“Gece”nin karanlığı aydınlatsın bizleri…

geceAydınlık, karanlık, gece, gündüz, işçi, insan kelimeleri kendi anlamlarına gelmez artık bu dilde. Tıpkı bugün demokrasi, barış, savaş, olağanüstü hâl, seçim, millet, irade, sokak ve gazetecinin asıl anlamlarına gelmediği gibi…
Bilge Karasu’nun 1975-1976 yılları arasında yazdığı, ilk basımı 1985 yılında gerçekleştirilen ve 1991 yılında “Pegasus Edebiyat Ödülü”nü kazanan Gece romanı şu satırlarla başlar:

“Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmağa başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmağa başlar başlamaz, her yer boza dönüşecek. Işıklar yanmayacak bir süre. Ne çukurda ne de düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre, yeter gibi görünecek. Sonra tepeler de karanlıkta kalacak.

Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olacak.”

Yazıya bu kadar uzun bir alıntıyla başlamamı, bugün içinde yaşadığımız karanlığı paylaşanlar mazur görecektir, sanırım. Yavaş yavaş gelen gecenin çoktan indiğine, çukur yerleri doldurup oradan ovaya yayılmağa başladığına, bir süredir ışıkların yanmadığına, tepelerin aydınlığının artık yetmediğine, nicedir tepelerin de hızla karanlıkta kaldığına şahit oluyoruz. Peki dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünüyor mu, hâlâ?

Gecenin karanlığı

Jale Özata’nın altını çizdiği gibi “Gece”, “[o]kura, 1970’li yılların Türkiye’sini anımsattığı gibi, evrensel anlamda, baskıcı rejimlerin korku ve belirsizlik yaratmak için oynadıkları “oyunlar”ı da imler.”[1] İşte bu sebeple, “Gece” özellikle içinden geçtiğimiz karanlık süreçte (yeniden) okunması gereken kitapların başında gelir. Roman; dört ana, toplam yüz on alt bölümden oluşur. N., O., Sevim, Sevinç, yaratman, düzeltmen ve yazar gibi anlatıcı sesler “Gece”nin karanlığında birbirine karışır. Alışıldık bir hikâyesi, olay örgüsü, karakter düzeni, zamansal dizilimi, mekân mefhumu ve bakış açısı yoktur romanın. Jale Özata Dirlikyapan’ın hakkıyla belirttiği gibi, romanda “[ö]rmeye çalıştıkça sökülen bir örgüyle, bir tuğla ekledikçe alttaki tuğlaları sarsılan bir inşaatla karşı karşıyadır okur; bilinçli olarak eksik gedik, delik deşik dokunmuş bir kumaş”ı andırır metin bu hâliyle.

Gecenin karanlığını şöyle duyurur bize anlatıcı: Gece oluyor yavaş yavaş. Bağırsaklarımızın içinden yüreğimize gözlerimize doğru yükseliyor. Gece yavaş yavaş gelir belki, ama metnin daha ilk sayfalarından itibaren emareleri ortadadır, alacakaranlıktır ortam, derken gittikçe kararır. Gecenin karanlığında anlatıcı da, yazar da, okur da yolunu bulmaya çalışır. Gecenin karanlığı, insanların içinde uyuklayan korkuları uyandırır, onları uyanık tutar. Uyanık tutar ki gecenin karanlığı herkese bulaşsın, büyük gecenin (küçük de olsa “sabah” denecek bir sabahı hiç gelmeyecek bir gecenin) karanlığından âzâd olamasın hiç kimse.

Görünen o ki; gecenin karanlığını kuranlar için formül basittir: Biraz gizemli, biraz şiirli bir şey göster insanlara; unuttukları, gömdükleri duyguları, duyarlıkları, içlilikleri biraz kışkırt; ne zamandır geride bıraktıklarına inandıkları birtakım çocukluk korkularını, kaygılarını, çekingenliklerini karıştırıp bulandır; ondan sonra da istediğini yaptır onlara.

