Sunuş
“Bütün kitaplar eşittir; ama bazı kitaplar öbürlerinden daha eşittir.” George Orwell
George Orwell adı, aklıma hep iki öykü düşürür; biri Adolf Hitler’le, öbürü Josef Stalin’le ilgili iki öykü. İlkinde, Orwell, II. Dünya Savaşı’nın başlarında, BBC’de radyo izlenceleri hazırlamaktadır. Cumhuriyetçilerin safında savaşıp yaralandığı İspanya İç Savaşı’nı; İngiltere’ye döndükten sonra kaleme aldığı, bence en iyi yapıtlarından biri sayılması gereken Katalonya’ya Selam’ı; sanatoryumda verem tedavisi gördüğü günleri ardında bırakmıştır. Sağlığının bozukluğu yüzünden askere alınmamış, kapağı BBC’ye atmıştır. Alman uçaklarının, Londra üzerine yağmur gibi bomba indirdiği günlerdir. Eric Arthur Blair ya da kalem adıyla George Orwell, işte tam o günlerde, tüm Avrupa ve Amerika’nın kulak kesildiği BBC radyosunda, Hitler’i konu eden bir izlence sunar. Ne var ki, izlence boyunca, Hitler’in düşüncelerini örneklemek amacıyla Kavgamdan alıntılara yer verildiğinden, kitabın yazarına telif ücreti ödemek gerekiyordur! Oysa İngiltere ile Almanya savaşmakta oldukları için, iki ülke arasındaki diplomatik ve tecimsel ilişkiler kesiktir. Parayı ödemeye kararlı olan BBC yöneticileri, günlerce bir çözüm ararlar ve sonunda bulurlar: Hitler’in telif ücreti, Norveç hükümeti aracılığıyla ödenir! Bu öykü, bana hep, çok “İngilizce” gelmiştir…
Orwell’in, Hayvan Çiftliği’nin metninde son anda yaptığı “küçük” bir değişiklik ise, BBC’nin yukarıda aktarmaya çalıştığım “İngilizce” yaklaşımını bütünler niteliktedir: 1945 Martı’nda Observer ve Manchester Evening News gazetelerinin savaş muhabiri olarak Paris’te bulunan Orwell, orada Josef Çapski adında bir Rus’la tanışır. Çapski, Sovyetler Birliği’nde gönderildiği bir çalışma kampından ve Katin Kıyımı’ndan kurtulmuş, Paris’e gelmiştir. Orwell’in Arthur Koestler’e yazdığı bir mektupta anlattıklarına bakılırsa, Çapski, ülkesinde onca acı yaşamış ve Sovyet yönetimine karşı olmasına karşın, Rusya’yı Alman boyunduruğundan “Stalin’in kişiliğinin ve büyüklüğünün” kurtardığını söyler: “Almanlar Moskova’yı ele geçirmek üzereyken, Stalin kentte kaldı. Moskova’yı onun gözüpekliği kurtardı…”
Orwell, 20. yüzyılın ilk yarısında sıkça rastlanan bir İngiliz aydın tipinin özelliklerini taşıyordu. Hindistan’da görevli bir baba ile babası bugün Myanmar adını almış olan Birmanya’da kereste ticareti yapan Fransız kökenli bir annenin oğluydu. Bengal’in Montihari kentinde doğmuş; aşağı-orta sınıftan gelmesine karşın, soylu bir ortamda büyütülmüş; sekiz yaşında ailesiyle birlikte İngiltere’ye dönünce, önce yatılı bir hazırlık okulunda, sonra da ülkenin en büyük özel okulu ve en seçkin öğretim kurumlarından biri olan Eton College’da okumuştu. Eton College’da, hiçbir bireyin bilimsel denetim ve koşullanmadan kaçamadığı, gelecekteki bir dünyayı anlatan Cesur Yeni Dünya’nın yazarı Aldous Huxley’den ders görmüştü.
