“Hiper-küreselleşme” neoliberalizmin uluslararası yüzüdür. 1990’lar boyunca analizciler ve uzmanlar, teknoloji, iletişim, kültür, ideoloji, finans, üretim, göç ve çevre konularındaki gelişmelerin dünyayı tanınmayacak derecede değiştirdiğini iddia ettiler keskin bir şekilde. Bu yüzeysel anlayıştan yola çıkan “hiper-küreselleşmeciler” küreselleşmenin, uluslararası kurumların yerli kurumlar üzerindeki üstünlüğünü, devletin küçülmesini, küresel piyasaların toplumsal hayat üzerinde amansız bir tahakküm kurmasını zorunlu kıldığını savunuyorlar
Neoliberalizmi savunanlar, hiper-küreselleşme taraftarı saldırının ön cephesindeydiler. Pek çok neoliberal, yaklaşan dünya piyasasının, sınırlar arasına hapsedilen emek dışında, her şey için olan piyasanın erdemlerini ve kaçınılmazlığını ilan etti. Piyasaların, ulusal mevzuat ve müdahil uluslararası örgütler engeliyle karşılaşmadan hüküm sürmesi gerektiğini savundular. Daha da inanılmaz olan şeyse, politikaların küresel zorunluluklara boyun eğmesinin ulusal refah için elzem olduğunu iddia etmeleriydi.
Bir dizi eleştirel çalışma hiper-küreselleşmeci görüşlerin itibarını zedeledi. Bu çalışmalar, öncelikle, küresel bütünleşmenin, meşruiyet merkezi, siyasi ve ekonomik güç merkezi olmayı sürdüren ulusal devletlerin varlığını inkâr etmekten ziyade ona bel bağladığını gösterdi. Ulusötesi şirketlerin nüfuz elde etmesi, büyük miktarda uluslararası sermaye akışı ve uluslararası sözleşmelerin ağırlığıyla sararıp solmak yerine, güçlü devletlerin kendi gündemleri çerçevesinde, özellikle de kilit nitelikteki ticaret alanlarında ülke içi sermayenin rekabetçi konumunu iyileştirmek için uluslararası bütünleşmeyi desteklediklerini iddia ediyordu eleştirmenler. İkincisi, küresel neoliberalizm istenmeyen sonuçlarla birlikte anılıyordu. Bunların arasında artan yoksulluk ve eşitsizlik, güçlü şirketlerin ve mali çıkarların yararına olacak şekilde demokrasinin ayarının bozulması ve sosyal devletin aşınması yer alıyordu. Üçüncüsü, eleştirel literatürün iddiası, küreselleşmenin ne o kadar yeni ne de o kadar baskın olduğuydu. Benzer dönemler daha önce de yaşanmıştı, özellikle de Birinci Dünya Savaşından önce; küreselleşme gerçekten “küresel” değildi, çünkü büyük ölçüde gelişmiş ülkeler arasındaki ticaret ve yatırım akışları ile sınırlanmıştı ve bu sınırlı alanda bile sermaye kendi isteği ile hareket etmekte “serbest” değildi; son olarak da, görünenin tam aksine ticaret ve mali serbestleşmenin net makroekonomik etkisi genellikle çok azdı. Dördüncüsü, eleştirmenler, hiper-küreselleşmecilerin “küresel” piyasalar ile, kusursuz malûmat ve bedelsiz sermaye hareketliliğinin damgasını vurduğu kuramsal bir mahiyet taşıyan mükemmel rekabet fikrini birbirine karıştırdığını iddia etti. Bu karışıklık, özel sermaye birikimini teşvik edecek ticaret yanlısı politikalar ve saldırgan devlet müdahaleleri için ideolojik bir kılıf sağlıyordu.
Hiper-küreselleşmeye getirilen bu eleştiriler, birbiriyle uyumlu olabilecek ya da olmayabilecek üç sonuç çıkardı. Bazıları “yerelleştirme”yi ya da yerel üretime ve değişime duyulan güvenin artması ile dünya ekonomisinin ademimerkezileştirilmesini savundu. Diğerleri, sektör temelli ticaret ve sanayi politikalarının artan rolü ile sermaye akışı üzerindeki ulusal denetimler dahil olmak üzere, politika üretme sürecinin demokratikleşmesi ihtiyacına vurgu yaptı. Öte yandan başkaları da “uluslararasılaştırm anın ya da küreselleşmenin olumlu yönlerini geliştirmek amacıyla (BM, IMF, Dünya Bankası, DTÖ, AB, AMB vb.) uluslararası kurum larda reform ve güçlendirmenin peşine düştü.
Ne yazık ki bu alternatiflerin her biriyle ilgili ciddi sorunlar var. “Yerelleştirme” küçük sermayeyi çokuluslu şirketlerce temsil edilen büyük sermaye karşısında destekliyor. Bu yaklaşım analitik açıdan yanıltıcı olabilir, çünkü büyük ve küçük firmalar arasındaki yakın ilişkiyi görmezden geliyor. Örneğin, küçük firmalar genellikle büyük firmaların etrafında toplanıyorlar ve onlara parça ya da öteki girdileri temin ediyor, temizlik ve bakım hizmetlerini sağlıyorlar. Bu firmalar arasındaki ilişkiler öyle yakın olabilir ki, birbirinden “ayrılma”ları mümkün olmayabilir. Üstelik küçük firmalar mali açıdan çoğunlukla kırılgandır, teknik yenilik ya da başka yerde geliştirilen yeni teknolojilerin uyarlanması için gerekli kaynaklardan yoksundur, büyük piyasalar oluşturamaz ve büyük firmalarla karşılaştırıldığında işgücüne genelde daha sert davranırlar. Son olarak, ulusötesi şirketlere gem vurmak, gıda maddeleri, elektronik cihazlar, sanayi makineleri gibi önemli mallara erişimi dünya çapında azaltacaktır ister istemez.