Geceyi kuranların ana düşüncesi şudur: Bütün varlıklarıyla Hareket’e [Güneş Hareketi] bağlanmış gençleri –özellikle gençleri- bir büyük çelişki içine düşürmek… Bir yandan, en aşırı davranışlarında bile, korkacakları bir şey olmadığını, kimsenin onlara gerçekten bir şey yapamayacağını duyurmak; bir yandan da…

…bir yandan da kendilerine düşmanla kuşatılmış olduklarını düşündürmek…

Gece artık iyiden iyiye kararmıştır. Nasıl kararmasın ki? Koşturulmuş atların, boyun eğdirilmiş düşmanların, ancak kanla yıkanıp silinebilmiş öfkelerin, evreni kucaklamış sınırsız benliklerin düşü alabildiğine yaşar bu dinginlik, bu alacakaranlık içinde. Başka hiçbir şeyi yaşatmamacasına gecenin karanlığı çöker tepemize romanda. Gecenin karanlığında [b]ir anlamda, herkes düşman. Düşmanım. Düşmanımız. Ya da günü gelince düşman olabilir. Örneğin, kendi arkadaşlarımız, yandaşlarımız… diyenler vardır. Nasıl olsa, yolu biz tutacağız daha iki kuşak boyu diyecek kadar da kendinden emindir, bunları diyenler. Gecenin karanlığı tam anlamıyla böyle çöker, gündüz ve gece birbirine düşmandır artık. Ya da “Gündüzcüler” ve “Gecenin işçileri”.

Gecenin işçileri

“Gecenin İşçileri”, kitabın henüz ikinci bölümünde çıkar karşımıza. “Geceyi örenler”, geceyi hazırlayanlar onlardır ya da [o]nların işi, geceyi hazırlamak: Yer yer çukurlar açmak örneğin; gecenin kolaylıkla birikip doldurabileceği çukurlar…

Gecenin işçileri gündüz saatlerinden tedirgin olurlar. Günün gerisinde duran karanlık onların gözünde saltık bir mutluluktur. Gecenin işçilerinin yaptığı [t]ükenmez bir karanlık sütü, kurumaz bir memeden emmektir.

İkindinin ilk saatlerinde, yani aydınlık azalmaya başladığında -çoğu insanın dikkatini çekmemiş de olsalar- görünmeye başlarlar. Akşam saatlerinde gecenin işçilerini görmek çok kolaydır artık herkes için. Oysa gecenin işçilerini tanımak hiç de kolay değildir. Zaten [i]stenen tanınmamaları; görevlerinin ürkütücülüğünden başka bir şey düşündürmemeleridir. Gecenin işçilerinin kimin –ya da kimlerin- buyruğu altında oldukları üzerine çeşitli söylentiler vardır, ama kimse bilmez gerçeğin ne olduğunu. Çünkü, perdenin ardında ipleri ellerinde tutanların dünyasını bilenler, yalnız ipleri ellerinde tutanlardır.

Aydınlık azalmaya başladığında ortaya çıkmaları da nedensiz değildir esasında. Gecenin işçileri, daha ikindi üzeri ortalıkta görünmekle yaratacaklarını bildikleri ürküntüyü sürdürmek, uzatmak, yeni ürküntüler yaratabilmek için çalışırlar. Bunun için incenin incesi buluşları vardır: Susmak, kıpırdamamak, görünmemek, yokmuş gibi davranmak…

Gecenin işçileri sokak aralarında gezerler, kimin hangi eve nasıl girdiğini gözler, kendileri gibi olmayanların girdiği kapılara, pek de belli olmayacak biçimde bir im çizerler. Bunu belli bir mantığa dayandırır gibi görünmelerine rağmen, kapılar biraz da rasgele imlenir gibidir. Gecenin karanlığında olur böyle şeyler, sonuçta “ya bizdensindir, ya da onlardan”.

