinin, Şili başkanı Salvador Ailende nin devrilmesinin, o kadar göze çarpmasa da aynı derecede önem taşıyan Latin Amerika’daki toprak reformu girişimlerinin başarısızlığa uğramasının temel sebepleri arasındadır. Mülkiyet haklarını yasal yollarla fakat devletin zararına olacak şekilde değiştirmeye kalkışan kitlesel hareketler de pek çok ülkede tekrar tekrar ezilmiştir. Bu çarpışmalarda muhafazakâr güçlerin başarısı siyasi demokrasinin keyfi bir şekilde kısıtlanmasına bağlıdır genelde. Siyasi demokrasinin kapitalist sınıfın (“temel” mülkiyet haklarında yatan) ekonomik iktidarına başarılı bir şekilde meydan okumayı nadiren becerebildiğini ima eder bu. Bir tercih meselesinden bahsetmiyoruz burada: Ekonomik demokrasinin yokluğu siyasi demokrasinin ilerlemesini her zaman sınırlar.
Ekonomik ve siyasi demokrasi arasındaki gerilimler genellikle siyasi demokrasi ve medeni haklar arasında yaşanan gelgitlerde su yüzüne vuruyor. Bu gerilimler, en çok “gelişmekte olan” ülkelerde ortaya çıkıyor. Son yıllarda çokpartili demokrasi ve genel oy hakkı dünyanın her yerine yayıldı ve BM ile Uluslararası Adalet Divanı, Pinochet vakasının teşkil ettiği emsal ve eski Ruanda hükümeti görevlilerine kovuşturma açılması ile baskıcı devlet güçlerine engeller kondu.
Bu önemli ilerlemelere rağmen, siyasi demokrasinin ilerlemesi, ekonomik meselelerin meşru tartışm alardan dışlanmasıyla ciddi şekilde engellendi. Bu sınırlanmaların en önemli sebebi neoliberaliz- min dünyanın her yerinde dayatılmasıdır. Neoliberalizm yüzünden dünya çapındaki politika üretme kapasitesi giderek Washington ve Wall Street’te toplanıyor, bu da hem “gelişmekte olan” hem de gelişmiş ülkelerde sadece nisbeten daha önemsiz meseleleri tartışmaya açık bırakıyor.
Özellikle Latin Amerika, Sahraaltı Afrikası ve Güneydoğu Asya daki “yeni demokratik” ülkelerde, siyasi demokrasiye doğru giden dönüşümler, toplumsal ve ekonomik iktidardaki maddi değişiklikleri bertaraf eden uzlaşmalara bağlıydı. Hatta daha da kötüsü, bu ülkelerde neoliberal politikaların uygulanması demokratik bir dönüşüme dayanıyordu. Onyıllar boyunca dünyanın her yerinde demokratik hükümetleri devirmeye ve diktatörlükleri desteklemeye çalışan ABD hükümeti ve yerli egemenler, demokratik devletlerin Washingtonun buyruklarına uyacağını ve ekonomik demokrasiye ters düşen politikaları çoğu diktatörlükten daha kolay ve daha güvenilir bir şekilde yerine getireceğini fark etti. Bunun nedeni, resmen demokratik olan hükümetlerin sahip olduğu siyasi meşruiyetti.
Bu savı başka şekilde ifade etmek de mümkün. Dış borçlara yararı dokunacak kaynakların elde edilmesi, kalkınmayı dar bir karşılaştırmalı üstünlüğe çevirmek ve asalak sınaî ve mali sistemleri desteklemek için baskıya ihtiyaç duyulur genelde. Oysa neoliberal politikaları uygulamak için ihtiyaç duyulan baskıyı diktatörlükler nadiren uygulayabilirler. Bunu başarılı bir şekilde yapabilecek olan sadece demokratik devletlerdir, çünkü sahip oldukları daha büyük meşruiyet halktan gelen baskıyı daha uzun süre görmezden gelebilmelerini sağlar (ancak son zamanlarda Arjantin’de yaşanan ayaklanmalar bu stratejinin de sınırlı olduğunu gösterdi).
Bu anlamda, neoliberal-küreselleşmeci proje temel bir tutarsızlığı bağrında taşıyor: Dışlayıcı ekonomik politikaları yürürlüğe* koymak için kapsayıcı siyasi sistemlere muhtaçtır. Demokratik devletlerin demokratik baskılara tepki verdiği sanılsa da, bu politikalar çoğunluğa düşman olan devletleri gerektirir. Sonuçta resmen demokratik ama fazlasıyla baskıcı devletlerin dünyanın her yerine yayıldığını görüyoruz. Bunun yanında pek çok ülkede siyasi çoğulculuk ve demokratik kurumların güçlendirilmesine rağmen, toplumsal dışlama ve adaletsizliğin sürdürüldüğüne tanık oluyoruz.
“Demokratik neoliberalizm” hem ülke içindeki hem de ülkeler arasındaki ekonomik apartheidi sağlamlaştırdı. Ekonomik “apart- heid”, gelir ve servetin giderek tek elde yoğunlaşmasını, yaşam, çalışma ve eğlenceye ayrılan alanlarda üst sınıfların toplumdan kopması ile toplumsal ve sivil hayatın pek çok alanında yoksullarla etkileşimde bulunmaya istekli ve muktedir olmamalarını, örgütlü ve silahlı suç çetelerinin yayılmasını, devlet kurumlarında başını alıp giden bir yozlaşmayı içerir.
Ekonomik apartheid ve ekonomik demokrasinin tahliyesi, başarılı kitlesel mücadeleler ile en azından kısmen tersine döndürülebilir. Böyle mücadeleler, sanayi ve mali çevrelerin gücünü sınırlayabilir ve çoğunluğun yaşam koşullarında iyileşmeler sağlayacak politikaların alternatiflerini olanaklı kılabilir. Ancak ekonomik alan üzerindeki kapitalist tekel ortadan kaldırılırsa, işte sadece o zaman demokrasi hayatın kritik derecede önem taşıyan alanlarına yayılabilir. Bu açıdan bakıldığında, mücadelenin başarısı, demokratik hareketin ne derecede antikapitalist olabildiğine bağlıdır.
Alfredo Saad-Filho
Kapitalizme Reddiye
Marksist Bir Giriş
Hazırlayan: Alfredo Saad-Filho
Yordam Kitap
Çeviren: Emel Kahraman