“Her Dem Yeni” / Can Yücel – Ender Özbay
“Birdenbire uyuyacağım
Bunca uykulu uykusuzluktan sonra …
Uyuyacağım, herkesi uyutmak için değil
Uyandırmak için
Ben hep öyle yaşadım
Herkesi uyandırmak için…”
Bunca inatçı, ille de karşıcı oluşu bu sebeptendi herhal… “Dünyanın ‘aklı başında’ en muzip çocuğu” oluşu yetmiş üç yaşına rağmen… Tabi, kelimeleri, sokaktan aldığı kelimeleri -kendi üslubunca yontarak- avucundaki çakıl taşlarıymış gibi alıp, ‘kurulu düzenin’ camekanlarına fırlatması, onları tuzla buz etmesi niçin ya! Ya “şiir feneri”ni durmadan “o karanlığa” tutması!
“Seni gidi ihtiyar seni; ilahi Can Baba!” değil. Değil tabi. Can Yücel’in “şiir feneri”nin aydınlattığı karanlıkta, gerçek sureti ayyuka çıkanlar, ona saldırdıkları zaman alacakları cevaplardan çekinerek, yahut etrafa “şer”lerini belletmeden, ve daha fazla ayyuka çıkmadan ‘mevzu’ları kapatma gayesinde olarak, “şakacı ihtiyar” deyû -ustaca- “bağırlarına bastılar” onu zaman zaman. Kimisi de, onun fırlattığı kelimelerle, şiirlerle camekanı tuzla buz olunca, “rezillik” dedi sıfatına olup bitenin… O’nun cevabı ise belliydi işte: Rezillikse bu, zaten “ne kadar rezil olursak o kadar iyi“. Kokuşmuş bir dünyanın, olanca kirin içinde, herkes kanıksamışken ‘pis kokuları’, gelen, karanfil kokusu da olsa, nergis kokusu da olsa, dumanla dolmuş ciğerlerin temiz havayı garipsemesi gibi, ‘kötü’ algılanır; böyle bir zamanda, değil mi ki “ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi“. Ve hani “şiir bir tanıktır” ya; gözün gördüğünü, kulağın işittiğini saklamak, susmak şairliğe yakışmaz ya; bas bas bağırmalı, çünkü “ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi!..“
O kadar iyi, olabildiğince yalansız, olabildiğince inatçı, olabildiğince karşıcı yaşadı hep. Hep meydan okudu nice “muhteremlere”, kokuşmuşluğa; ve yetmiş üç yıl boyunca zamana… Bir koca çınar gibi…
***
Can Yücel, 1926’da, Hasan Ali Yücel’in oğlu olarak doğar. Bir eğitimci ve yazar olan Hasan Ali Yücel, eğitim ve kültür konularındaki çalışmalarını 1935-46 yılları arasında, politikaya atılmak suretiyle daha etkin bir şekilde sürdürecektir. Nitekim, Bayar hükümetinde, Milli Eğitim Bakanlığı görevinde bulunacaktır.
İşte, görevleri, sorumlulukları nedeniyle sürekli uzaklarda olan babaya duyulan bir özlem, bir sevgi zaman içinde bir öykünme olup bize Can Baba’yı mı getirdi (?), bilinmez bunun payı ne kadar; ama, bir eğitimci, yazar ve siyasetçi olan Hasan Ali Yücel’in ülkeye, topluma faydası dokunduğunca oğluna da dokunduğu şüphe götürmez elbet.
Tabi, Can Yücel’in yetmiş üç yıllık ömründe, bir ayrıntı gibi durur bu. Ne var ki bir şair için, her şey de ayrıntıdır zaten. Ama ayrıntılar da bütünün özüdür; biricik oluşturanıdır. Bu ayrıntı da Can Yücel’de, günü gelince, devleşiverir işte, “hayatta ben en çok babamı sevdim” diye başlayan şiiriyle…
Ancak bir tek bu değil. Bir şairin dağarcığında taşıyacağı, günü gelip de devleşecek, devleşebilecek o ayrıntılardan öyle çok vardır ki Can Yücel’in hayatında…
Ankara ve Cambridge üniversitelerinde öğrenim gördükten sonra, uzun süre İngiltere’de ve Fransa’da yaşadı. 1953’te Kore Savaşı’na katılan Türk tugayındaydı; ve savaşı yakından gördü. Daha sonra bir süre BBC Türkçe Yayınlar Bölümü’nde spikerlik yaptı. 1963’te Türkiye’ye döndükten sonra Marmaris’te turist rehberliği yaptı.
12 Mart dönemi gelip çatınca, amansızca süren insan avının kurbanları arasında o da vardı. Aralarında Che’nin bir kitabının bulunduğu iki kitap çevirdi Türkçe’ye ve bu, 15 yıl hapis cezasına mahkum edilmesine neden oldu. Nihayet 1974’te çıkarılan afla serbest bırakıldı.
Türkiye’nin bundan sonraki toplumsal / siyasal çalkantılarından da kuşkusuz nasibini aldı. Sözgelimi 12 Eylül sürecinde, hemen her yazar, gazeteci, yahut şairde olduğu gibi, soruşturmalara uğradı. (Bütün bunlar, az önce değindiğim gibi, Can Yücel bütününün biricik oluşturanları, ayrıntıları olarak görülebilir.) Can Yücel, daha sonraki süreçlerde de toplumsal-siyasal gelişmelerden uzak olmadı ve muhalif-devrimci bir çizgide kaldı.
“Aradığımız İşte Bu Şiir”
“(…) Asitle, insan elinin emeğiyle aşınmış, yasal ve yasanın dışında her çeşit işin beslediği ter ve duman, sidik ve zambak kokularıyla kaplanan şiir. Bir giysi ya da bir vücut kadar kirli bir şiir; yemek ve utançla lekelenmiş bir şiir; kırışıklıklar, özlemler, düşler, uyanışlar, kehanetler aşk ve nefret ilanları, hayvanlar, vuruşlar, kasideler, manifestolar, inkarlar, kuşkular, onaylar, vergilerle dolu bir şiir. Sevdalanışın kutsal yasası; ve dokunma, koklama, tatma, görme ve duymanın buyrukları, adalet tutkusu ve cinsel arzu, okyanusun sesi, hiçbir şey kasıtlı olarak dışarıda bırakılmadan, hiçbir kayda zorlanmayan bir sevgi uğrunda ölçülmemiş derinliklere dalış. Ve şiirsel ürün, parmak izleriyle, diş ve buz izleriyle damgalanacaktır – terin ve savaşın azar azar soğurduğu bir şiir…” (Pablo Neruda, “Saf Şiir Yoktur”)
Çok da söze gerek kalmadan; bir bu sözlere, bir de Can Yücel’in şiirine baksak, dersiniz ki: Evet, aradığımız işte bu şiir!.. “Has” şiirdir bu. Bilginin, deneyimin, birikimin, sabrın, derin kavrayışın, inceliğin şiiridir. Ve kolay değildir; durulmuş bir bellek ister, cayır cayır bir yüreğin yanı sıra.
Can Yücel, şiirin yarlı geçitlerini, dolambaçlarını; darını, düzünü, yokuşunu, inişini; neresinden nasıl geçileceğini iyi bilir. Hem bir rençper dirayetiyle, hem de entelektüel birikimle. “Aşkım benim, şiirim” dediği şiiri, gerçekten ince elenip sık dokunmuş, nereye gittiğini bilen, durulmuş ve incelikli bir şiirdir.
Onun şiirinde sözcükler ve anlam, kaçamak; örtülü, muammalı olmadığı gibi; asla incelikten uzak bir yüzeysellikte de olmamıştır. Ve her kelime, küfürler ve argo laflar da (Neruda’nın sözlerini doğrular ve desteklercesine), olanca sevisi, ama ayıbıyla da şiirine girmiş, yerini almıştır. Anlamı boyutlandırmada, anlamı farklı kılmada, yaşama tavır koymada işlevini böylece yerine getirmiştir.
Anadolu’dan, onun tarihinden ve halkının geleneğinden; sokaktan, “sokaktaki adamın” ağzından besleyerek şiirinin temel unsurlarından biri kıldığı ironiyi; söyleyişlerindeki karamizahı, hicvi; Nasreddin Hocalara, Eşreflere, Tevfik Fikretlere, Seyranilere akrabalığının delaleti saymak yanlış olmasa gerektir. Ancak hiç kuşkusuz, miras belledikleri arasında olanca dünya edebiyatı da vardır ki, sadece çevirisine emek verdiği şiirler hallice bir külliyat oluşturur. Nitekim, oluşturduğu kendine has şiir dilinde, tüm bunların; ve geleneksel unsurlar ile çağdaş olanların bir bileşim, giderek bireşim halinde olduğu, okurun okuma repertuarı genişledikçe kavranır.
Bunlarla birlikte, Can Yücel şiirinin ana unsurları arasında, oldukça güçlü bir imgelem de sayılmalı mutlaka. Bu, iyice yetkinleşmiş, durulmuş aklın dili kullanma ustalığıdır.
Sözgelimi “Sardunyaya Ağıt” acı verenle gülünç olanın, oldukça yalın bir dille; ustalıkla serpiştirilerek abartıdan kaçırılmış imgelerle; yetkin bir hicivle -uyaklı ve ölçülü- harmanlanışıdır:
“İkindiyin saat beşte,
Baş gardiyan Rıza başta
Karalar bastı koğuşa
İkindiyin saat beşte.
Seyre durduk tantanayı
Tutuklayıp sardunyayı
Attılar dip kapalıya
İkindiyin saat beşte.
Yataklık etmiş ki zaar
Suçu tevatür ve esrar,
Elbet bir kızıllığı var
İkindiyin saat beşte.
Dirlik düzenlik kurtulur,
Müdür koltuğa kurulur,
Çiçek demire vurulur
İkindiyin saat beşte.
Canların gözleri, yaşta,
Aklı idamlık yoldaşta,
Yeşil ölümle dalaşta
Sabahleyin saat beşte.”
Can Yücel şiiri, aynı zamanda, günün nabzını tutar usanmadan. Özümsenmiş gelenek, kavranmış tarih, engin bir bilinç ve sabırla ayakları sapasağlam basan bu şiir, günü elden bırakmaz ve karşıcılığını da sürdürür. Örneğin 1996’daki ölüm oruçları ve akabindeki ölümler, “Aygün Uğurlar İçin” adlı şiirinde yansısını bulmuştur: “Ne nimetleri var şu dünyanın/ Ekmek peynir zeytin yemiş/ Bir nimeti daha var dünyanın/ İnandıkları uğruna ölmek.” (Burada, bir yandan, inandıkları uğruna ölmeyi dünyanın bir “nimeti” olarak niteliyor olması, baki kalan bir hüznün yahut ironik göndermenin ötesinde, politik duruşundan kaynaklı bir yaşamsal tavırdır da!)
Yine, Eşber Yağmurdereli’nin “söylediklerin-den ötürü” yaşadığı tutukluluk – cezaevi süreci de aynı derin ve karşıcı duyarlılıkla yansımıştır şiirine:
EŞBER’E
Gökyüzünün aslan ağzı aseton kokuyor
Dünya kadar koğuşun dip ucundaki
Buluttan ranzada
Aç açına kurulmuş on beş yıllık
Bir Zekeriya sofrası
Buğday kuş üzümü fasulye safran
Tarçın, özetle aşure
Bir rüyayı bozuyorlar niyetsiz bir oruç niyetiyle
Nerden çıkmış bu köprü arkada mutlu bir çift
Önde bir çığlık İnsanlık Onuru İşkenceyi Yenecek
Alman ressam Munch bile böyle bağırmamıştı
Köşede santurasına dalmış Eşber
On beş yıl sonra göreceği aydınlığı anlatıyor
Etrafına toplanmış farelere
Sinop Cezaevi’nde dip kapalıda bile
Koşturacak bir açık hava vardır.