Peki kimdir bu “gecenin işçileri”? Yazar/anlatıcı da bu minvalde bir soru sorar: Gecenin işçileri, hep altta kaldığı duygusuyla bunalmış insanlardan mı derlendi? Çocukluğundaki umacılardan kurtulamayan, sevdiklerini gönüllerince saramayan, etlerini istedikleri etle birleştiremeyen insanlar mıdır hep, bu işçiler? Bu sorunun yanıtını bilmek, bilinse de bu yanıtı dile getirebilmek pek kolay değildir. Belki ilk başlarda öyledir, belki de değil. Ama bir noktadan sonra, gecenin karanlığında artık herkes, her ses ve her şey birbirine karışmış, karşıtlar birbirine dönüşmüş, söylentiler birbirini ve “söylem”i yiyip bitirmiş durumdadır.

Herkesin uyuduğu, ya da ışığını söndürüp karanlıkta kaygıyla beklediği saatlerde bunlar “Gece Gelecek” diye yazarlar şehrin her yanına. Küçük gecelerin küçük sabahlarında yola düşen herkes, büyük gecenin (küçük de olsa “sabah” denecek bir sabahı hiç gelmeyecek bir gecenin) habercisi olan bu yazıları okur. Böylece, bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olan dil üzerinde de baskı kurar, dili sahiplenir, söylentiden söyleme kadar dile hâkim olmaya girişirler. Artık bu dil rejiminde Güneş Hareketi, Yargılamalar Bakanlığı, Bilgiler Sarayı, Başkent Araştırma Merkezi adında kurumların olmasını kimse yadırgamaz. Aydınlık, karanlık, gece, gündüz, işçi, insan kelimeleri kendi anlamlarına gelmez artık bu dilde. Tıpkı bugün demokrasi, barış, savaş, olağanüstü hâl, seçim, millet, irade, sokak ve gazetecinin asıl anlamlarına gelmediği gibi. Bu dil, artık “gecenin dili”dir çünkü.

Gecenin dili

Peki, Bilge Karasu’nun “Gece”nin karanlığını anlatmak için seçtiği ya da zorunda kaldığı dil, nasıl bir dildir? Kitaptaki ilk dipnotta belirtildiği gibi bir karasu gibi akışa sahip bir dil. Ancak bu akışın, dipnotun devamında söylendiği gibi [ç]içek dermek üzere eğilip kalkan bir gövdenin yumuşaklığına, dalgalanışına ulaşmasını beklemek safdillik olur. Bu dil; anlatıcılar arasında parçalanan, kendi kendini kemiren, kendinden en emin göründüğü satırda bile soru işaretlerini peşine takan, bir söylediğini diğer bir söylediğiyle yanlışlayan; karanlık, ama karanlık olduğu ölçüde güçlü ve büyülü bir dildir. Okuyanın şaşırması gerek; okuyanın şaşması, ürkmesi gerektir bu dilden.

Aynı soruyu, Nurdan Gürbilek de Yer Değiştiren Gölge’de sorar ve Bilge Karasu’daki dil sorusunu şöyle yanıtlar: “İşlenmiş, üzerinde çok çalışılmış, oynanmış bir dil. Ritim düşünülerek, ses düşünülerek, görsellik düşünülerek kurulmuş, kurgulanmış, kusursuz olması istenmiş bir dil.”[2] Böylesi bilinçle yaratılan “hesaplı bir kaos” yazıda nasıl mümkün olur? Bu, şüphesiz bir yazar olarak Bilge Karasu’nun dilinin yetkinliğini koyar ortaya. Her bir kelimeye, söz öbeğine, cümleye, paragrafa, bölüme ayrı önem vererek, kılı kırk yararak, dili en uç ama en saf noktasına taşır Karasu’nun dili. Kendisinin bir arkadaşıyla olan söyleşisinde de ifade ettiği gibi, “[h]erhangi bir metnin ortaya çıkması, ilkin o dilin, o metni söyleyebilir hale gelmiş olması demektir”[3] belli ki. Böylece “Gece”, dilin onu söyleyebilmesi ile var olur ancak. Henüz giriş bölümünde dile atfedilen önem de buradan yola çıkılarak anlaşılabilir belki.