Sanayi politikalarını ilerici amaçlarla “kurtarmaya” çalışmak başarılı olabilir; gelgelelim, aldatıcı politikalar işe yaramaz, hatta ulaşmaya çalışılan amaçlara zararları bile dokunabilir. Nihayet, “uluslararasılaştırma” ütopik bir öz taşır. Uluslararası kurum ların çoğu, küreselleşmeci neoliberal elitlerin avucunun içindedir ve bu denetimin onlardan alınabileceğini ummak gerçekçi değildir. Çoğu durumda, bu kurum ların ilgası, gerek duyulduğunda da sıfırdan oluşturulacak alternatiflerle değiştirilmesi gerekir.
Hiper-küreselleşmeyi eleştirenlerin yetersizlikleri, küresel, ulusal ve yerel alanların yanıltıcı bir şekilde karşı karşıya konmasından kaynaklanıyor genelde. Yukarıda bahsettiğimiz piyasalar ve devletler arasındaki ayrım bu durum u yansıtıyor. Genel bir ifadeyle, bu alanlar, birbirini dışlıyormuşçasına karşılaştırılmamalı, çünkü bunlar birbirlerini oluştururlar ve ancak aralarında ilişkilere bakıldığında kavranabilirler.
Daha özgül bir açıdan bakıldığında, yerel ve ulusal ekonomilerin küresel ekonominin yapıtaşı olduğu varsayımı yanlıştır. Sözde “küresel” ekonomi, her gün M anhattan’daki finans merkezlerine ve Londra’ya giden çalışanlardan, Ruhr’da giriş kartlarını m akineye okutan amelelerden, Bombay’da İngilizce konuşulan çağrı merkezlerindeki işlerine bisikletlileriyle giden işçilerden, Maputo’da çalışan hamallardan,sadece yerelde üretilmiş malları değil başka yerlerde üretilmiş metaları da tüketen ve uzak ülkelerde yaşayan insanlar için üreten yüz milyonlarca işçiden başka bir şey değildir. Bu açıdan, yerli ve sınırötesi ekonomik işlemler arasında çok az fark var ve ekonomik büyüme ister istemez, yerel, ulusal ve küresel ekonomilerin eşzamanlı gelişmesini içeriyor. Aslında, ilk olarak, üretim ve finansın önemli veçhelerinin her zaman “uluslararası” olageldiğini sonucuna varmamız mümkün. İkincisi, komşular arasındaki değişimle karşılaştırıldığında, uzun mesafeli ticaret toplumsal ve ekonomik kalkınma için daha önemli olmuştur. Üçüncüsü, kapitalizmin aslında tek bir ülkede ya da münferit bölgelerde değil de, yerel, bölgesel ve uluslararası olarak aynı anda geliştiği neticesine varmamız da pekâla mümkün.
“Küreselleşme” ya da “üretim ve finansın uluslararasılaştırılması” gibi terimler açıkçası bir anlamdan yoksundur. Sermaye ne ulusal ne de uluslararasıdır; sermaye insanlar arasında, şeyler ya da para olarak görünen bir ilişkidir. Sonuçta, kapitalist kurumlarda, kapitalist üretim ve uygulamalarda esas olarak ulusalca da uluslararası bir şey yoktur. Ayrıntılı çalışmalar, “küreselleşmenin”, birbirinden güzelce ayrılan ulusal ekonomiler arasındaki homojen, tek yönlü ve kaçınılmaz bir süreç olmadığını gösterdi zaten. Küreselleşme ulus devleti “yok etmeye” yeltenmiyor; üstelik üretim, finans, kültür, çevre vs alanındaki son gelişmeler birbirinden son derece farklıdır ve bunların ayrı ayrı incelenmesi gerekiyor. “Küreselleşme” adı verilen şeyse, aslında az çok birbirine bağlı olarak oluşan bir dizi sürecin toplamıdır. Söz konusu süreçlerden bazıları sisteme ait bir yerden ifade bulurken bazıları büyük ölçüde rastlantısaldır, dünya ekonomisinin farklı alanlarında farklı hızlarda ve yönlerde hareket ederler. Bu süreçlerden bazıları ulusal devletler ve yerel kimlikleri aşındırma eğilimindeyken, bazıları da bunları sağlamlaştırır.
“Küreselleşme”yi toptan desteklemek ya da ona toptan karşı çıkmak son derece yanlıştır (örneğin küresel bir protesto hareketine “küreselleşme karşıtı” demek pek mantıklı değil). Önemli olan, yerel, ulusal ve küresel seviyelerde, neyin, nasıl, kim tarafından ve kimin yararına üretildiğidir. 21. yüzyılın başında olduğumuz şu zamanlarda, 19. yüzyılın ortasında olduğu gibi, insanlar arasındaki mesafeler, insanlar arasındaki ilişkilerden daha önemli değil. Keza, coğrafya da, insanları şehirlerde, bölgelerde ve dünyanın her yerinde bağlayan, denetime ve sömürüye ilişkin toplumsal yapılardan daha önemli değil.
Alfredo Saad-Filho
KAPİTALİZME REDDİYE
Marksist Bir Giriş
Hazırlayan: Alfredo Saad-Filho
Yordam Kitap
Çeviren: Emel Kahraman