Orwell, okul günlerinin ardından, aile geleneğini sürdürerek, Burma’ya gitmiş, Hindistan İmparatorluk Polisinde bölge müfettiş yardımcısı olmuştur. Yazarlık sancıları çektiği o günlerde, İngilizlerin Burmalıları zor yoluyla yönettiklerinin ayırdına vararak sömürge polisliği yapmaktan utanmaya başlamış; tepkilerini, sonradan, Burma Günleri (1934) adlı romanında ve özyaşamöyküsel nitelikler taşıyan birkaç denemesinde dile getirmiştir. Ama daha önce, İmparatorluk Polisi’nden ayrılarak Burma’ya bir daha geri dönmemek üzere terk etmiş; Burmaklarla arasındaki ırk ve kast ayrımından duyduğu suçluluğu, Avrupa’nın toplum dışına itilmiş, yoksul insanları arasına karışarak gidermeye yönelmiş; Londra’da, Doğu Yakası’nda işçiler ve dilenciler arasında yaşadıktan sonra, bir süre Paris otel ve lokantalarında bulaşıkçılık yapmış; gerçek olayları romansı bir anlatımla bir araya getirdiği Paris ve Londra’da Beş Parasız gövdesini bütün bu yaşadıklarından oluşturmuş; kitabın 1933 yılında yayımlanmasıyla, edebiyat dünyasına ilk adımını atmıştır.
Orwell’in, emperyalizme karşı tutumundaki bu kökten değişikliğin, yalnızca kentsoylu yaşam biçiminden uzaklaşmasına değil, siyasal yaklaşımını değiştirmesine yol açtığı söylenir. Burma dönüşünde kendini anarşist sayar olmuş, 1930’lu yıllara gelindiğinde de kendini sosyalist olarak görmeye başlamıştır. Bu dönemde yazdığı ilk kitabı Wigan İskelesi Yolu’nun (1937) başlarında, İngiltere’nin kuzeyindeki yoksul madencilerin yaşayışına ilişkin gözlemlerini anlatır; ama yapıtın sonlarına doğru, o günlerin sosyalist hareketlerine keskin eleştiriler yöneltmekten geri kalmaz.
Wigan İskelesi Yolu baskıya girdiğinde, İç savaş muhabiri olarak İspanya’da bulunan Orwell, çok geçmeden cumhuriyetçi milislere katılır; Teruel cephesinde ağır yaralanır, teğmen rütbesine yükseltilir. İşte tam o sıralar, İspanya’daki Halk Cephesi saflarında, yalnızca Orwell gibileri değil, faşizme karşı savaşımın yazgısını da derinden etkileyecek olaylar yaşanacaktır. Orwell gibi, Franco’nun faşist güçlerine karşı savaşmaya gelmiş insanların, 1937 Mayısı’nda, Cephe içindeki siyasal karşıtlarını bastırmaya kalkışan komünistlerle çarpışmak zorunda kalmaları, Avrupa solunun tartışma gündeminden uzun yıllar düşmeyecektir. İspanya İç Savaşı’nda, Stalinci olmayan solun, Sovyetler Birliği yanlısı “yoldaşlarının ihanetine uğraması, Orwell’in Stalinciliğe duyduğu nefretin odağını oluşturacaktır. Onun, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmden soğumasının tohumları, bu olaylar sırasında atılmış olsa gerektir. Tepkilerini, ertesi yıl kaleme alacağı Katalonya’ya Selam’da dışavuracaktır.
Orwell, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, BBC’deki görevinden ayrıldıktan sonra, İşçi Partisi’nin sol kanadına önderlik eden Aneurin Bevan’ın yayımladığı Tribune adlı sosyalist gazetenin edebiyat sayfası yöneticiliğini üstlenmiş; bu dönemde, İşçi Partisi’nin savunduğundan çok farklı sayılabilecek özgürlükçü ve merkeziyetçilik karşıtı bir sosyalizm savunusu ile yurtseverlik duygularını bütünleştiren Aslan ve Unicorn gibi kitaplar yazmıştır.