Jale Özata Dirlikyapan’ın yüksek lisans tezindeki “Baskı Kurmanın Evrensel Yolları ve Okura Yaşatılan Gece” adlı üçüncü bölümde ve bu bölümün gözden geçirilmiş bir biçimde yeniden yayınlandığı Notos’taki makalesinde de altını çizdiği gibi, bu dil “okurun işini zorlaştırdığı gibi, onu sürekli metnin ‘içinde’ tutarak okumasını bir deneyim, başka bir deyişle ‘başından geçen bir olay’ haline getirir.” [4] Çünkü, “Gece metni, bir yandan içeriğiyle baskı ve korkuyu anlatırken, bir yandan da anlatım teknikleriyle baskı kurma biçimlerinin en etkili örneklerini verir” ve “[s]ayıları gitgide artan anlatıcılar, süreksizlik ve belirsizlik sağlayan açıklamalarıyla metni karanlığa boğar” tespitlerinde de bulunur Dirlikyapan.

Üçüncü dipnotta şöyle der anlatıcı (artık her kimse?): Kişileri de hem var kılmalıyım, hem de belirsizlik içinde bırakmalıyım. Öyle düşünüyorum ya, gerçekte ne demek bu?

Öznenin ara ara belirsizleşmesi…

Özne (ya da biz anlatıcı diyelim) metnin ilk bölümünden itibaren ara ara belirsizleşir gerçekten de, üçüncü bölüm sonrasında ise bütün özneler birbirinin içine geçer, dil parçalanır, bir aynanın aksine bakmak gibidir artık metnin ulaştığı dil. Peki bu belirsizlikte, [h]angi ayna kendimizi gösterecektir bize? Öyle ki “biz”, artık [s]ürekli bir yürüyüş içinde gibiyiz, bir lunaparkın eciş bücüş görüntü veren aynaları arasında. Artık metin de, dil de, anlatıcısı gibi aynalar içinde geziyor gibidir.

Her şeyin içyüzünü biliyormuş da söylemiyormuş gibi gösterilen, yazılan kişi ile, bilen, söylemeyen ama söylemediğini belli etmekten de geri durmayan yazar arasındaki ince ayrımı da denetim altında tutamaz artık anlatıcı. Bu dilin söylentinin gücüne dayanmaya öykünen bir dil olduğunu da söyleyebilir miyiz? Anlatıdan “söylenti”ye doğru akan bir metindir “Gece”, diyebilir miyiz örneğin? Muhtemelen, diyebiliriz. Çünkü [z]amanı yok etmeğe çalışırken söyleyişimizin yapısını bozmak gerektiğini düşünen bir dildir bu. Her parçası bir başka ağızdan, bir başka kalemden çıkmış gibi oldukça ben dünyanın tümü olacağım, her şey olacağım diye düşünen bir anlatıcının dilidir. Kimi zaman, bir karabasanmış gibi anlattım bunları; kimi zaman da ayıklık ayrıntıcılığıyla çalıştım diyen bir anlatıcının. Zira yazar, tanımı gereği, sözcükleri hem ortaklaşa kalıplarına dayandırmak, hem kendi dilini yazmak durumundadır.

Unutmayalım, bu karanlıkta bir tek dil kalır elimizde. Gece gelip dilin üzerini de örttü mü, artık baykuşlardan başka bir şey uçuşmayacak gecenin içinde, ya da, yarasalardan başka… Öte yanda, belki de asıl cevaplanması gereken soruyu, bir başka büyük yazarımızdan alıntılayarak soralım: Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa? Ya da Bilge Karasu ve “Gece”ye dönersek, dilin bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olması nasıl mümkündür? Elbette dille, dili (söylemi) sahiplenmek, dile özen göstermek ve yazıyı dil üzerine bina etmekle! Çünkü biliyoruz ki, bu karanlıkta ve sonrasında [h]ızla çözülen diller, uzun süre söylemeden durdukları şeyleri, sıra sayı gözetmeden, ölçü biçi bilmeden söylemeğe başlarlar. Gecenin aydınlığı da işte burada başlar!

Gecenin aydınlığı

Gecenin karanlığını mümkün kılan, belki de metinde “Yaşam bilisizliği” diye tanımlanan olgudur. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” dedirten, kişinin kendine yakın bulmadıklarının acısı karşısında –gizli de kalsa- bir “oh olsun! Dikkat edeydi ya!” duygusu bile uyandırabilen bir bilisizlik. Bir kafa yokluğudur bu.