Günün nabzını asla bırakmayan Can Yücel, şiiriyle (“Eşber’e”de olduğu gibi) acılardan sevince; heder oluşlardan ümide; karmaşalardan duruluşa, karanlıklardan aydınlığa nasıl çıkılacağını -bir sorumluluk bilinciyle- anlatmıştır bir yandan da. Çünkü, kendi deyişiyle, “devrimcilik gibi şairlik de / inen darbeyi duyabilmektir. / …çığlıklardan türeyen devrimci şiir / giderek sömürüye ve zulme / karşı akımıdır sevincin.”
Böylesi bir duyarlılığın, sorumluluğun ve bilincin şiiridir aynı zamanda Can Yücel şiiri.
Anlamın Simyası – Çeviri
Anlamın. Çünkü bir iz sürmedir çeviri, toplumların tarihlerinde, geleneklerinde; bugünle-rinde; dillerinde; dinlerinde; coğrafyalarında… “Toplum” olgusunun temelindeki “kültür” bütünselliğinin tüm olarak; ve her parçasının (ve ayrıntısının) ayrı ayrı izinin sürülmesi… Özümsenmesi de üstelik. Çünkü çeviri, hep sanıldığının aksine(!), bir laf cambazlığı, dil hınzırlığı ile üstesinden gelinecek iş değildir. Ne de iyi derecede yabancı dil bilmekle…
Anlamın. Çünkü çeviri, gerçekte dilden dile değildir, kültürden kültüredir! Hiç değilse, iyi, has bir çevirinin öyle olması zorunluluğu vardır. Özellikle de konumuz şiirse durum çok daha hassas demektir. Derinliklerin karşılığını bulmak; olmazsa, yaratmak gerekir.
Bir Amerikan “türküsü” olan “My Darling Clementine”in çevirisine bakalım:
“Doksanında bir madenci
Oturdu üç kızıynan
Dağ başında bir mağarada
En büyüğü Kılementayn”
KORO:
“Ah bir tanem, sunam benim
Ah bir tanem Kılementayn
Koydun beni, göçtün gittin,
Perişanım Kılementayn.
İnce belli, nazlıcaydı
Takunyası mor tahtadan;
Tökezlendi düştü nehre,
Çöktü köprü ta ortadan.
Su üstünde konca ağzı…
Kurtulunmaz çırpınmaynan;
Yüzme bilsem kurtarırdım;
Baka kaldım arkasından.
Dünyalar yıkıldı sandım;
Derdim günüm Kılementayn,
Kederimden fikrim şaştım.
Kırıştırdım bacısıynan.”
Can Yücel’in bu türküyü çevirirken, Anadolu türkü biçim ve biçemlerinden yararlandığını kesin olarak söyleyebiliriz; ama yine de söyleyiş bir özgünlük taşıyor. Bu bir harmanlamayı başarıyla yapabilmiş olmasından kaynaklanıyor gibi. Çünkü her ne kadar, Anadolulu bir geleneksel ses olsa da duyulan; bir yandan da türkü, “western” havasını yitirmemiş. Her iki toplumun da kültür ve gelenekleri hakkındaki bilgi ve birikimleri dildeki ustalığıyla kesişince Can Yücel’in; mesela, iki kültürün de has bir ifadesi olarak hissedilmeyen “Ah bir tanem…” gibi bir söyleyişle harmanlamayı kotarmaya yöneldiğini, ve de bunu başardığını görürüz. Biçemi ve kurgusuyla daha en baştan “western”liğini ele veren şarkı, Türkçedeki endamlı, anlamlı, özgün varlığını Can Yücel’in itinasına borçludur.
Üç-beş sözle “çok şey” anlatabilmek; kısa şiir söylemek, pek bir marifet, hatta bilgelik gerektirmez mi? Ama, ondan da (kısa şiir yazmaktan da) zor olan, artık, böyle bir şiiri çevirmek olsa gerektir… Can Yücel de, geri durmaz, kararlılıkla girişir bu işe elbette. Dylan Thomas’tan çevirdiği şu üç dizede yarattığı derinlik, bunca bildik sözcüklerle kurulabilmiş olması bakımından da ilginç; ve önemli bir örnektir doğrusu:
“Nasıl da yeşildim usul usuldum
Yeşildim yine de öleyazdım
Yoksa şakırdım hep denizleyim-
-zincirlerimi şakırdatarak”
Önemli bir örnek olarak sayabileceğimiz bir diğer çevirisi de, çoğu kişinin iyi bildiği, Ezginin Günlüğü’nün besteleyip “Oyun” adlı albümüne almış olduğu Shakespeare’in 66. sonesidir:
“Vazgeçtim bu dünyadan
Tek ölüm paklar beni
Değmez bu yangın yeri
Avuç açmaya değmez
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz
Ezilmiş hor görülmüş el emeği göz nuru
Ödlekler geçmiş başa derken mertlik bozulmuş
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e
Vazgeçtim bu dünyadan
Dünyamdan geçtim ama
Seni yalnız komak var
O koyuyor adama.”
Özellikle bu örnek, çevirinin dilden dile değil de kültürden kültüre olacağı; olması gerektiği düşüncesine oldukça uygun bir örnek. Söyleyiş şekli ince ince çözümlemeler yapmaya, konuşmaya pek de hacet bırakmıyor aslında. Mesela, Shakespeare’in “… captive good attending captain ill” (Talât Sait Halman’ın daha doğrudan çevirisiyle “İşte kötü bey olmuş, iyi kötüye köle”) dizesini, “kötüler kadı olmuş Yemen’e” şeklinde Türkçeleştirirken Türkiye toplumunun tarihine dayanan olgu ve kavramları kullanarak ne denli güçlü, etkili, heyecan uyandıran bir ifadeye kavuşturduğu aşikar değil midir?
“Biz Bu Dünyayı Değiştireceğiz”!
Sunay Akın demişti ki: “İstanbul Boğazı için martı ne ise, Can Yücel de şiirimiz için odur.” Tadı tuzu olmaz o olmazsa, doğru. Sonra koca çınar da dediler; doğru. Bir usta “şiir işçisi” dedik biz; doğru. Ama yine de, o en çok, kendi deyişiyle, çürümüşlüğe, “sömürüye ve zulme karşı akımıdır sevincin”…
Boşuna değildi günebakanları çok sevmesi. Bir ortaklıkları vardı elbet; o da günebakanlar gibi, bir an olsun usanmadı aydınlığa dönmekten yüzünü; sevinci eksik etmeden; ihtiyar karanlığa inat.
“Ben senden öğrendim deniz yazmayı / Elimden düşmüyor mavi kalem” diyor ya, hep deniz yazdı bataklıkların üstüne; sonra “poyraz çizip” çalkalamak istedi bir güzel; bir temiz yıkansın, “adam gibi bir dünya” olsun diye dünya. Kararlıydı da. Zaten demişti: “basa basa besâ / biz bu dünyayı değiştireceğiz / ister huyu suyuyla / ister hortlak gerekirse hortlaklıkla!”
Bu umutla ve bu coşkuyla Can Yücel, her dem tazedir, civandır ve de sokağa çıkmaya hazırdır.
“Güneşî Bir Gülegüleyle”…
“Cenaze Türküsü”nde, “kendimden kendimi sakınıyorum / sıkılıyorum / …tez elden gitmeli bâri” demesine bakmayın siz, o öyle hayat doludur ki ölümün ödü kopar, yıllarca sokulamaz o cehennem yüreğe; usa sokulamaz… ama bir gerçek vardır ki bilir, ve söyler sükunetle: “ölüm bir sarmaşık / gövdemi sarmalıyor”…
Sonra “vakt erişince”, bir dolu hayat ve ümit bırakıp avuç içimize, usulca uzandı “Mare Nostrum”lara, “Denizler”e doğru, elinde bir tutam Akdeniz’le… Biz de geçirdik onu, “güneşe doğru / ayçiçekleri içinden / Datça’ya”… “Güneşî bir gülegüleyle!!!”