1945 yılında, İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği, Batı dünyası ile Sovyetler Birliği arasındaki temeli zaten çürük bağlaşmanın çatırdamaya yüz tuttuğu, Soğuk Savaş’ın kendini gösterdiği günlerde yayımlanmış olan Hayvan Çiftliği’ni, yıllar sonra yeniden okudum. Orwell’in, Londra’da verem tedavisi gördüğü bir hastanede ölmesinden bir yıl önce, 1949’da yayımlanmış olan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü de…
Özellikle Hayvan Çiftliği’nin, Soğuk Savaş’ın ilkel ve kaba propaganda yöntemlerine kurban edildiğini söylemek yanlış olmasa gerek. Hayvan Çiftliği, o yıllarda, dahası Avrupa’dan çok ABD’de, gençleri “komünizm tehlikesi”ne karşı uyarmak amacıyla liselerin okuma izlencelerine alınmış. Hayvan Çiftliği ile birlikte Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, “nedamet getirmiş bir komünistin, bütün dünyayı devrimin kaçınılmaz sonuçlarına karşı uyarmak için kaleme aldığı yapıtlar” olarak, birer Soğuk Savaş silahına dönüştürülmüş. Solun bazı kesimleri, Orwell’i “karşıdevrimci” ilan etmiş; sağın kimi kesimleri de, Hayvan Çiftliği ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, komünizme yöneltilmiş en güçlü yazınsal eleştiriler arasında saymışlar.
Oysa, bugün okuduğumda, bir çiftlikte yaşayan hayvanların kendilerini ezen ve sömüren insanların yönetimini devirip eşitlikçi bir toplum oluşturdukları; ama zamanla, kurnaz ve iktidar düşkünü domuzların, devrimi yolundan saptırarak, insanların yönetiminden nerdeyse daha baskıcı ve acımasız bir diktatörlük kurdukları Hayvan Çiftliği’nin iki uçlu bir yergi mızrağı taşıdığını düşünüyorum. George Orwell’in, 1930’lar ve 1940’ların Sovyetler Birliği’ne yönelttiği taşlamanın özünde, yaklaşık yarım yüzyıl sonra çöküntüye uğrayacak olan sosyalist uygulamanın bağrında yatan düşkünlüklerin bulunduğu kanısındayım. Ama Orwell’in, hayvanlar tarafından yönetilen çiftliği yıkmaya çalışan “dış dünya”ya, daha somut bir deyişle öteki çiftliklerin sahibi olan insanlara yönelttiği eleştirileri de göz ardı etmemek gerekir. Açıkçası, Orwell’in, Batı’nın siyasal düzenlerini savunduğunu söylemek çok zordur. Kimi yorumcular, Hayvan Çiftliği’nin yönetimini ele geçiren domuzlarla işbirliği yapan, tecimsel ilişkiler kuran iki “insan”dan, Foxwood Çiftliği’nin sahibi Bay Pilkington’ın kapitalist İngiltere’yi, Pinchfield Çiftliği’nin sahibi Bay Frederick’in de Nazi Almanyası’nı temsil ettiğini bile söylemişlerdir. Bu yorum biraz zorlama gibi görünse de, Orwell’in, tüm yapıtını, çiftliklerdeki ‘insan düzeni’nin, yani kapitalizmin değiştirilmesi gerçeğinden yola çıkarak kurguladığı açıktır. Kitabın sonunda sunulan, insanlar ile domuzların aynı masanın çevresinde zaferlerini kutladıkları sahne, dünya yazınının en çarpıcı sahnelerinden biridir:
Artık Hayvan Çiftliği’nde yılgı ve korku kol gezmektedir. Kitabın başlarında “Bütün hayvanlar eşittir” diyen Koca Reis’in bu sözü garip bir değişikliğe uğramıştır: “Bütün hayvanlar eşittir; ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir.” Bir baskı biçiminin yerini, başka bir baskı biçimi almıştır. Hayvanların eski efendileri insanlar ile yeni efendileri domuzlar, Çiftlik Evi’nde, bir şölen sofrasının başında toplanmışlardır. Çiftliğin ezilen hayvanları, korka korka Çiftlik Evi’ne yaklaşır, yüzlerini cama dayayarak içeride olup biteni izlemeye koyulurlar: Tombul yanakları attığı kahkahalardan mosmor kesilen Bay Pilkington, kadehini zafere kaldırır ve “espri’yi patlatır: “Siz aşağı kesimlerden hayvanlarınızla uğraşmak zorundasınız; biz de bizim aşağı sınıflarımızla uğraşmak zorundayız!” Dışarıdaki hayvanlar, tam o sırada, içeridekilerin yüzlerinde bir tuhaflık sezerler. İnsanlar ile domuzları birbirlerinden ayırt edememektedirler. İnsanlar domuzlara, domuzlar insanlara dönüşmüştür…
Hayvan Çiftliği’nin daha önce yapılmış çevirilerini araştırdığımda, iki farklı çeviriye ulaştım. Biri, Hayvanlar Çiftliği adıyla İnkılâp’tan yayımlanmış. Atlamalar, yanlışlar ve Türkçe bozukluklarıyla dolu olan bu çeviri, eleştirilmeyi bile hak etmiyor. Yıllar önce, 1954’te Maarif Vekâleti’nin Dünya Edebiyatından Tercümeler dizisinden yayımlanmış olan Hayvan Çiftliği’nin çevirisi ise Halide Edib Adıvar imzası taşıyor. Ateşten Gömlek’in, Vurun Kahpeye’nin, Sinekli Bakkal’ın yazarının akıcı kalemiyle çevrilmiş.
Halide Edib de, çeviriye yazdığı önsözde, kitabın son sahnesinin üzerinde duruyor ve Orwell’in yansız yaklaşımını vurguluyor:
“Orwell, bilerek bilmeyerek, herhangi bir idarenin, nizam ve kanundan ayrılınca nasıl bir afete yakalanacağını resmetmiştir. Bilhassa, çiftlik memurlarının hayvanların yem saatini unuttukları gün ihtilalin patlaması, üzerinde düşünülecek bir noktadır. İkinci bariz nokta ise, Orwell’in, bir taraftan komünist rejimin kudretli bir karikatürünü çizerken, diğer taraftan bunu, komünist olmayan rejimlerin bir propagandası haline sokmamış olmasıdır. Son sahne en kudretli parçasıdır. (…) İki tarafın başındakilerin de müşterek iptilalara, za’flara [zaaf] ve reziletlere müptela oldukları aşikârdır. O kadar ki, bunları, çiftlik avlusundan gözetleyen sürü, hangisinin hangi rejimi temsil ettiğini dahi fark edemiyor. (…) İki taraf da kudretini, kendi kafa ve kuvvetinden ziyade, korumak veya kapmak istedikleri yavrulara borçludur. Fakat yavrular, kendi kuvvetlerinden haberdar değildirler…”
Kendi yazgısını elinde tutamayan, kendini yönetenleri sorgulamayı aklından bile geçirmeyen araba beygiri Boxer, “kendi kuvvetlerinden haberdar olmayan yavrular”ın en çarpıcı örneğidir. “Daha erken kalkacağım, daha çok çalışacağım… Napoléon her zaman haklıdır!” demekten asla vazgeçmez. Ama sonunda, hastalanıp ıskartaya çıkarıldığında, at kasabını boylamaktan kurtulamaz. Kendisini ölüme taşıyan arabanın içinde, kapıya attığı umarsız çifteler, tüm hayvanların yitip giden umutlarını da yankılandırır. Özgürlüklerini savunamayanların ödedikleri bedel ağırdır. Özgürlük, değerli olduğu ölçüde kırılgandır da…
Hayvan Çiftliği’nin, bazı basımları ve çevirilerinde yer verilmemiş olan altbaşlığı Bir Peri Masalıdır. Belki de, kimi yayıncılar, yapıtın bir çocuk kitabı olarak algılanmasından çekindikleri için, Bir Peri Masalı demekten kaçınmışlardır. Oysa bu altbaşlık, bir masal duruluğunda yazılmış olan kitabın, yergi geleneğindeki yerini vurgulamaktadır biraz da. Hayvan Çiftliği, sırtını, Jonathan Swift’ten Aldous Huxley’ye uzanan İngiliz yergi yazınının sağlam geleneğine yaslamıştır.
Evet, Hayvan Çiftliği, korkunç sonla biten bir “peri masalı”dır.
Celâl Üster
Aralık 2000
Kitabın Künyesi
Hayvan Çiftliği
Bir Peri Masalı
George Orwell
İngilizce aslından çeviren: Celâl Üster
Can Yayınları