Tepelerden birindeki “düzeltmen” [g]ecenin yere doğru aktığını görmüştür. Yine de [g]ecenin gündüzü kemirmesini önlemenin olanaksızlığına inanmak istememiştir. Peki ne yapmıştır, diye sorulabilir; çok düşünüp çözümü bulamadığı bir sorun karşısında eli kolu bağlı kalmıştır nihayetinde. Bir tek karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen dil bilir bunu, bir tek o söyler. Öte yandan kendilerini daha az ürküten ne varsa, ona inanmak ister insanlar. O yüzden yaratman/düzeltmen/yazar yalnızdır, bu yalnızlığa inanmak istediği için inanılır belki de?

Böyleleri az değil, böyle çağlar az değildir halbuki. Burada gecenin karanlığından aydınlığa çıkmak için aklımızda tutmamız gereken de yine yazar/yaratıcı/düzeltmen tarafından kulağımıza fısıldanır: İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçünmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yeniden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç. Çünkü “Gece”de gördüğümüz gibi; gecenin işçileri, ses çıkarmayanlardan [bile] yararlanmasını bilirler, başarırlar.

Gece’nin karanlığından kurtulan ya da kurtulacak tek şey dil midir gerçekten de? Yani dil midir bizi aydınlatacak olan? Bu tersine çevrilen anlamlar ve içi boşaltılan kavramlar sürecinde dil aydınlatabilir mi bizleri? Peki, tersinden soralım bu kez: Dilden başka elimizde ne kalır iktidar/otorite karşısında? Gezi de bize bunu göstermez mi? İktidarın tersine çevirdiği kelimeler ve kavramlara bir kez daha takla attırarak, kelimenin kendi kurduğu anlamını sahiplenerek otoriteyi farklı bir açıdan alaşağı etmez mi “Gezi ruhu”?

Unutmayın en karışık, en karanlık, en umutsuz çağlarda bile biri, birileri hep çıkmış, eksik, güdük, ekli, çarpık, yanlış deyişlerle de olsa, iletilmeğe değer gördüğü sözleri, işleri iletmeğe çalışmıştır. İşte Bilge Karasu’nun ve “Gece”nin değeri de buradan yola çıkılarak anlaşılabilir. Zor zamanlarda edebiyata “sığınmak”, yazıyla, çiziyle, dille uğraşmak; boş bir çaba, bir “kaçış” değildir yani. Olamaz!

Yine de, bitirirken “Gece” romanının son satırları, Bilge Karasu’nun sesiyle, zihnimizde yankılanmaya devam eder: Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?

SONER SEZER
15 Ağustos 2016 http://t24.com.tr/

Not: Metinde, dipnot ile referans verilmemiş ve italik olarak yazılmış tüm alıntılar şuradan: Gece, Bilge Karasu, Metis Yayınları, 10. Basım, Ocak 2016.
[1] Jale Özata, Bilge Karasu’nun Gece’sine Metin ve Okur Odaklı Bir Yaklaşım, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Bilkent Üniversitesi – Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, Haziran 2003. Tezin dijital versiyonuna şuradan erişilebilir:
[2] Aynı ifade, Metis Yayınları’ndan çıkan, Bilge Karasu Aramızda adlı kitapta, yine Gürbilek’e ait “Yazı ve Arınma” adlı makalede de geçer. Bkz. Bilge Karasu Aramızda, Metis Yayınları, 1. Baskı: Kasım 1997, s 182-204.
[3] “Nasıl yazıyorsam öyleyimdir…” – Bitmemiş Bir Konuşmadan içinde, Aktaran: Mustafa Arslantunalı, Notos, Sayı: 52, Haziran-Temmuz 2015, Sayfa 25-37.
[4] Jale Özata Dirlikyapan, Baskı Kurmanın Evrensel Yolları ve Okura Yaşatılan Gece, Notos, Sayı: 52, Haziran-Temmuz 2015, Sayfa 40-45.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir