Heraklit: “Niye beni şuraya buraya çekiştirip duruyorsunuz kara cahiller? Sizin için yazmadım ben, beni anlayabilenler için yazdım. Bir insan benim için yüz bin insan değerindedir; güruhsa, hiç”

Son Yakındır

“Heraklit, kitabı Artemis tapınağına emanet etti, bazıları da onun kitaba ancak onu okuyabilenlerin yaklaşabilmesi için bilerek kapalı bir dille ve kendisini kara kalabalığın nefretine uğratacak hiç de hafif olmayan bir tonda yazdığını söylüyor.” Heraklit’in kendisi ise: “Niye beni şuraya buraya çekiştirip duruyorsunuz kara cahiller? Sizin için yazmadım ben, beni anlayabilenler için yazdım. Bir insan benim için yüz bin insan değerindedir; güruhsa, hiç,”{28} demiştir.

Ama Heraklit yok artık, kitabıysa incelemeler ve dipnotlar yazarak ona yaklaşmak isteyen bilgin maymunların önünde apaçık duruyor. Çömezleri ondan çok daha fazla şey biliyor. Bu da, Herakleitos’un kara kalabalık tarafından yenilgiye uğratıldığı, daha da üzücüsü, bugün kitle-insanının zaferine tanık olduğumuz «ulamına gelir. Ruhunuz henüz tamamen kuramamışsa, yapacağınız tek şey sıradan bir günde agoradan geçmektir ve daha önce acıdan boğulmazsanız (bu değerli duyguyu duyabilecek kim kaldı ki bugün?) ya da toplumsal mimesise yenilip kent meydanında gezinerek felsefe yapan en son kişinin çevresini sarmış keyif ehillerine katılmazsanız, bir zamanlar Yunanistan halkı olan kişileri görebilirsiniz: Kokular ve bağırtı çağırtı içinde hep bir arada sevinç çığlıkları atan, sürüsünü güden Attikalı köylüyle, Pontos Eukseinos’lu{29} tonbalığı tüccarlarıyla, Pireli balıkçılarla, emperoi ile ve bağıra çağıra satış yapan kapeloi kalabalığıyla, —komedi yazarlarımızın bazen sıralamaktan keyif duydukları gibi— sucuk, sosis, yün, meyve, domuz eti, kuş, peynir, tatlı, baharat, ishal ilacı, tütsü ve kokulu sakız, kuştüyü, incir, sarımsak, kümes hayvanları, kitap, kutsal şerit, iğne ve kömür satıcılarıyla karışan artık kusursuz, kendini beğenmiş otomatlar. Ve onların ortasında, dolaşan kamu denetçilerini, hepsi de küçük küçük dükkânlar, terzi tezgahları önünde toplanmış para bozucuları, ağırlık ve ölçü kontrolörlerini, şiir kopyalayanları, çelenk satıcılarını göreceksiniz; ut ve parfüm imalatçılarını, sünger ve deniz salyangozu satan çerçileri, köle tüccarlarını ve hermai yakınında mallarının çığırtkanlığım yapanları, incik boncuk, ekmek, bakliyat satan kadınları ve ayakkabı tamircilerini ve muhabbet tellallarını da görebilirsiniz.

Böylece ucuz zevkleri olan, karşılıklı konuşmaya filistence düşkünlüğü, Lyceum’un ve Peripatos’un ona sevecenlikle sunduğu felsefi özürden ve salyangoz gibi içine kapandığı gürültüden mutluluğu, bir din düzeyine yükselttiği “oyalanışı” ile kibirli kitle insanının, demokrat Atina yurttaşının portresini çizebilirsiniz kendinize. Alkibiades’in yönetimindeki hamam böceği şeklinde yeni model savaş arabasının çevresine yığılmış ya da ter içinde bağıra çağıra bir yerlerden gelen haberciye doğru koşan kalabalığı görebilirsiniz. Çünkü kitle insanın başlıca özelliği bilme aşkıdır, bilgiye düşkünlüğüdür. Aklın, herhangi bir kimsenin emrine verilemeyecek derecede değerli bir hazine olduğunu bilen Heraklit’in gösterdiği kısıtlamanın aksine, bugünlerde Aristoteles, diye biri, “bütün insanların doğal olarak bilgi istediklerini” açıklıyor ve bunun kanıtının da “herhangi bir kazanç hırsından bağımsız, sırf öyle olduğu için sevdikleri duygulardan, özellikle de görsel duygulardan aldıkları zevk”{30} olduğunu söylüyor.

Bu hiçbir şeyi ayırt etmeyen anlama arzusu, bu bilgi açlığı tanımlamasından sonra kitle insanının bu olumsuz antropolojisine eklenecek ne olabilir ki; onun gerçek oranların değiştirildiği ve yontuların ancak aşağıdan bakanlara doğal görünecek bir şekilde yontulduğu bir yerde, sütun başlıklarını ve alınlıkları kullanışıyla açıkça doğruladığı bir gereksinimi açıkça ve zevkle ve aynı zamanda uzaktan (telebakışla yani) görmek için bütün bunlar yetmez mi! Yontucular kitle insanının tembelliğini yeterince doyurmuyor mu, paket görüşler apaçık olan şeyi yorumlama sorumluluğundan yeterince kurtarmıyor mu onu!{31}

Bizim Montalides son zamanlarda boşuna kınamaya çalışıyor bu bilgi açlığım: “Giderek daha da kalınlaşan bir bilgi ve uzaktan gönderilen görüşler örtüsünün, üzerinde yaşadığımız dünyayı sardığı” da göz önünde tutulursa, yerküremizin diski, “yoğunluğu boyuna genişlemekte olan bir psikizm{32} boşluğu” içinde kapatılmış gibi görünüyor. Bu yaygın kara cahillik Atinalı kitle insanı üzerinde herhangi bir etki yapmıyor artık; olamazdı da zaten, çünkü okul günlerinden beri onu eğitenlerin; çağdaş şairlerin kitaplarıyla onu bozmakta, baştan makta ikirciklenmeden, ilgi duyduğu tek şey “bilgi vermek” idi; biz de, konformist kalabalığın hâlâ hayran olduğu eski dost Platon tarafından öyle (ama kibirli burnu havada bir ikiyüzlülükle) uyarılmamış mıydık: “Öğretmenlerimiz, kendilerinden nasıl isteniyorsa öyle yaparlar. Ve delikanlı onun harflerini öğrenip de ne yazıldığını anlamaya başlayınca… büyük şairlerin yapıtlarını okunmak ve zorla ezberlenmek üzere karşısında, sırasının üzerinde bulur… böylece gençlik, onlara öykünerek, onlar gibi olmayı arzu eder.”{33} Yapacak bir şey var mı? Kültür sanayii aklın sesini dinlemeyecek kadar mutludur kendi başarılarından (ama yine de modası geçmiş bir şey değil midir bu?); bu yüzden de, otuzlarına geldiklerinde geceleyin hermai’nin boynunu vurmak için —yakınımız bir genç entelektüelin yaptığı gibi— ortalıkta dolaşan öğrencilerin gelişimine tanıklık etmek zorunda kalacağız. Böyle öğretmenlere böyle çömez! Kitle insanı üretimi meyve vermeye başlıyor.

Fakat o zaman, sessiz yalnızlığın hazlarım reddederek, onun olma ve başkalarıyla kalma gereksinimini kuramsallaştırmadık mı? Demokrasi denen şeyin özü budur, ilk buyruğu da şu galiba: Başkaları nasıl yapıyorsa sen de öyle yap ve çoğunluğun yasasına boyun eğ. Kendisini seçecek yeteri sayıda insan toplaması koşuluyla, herkes resmi bir görevi elinde tutmaya layıktır. Çünkü kitle insanı mantığı doğuştan şansa bağlı olduğu için, daha az önemli görevler şansa güvenir. Kentler gerçekten de, olabildiğince eşit ve benzeşik öğelerden kurulmuş olmalıdır: Özellikle orta sınıfta bulunan bir durumdur bu… Phocylides bu isteği şöyle dile getirir: “En iyi durum orta olandır, benim kentte işgal etmek istediğim yer de burasıdır.”{34} Aristoteles’in görüşü böyledir, Ortegaygassetolar, “Son yüzyılın ikinci yarısından beri Avrupa’da yaşam göze çarpar biçimde dışlaştırılmış… gizli ya da tek başına, kamuya, kalabalığa, başkalarına kapalı özel yaşam giderek daha güçleşmiştir… Sokağın sesi yükselmiştir” diye suçlayarak ona, vox clamantis ın deserto, boşuna yanıt vermeye çalıştılar. Agoranın sesi yükselmiştir diyebilirdik, ama agora kitle insanı ideolojisidir, onun her zaman istediği ve layık olduğu şeydir. Ancak Platon’un orada gezinmesi ve yandaşlarıyla konuşması doğrudur: Onun krallığıdır orası ve kitle insanı yalnız yaşayamaz, çünkü olan biten her şeyi bilmeli ve her yerde ondan söz etmelidir.

Bugünlerdeyse her şeyi bilebilir. Termopylae’de ne olduğunu görüyorsunuz. Bir habercinin haberi getirişinden ve birinin onu basitleştirerek ve bir reklam sloganına indirgeyerek —Oklarımızdan güneş görünmez olacak. Daha iyi! Gölgede savaşırız biz de— paketlemeyi düşündüğünden yalnızca bir gün sonra, her sözü yankılama hastası Herodot bu zorbaya, yüz kulaklı kalabalığa olan görevini yerine getirmiştir.

Böylece bugünün hevesli muhabirlerinden başka bir şey olmayan sözümona tarihçiler, tam da ait oldukları yerdeymiş gibi görünüyor. Perikles’in etkili halkla ilişkiler adamı Herodot, Pers savaşlarından daha iyi bir şey bulamaz yazacak. (Bir başka deyişle, kusursuz ve basit bir gazete haberi. Şimdilerde, ne gördüğü ne de işittiği şeyleri masal boyutuna bürüyerek yazabilmek için gerekli şiirsel açıklığa sahip bir Homeros’tan bekleyemezdik bunu.) Herodot üç-dört İyonya sözcük işareti okumasın, her şeyi bildiğini ileri sürer. Her şey üzerine konuşur o. Ve bu da yetmezmiş gibi, Amphipolis’in düşmesi gibi utanç verici bir yenilgiden sonra (önleyememiştir bunu, hem silah hem de yönetim yenilgisidir bu) Peloponez’deki kötü serüvenlerini unutan ve savaşta olanları olduğu gibi anlatmaya razı bir vakanüvis olarak yeni bir kişilik yaratmış olan Thukidides’ten daha tantanalı ve yavan birini yaratırdı. Böylece skandal gazeteciliğinin en derin çukurlarını taramış mı olduk sonunda? Hayır, çünkü ondan sonra, bir çamaşır listesinden tarihsel bir belge çıkarabilme sanatının ustası Ksenephon geldi; basit bir göz hastalığına feryat figan gözyaşı döken Ksenephon. (Kültür sanayiinin özelliği onun kabalığıdır, kaba ama çarpıcı ayrıntı üzennde ısraridir. Bir nehir mi geçildi? Nehri geçen “göbeğine kadar ıslanmıştır.” İnsanlar kokmuş yiyecek mi yer? “Geriden akacak”tır onlar.){35} Ama Thukidides’te bundan daha fazlası vardır; onda yazınsal şeyler yazma, modayı izleyebilenlere kültür sanayiinin sağladığı yazın ödüllerine aday olma sıradan arzusunu buluruz. Thukidides yeni romana öykünerek yazısını doğalcı süslemelerle süslemekten çekinmez: “Vücudun yüzeyi ne dokununca aşırı bir sıcaklık, ne de bakınca solgunluk ortaya koyuyordu; kırmızımsı, kurşuni, küçük küçük yaralarla, berelerle örtülüydü…”{36} Konu? Atina’da veba.

Böylece, insani boyutu nesnel styleme’e indirgediği için, çağcıl muhabirlik ve avangardlar yeni yazınımızda ağır basıyor. Ufacık bir zekâ pırıltısı olan biri için, genç yazarların dilinin anlaşılmazlığından yakınan Bobtowerida’ların sıkıntısına verilecek tek yanıt şu olmalıdır: Anlayacak bir şey yok, ayrıca kitle insanı da başka türlüsünü istemiyor. Attika insanının sönmesi, yok olması artık tamamdır.

Ama Batı’da bir çöküş varsa, kitle insanı bunun kendisini rahatsız etmesine izin vermez. Bütün olası dünyaların en iyisinde yaşamıyor mu o? Perikles’in, halinden hoşnut, ateşli bir Atinalı kalabalığa verdiği nutku bir daha okuyun: Statü diyalektiğinin neşeli bir iyimserlikle yüceltildiği meritokratik{37} bir toplumda yaşıyoruz (“Eğer bir insan kente yararlı ise, ne yoksulluk ne de belirsiz bir toplumsal konum ona engel olmayacaktır”), dolayısıyla, ayrım ölçütü, aristolarınki{38} kesinlikle buydu, en iyinin, bir düzeye indirici çılgınlık denizine daldırılmasıdır. Atinalı insan şimdi kalabalıkta bir sima, konformist davranışa köle beyaz pelerinli bir işçi olarak yaşamaktan mutludur (“Yasadışına düşmekten inanılmaz derecede korku duyarız bizler: Yönetimde birbirini izleyen, yasalara, özellikle de yasaları izlemeyenlere karşı genel bir aşağılama uyandıran yasalara aşırı bağlı olanlara boyun eğeriz.”) Atinalı insan şimdi bir boş zaman sınıfının temsilcisi olarak mutluluk içinde yaşıyor. (“Gündüzki yorucu çalışmamızdan sonra kendimizi tazelemek için, bütün yıl boyunca devam eden eski geleneksel oyunlar ve şenlikler gibi ruhumuzu oyalayıcı birçok şey bulmuşuzdur, günlük zevklerin bütün dertleri dağıttığı her türlü konforla donatılmış evlerde yaşarız”) Başka bir deyişle, Atinalı insan refah içinde bir devletin, zengin bir toplumun sakinidir. (“Her türden mal akar kentimize, bunun için de yalnızca bu ülkenin bütün meyvelerinden ve ürünlerinden değil, aynı zevk ve kolaylıkla diğer ülkelerin meyve ve ürünlerinden de, sanki kendimizinmiş gibi, yararlanabiliriz.”){39}

Atina köyünde yaşamaktan mutlu bu kitle insanını akılsız, kibirli tembelliğinden koparabilir miyiz? Hayır, çünkü onu Perikles’in sözünü ettiği aynı oyunlar orada tutmaktadır. Olympia’ya sürü halinde giden ve orada, sanki kendi ruhları tehlikedeymiş gibi, son meta’yı tartışan kalabalıkları düşünün; ya da şimdi yılları numaralamaya yarayan Olimpiyat oyunlarını! Yaşamın ölçüsü, sanki cirit atmada galip gelen birinin başarıları ya da birinin belli bir yolu on kez koşmasıymış gibi. Pentatlonun sonucu arete{40} ölçüsüdür. Birileri bir şairi bu tür “kahramanlar” için şiirler yazmakla görevlendirir, bunların aldığı çelenk kentin şanım şöhretini artırır. Perikles’in söylevi gerçekten de her şeyin güzel olduğu bir uygarlık fikrini vermekte bize. Kendi insanlığınızı reddetmeniz koşuluyla tabii. Montalides’in uyardığı gibi, “evrensel insan topluluğu hücresel kümelerin bir kümesi, içinde her bireyin aklına göre değil de üretkenlik olasılıklarına ya da bütünsel düzleşme kalıbına daha çok ya da daha az uyuşuna göre sokulduğu ve kataloglandığı bir delikli mercan yığını olacaktır.” Firavunların yalnızlığına ve yalıtılmışlığına kaybolmuş bir cennet gibi bakarız biz, ama Atinalı insan ona karşı bir özlem duymaz, çünkü onun tadını hiç tatmamıştır; Olympia’nın kale duvarları üzerinde kendi melankoli vahyini hazırlıksız olarak kutlar. Ne olursa olsun, karar, kendisinden beklenen bir şey değildir. Kültür sanayi, ona Delphoi Pythia’sının hemen hemen elektronik bükülmelerini sağlamıştır artık, sara kasılmalarında gelecek eylem için tavsiyeler verir ona. Bile isteye anlaşılmaz hale sokulmuş bütün cümle parçalarında, dil, korku içindeki demokrat kalabalıkların tüketimi için geriye çekilmiştir.

Geçmişte, kültürden, kurtarıcı bir sözcük sunması istenirdi; bugün kurtuluş bir sözcük oyununa indirgenmiştir. Atinalı insana bir açık tartışma büyüsü yapılmıştır, sanki her sorunu tartışmak ve genel bir anlayışa ulaşmak gerekliymiş gibi. Fakat sofistlik, hakikati kamusal uydaşıma indirgemiştir, açık tartışmaysa bu konuşmacı kitlesi için son sığınak gibi görünmektedir.

Tartışmaya o çirkin koşuştan hemen önceki karşılıklı konuşmayı zekice yeniden üreten Bloomide’ların acı yansımalarının altını çizebiliriz ancak. “Hey, bir yuvarlak masa hakikat tartışması için agoraya gelir misin yarın?” “Hayır, ama Gorgias’a neden sormuyorsun? Bir Helen övgüsü için de ideal bir kişi olurdu o. Protagoras’a da sorabilirsin, onun her şeyin ölçüsü olarak insanı alan kuramı son moda bir şey, biliyor musun?” Ama Bloomide’ların tartışmaya karşı ilgilerinin bir eşi daha duyulmamıştır; polemikçiler tembel, yozlaşmış bir alıcı kitle karşısında yapılan ateşli ağız dalaşının gerisinde yatan zararlı ideolojiyi boş yere çürütmeye çalışır.

Buna karşılık kültür sanayii, Atinalı kitle insanına, eğer tartışma onu doyurmaz ise, daha dolaysız, sulandırılmış bir akıl sunacaktır, hem de onun zevkinin istediği gibi çekici bir özet halinde. Bu sanatın ustası da, eski felsefenin en sert, en ters hakikatlerini en sindirilebilir şekilde, diyaloglarla sunmada gerçekten yeteneği olan yukarıda adından söz ettiğimiz Platon’dur. Platon, kitle kültürünün istekleri önünde eğilerek, kavramları hoş ve yüzeysel örneklere döndürmekten hiç tedirgin olmaz (beyaz at ile siyah at, mağaradaki gölgeler, vb.). “Bunun için de derinde olan şey (Heraklit’in aydınlatmamaya dikkat ettiği şey) yüzeye, en aylak dinleyicinin anlayış düzeyine yükseltilir. Son rezillik: Platon, o yüce Bir ve Çok sorununu, bir demirci dükkânının içine çekilen (hiçbiri “gürültü”lü bir mekânın dışında düşünemez!) insanların karşılıklı konuşması için bir konu olarak kullanmaktan çekinmez, oysa para ödüllü bilgi yarışması programlarının insanı bağlayıcı bütün büyüsüne sahip olan, sorunu askıda bırakma ve dokuz varsayım ilkesini zekice kullanarak tartışmayı çekici hale getirmeye dikkat eder. Didişimcilik ve Doğurtma (bunlar, en yeni terimler kullanarak kendi boşluklarını gizlemekten hoşlanan muhabirlerin verdiği adlardır) hâlâ bildik bir işleve sahiptir: Atinalı insan anlamak için bir çaba göstermek istemez; kültür sanayii uzmanları, ona zekasının aslında önceden hazırlanmış bir anlayış kazandığı yanılsamasını verecektir. Oyun, pekala hak ettiği ölüm cezasını müthiş bir reklam kampanyasına çevirmeyi bile başarmış olan bizim şu azgın Socrates’in sihirli (ama kabul etmeliyiz ki, ustaca) hileleriyle başlar. Socrates, sonuna kadar kültür sanayiinin sadık bir hizmetkârı olarak kalacak, ilaç firmalarına şöyle sloganlar bulacaktır: “Baldıran size iyi gelir.” Ya da “Nedir bu çocukları kandırma üzerine söylenenler? Neden söz ettiğinizi bilmiyorum. Agorada geçen yorucu bir günden sonra bana gerekli olan tek şey bir bardak güzel baldırandır!”

Gülünçlü oyunun sonu: Asklepios’a bir horoz, sonul ikiyüzlülük. “Medya insanlıktan, hakiki diyalogdan uzak ne kadar çok görünüm sunarsa, o kadar çok sahte bir özel konuşma ve neşeli bir içtenlik havası kazanır; gizli bir kurala uyan programlarını gözlemleyerek görebiliriz bunu (eğer ruhum dayanırsa buna): İnsanı, kendisine hiç çekici gelmeyen estetik, ekonomi ya da ahlak gibi şeylerle ilgilendirin,” derken bilge Zollaphontes’i kabul etmek zorundayız. Felsefi diyalog bahanesi altında, açık, edepsizce cinsel sezinletmelerle kabalaştırılmış neşeli perhiz bozma görünümüne tanık olduğumuz Sokratik-Platonik Symposium potpurisi için daha iyi bir tanım bulunabilir mi? Aynı şekilde Phaidros’ta, bir adam sevgilisine bakarken (çünkü son aşama, kaçınılmaz bir biçimde bir dikizciler uygarlığıdır) şunları okuruz: “Tere batar, olağan dışı bir sıcaklık sarar onu;{41} böylece gözlerinden onun içine inerken bir güzellik seli, yeni bir sıcaklık yayılıyor… Her şey şişer, kabarır, her şey kökünden yukarı doğru büyür ve büyüme bütün ruhun altına uzanır… ve kanat şişmeye başlar.”{42} İnceden inceye gizlenmiş açık saçıklık: Son hediyedir bu, felsefe diye satılan kitle-erotiği. Socrates ile Alkibiades arasındaki ilişkiye gelince, yaşamöyküsüdür bu; kültür sanayii estetik eleştiriden ayrı tutar onları.

Bir sanayi olamayacak kadar “doğal” olan seks, Aspasia’nın bize söylediği gibi, yine de ticarileşmiştir. Ticaret ve politika: Seks sistemle bütünleşmiştir. Phryne’nin jesti, satın alınamaz yargıçlara inancın bile pek temelli olmadığını anımsatır bize acı acı. İnsan ruhunun bu çelişkilerine ve talihsizliklerine hazır bir yanıtı vardır kültür sanayinin: Bu tür skandallar yararlıdır, tragedya yazarları için hammadde sağlar. Bu süreç Atinalı insanın sonul vahiysel uçurumunu, düzeltilmesi olanaksız yozlaşma yolunu doğrular.

Atinalıların güpegündüz amfiteatrdaki basamaklı uzun sıralarda yerlerini aldıklarını, her türlü insanilikken sıyrılmış maskeli zavallı oyuncuların —çünkü bunlar yüzlerini maskelerin acayip yalanları arkasına gizlemişlerdir, yüksek ayakkabıları ve şişkin giysileri kendilerine ait olmayan bir büyüklüğü taklit ediyordur— canlandırdığı olaylara aptalca ve şaşkın ifadelerle katıldıklarını görürsünüz. Herkesin arsız dikkati karşısında, hiçbir duygu ayrıntısı, hiçbir tutku değişmesi göstermeyen hayaletler gibi, insan ruhunun en korkunç gizleri üzerine tartışma sunarlar size: Kin, anababa katilliği, akraba ilişkileri. Geçmişte kalabalığın gözlerinden gözlenecek olan şeyler şimdi genel eğlencenin kaynağı olmuştur. Burada da seyircinin yine kitle kültürünün buyruklarına uygun olarak eğlendirilmesi gerekir, bu da bir duyguyu sezgi yoluyla doyurmaya değil, aksine tüketiciye hazır bir biçimde sunmaya zorunlu kılar sizi. Böylece düşüne taşına düzenlenmiş bir şiddetle size saldıran, şiirsel bir hüzün anlatımı değil, basmakalıp bir acı formülü olacaktır: “Heyhat, heyhat, heyhat, Ototoi, totoi!” Fakat sanatlarını kiraya veren ve arkonun keyfine göre kabul edeceği ya da reddedeceği bir ürün ortaya koymak zorunda olduklarını bilen yazarlardan başka ne beklenebilirdi ki? Bugünlerde paraca destek olmanın verimli yurttaşlara düştüğü herkesin bildiği bir şey, dolayısıyla kültür sanayii daha dolaysız yasallık bulamazdı. Sizi destekleyen kimseye onun sizden istediği şeyi sunarsınız, onun sizden ne istediği ise ağırlık ve nicelikle ölçülür. Çok iyi bilirsiniz ki, bir oyununuzun sahnelenmesini istiyorsanız, onu tek başına öneremezsiniz. Hayır, satir dramalı tam bir dörtlü drama sunmak zorundasınızdır. Dolayısıyla, isteğe dayalı yaratış, formülüne göre makine yapısı şiir vardır. Şairse, yapıtının sahneye konulduğunu görmek istiyorsa, aynı zamanda besteci ve koreograf ve dansçı olmak, koroyu flütün edepsizce zırıltısına bacaklarını utanç verici bir biçimde sallatmak zorundadır. Eski ditiramp yazarı bugün bir Atinalı Broadway yapımcısına dönüşmüştür; sonunda başardığı çile, muhabbet tellalının çilesidir.

Bu gerilemenin seyrini çzümleyecek miyiz? Kitle insanının doğal olarak taptığı Aiskhylos’la başIadı. Aiskhylos, en son haber başlıklarından yapıyordu şiiri: Salamis Savaşını al örneğin. Şiir için ne güzel gereç! Yazarın, teknolojik ayrıntılarını, bizim yorgun duyarlıklarımızı artık şaşırtmayan bir hazla saydığı bir askeri-sanayi başarısı. “Hep birlikte yüksek sesle denizi döven kürekler”, “tunçtan pruva”larıyla tekneler, “dar boğazda sıkışmış sıra sıra gemilerin burunları”, çarpınca sıra sıra bütün kürekleri çatır çatır kıran “tunç yanaklı” gemiler, Yunan gemilerinin Persleri çevirirken onların çevresinde yaptığı manevralar, bütün bunlar, mekanik ayrıntıları öne çıkaran ağdalı ve kibirli bir biçemle, numaralanmış dizelere düngelik konuşmadan ufak ufak parçalar sokma tutkusuyla, bir elkitabına yaraşır terminolojiyle ve eğer hâlâ bir ayrım yapma duyumuz kalmışsa, yüzümüzü kızartacak bir ikinci elden biçemle verilir.{43} Zollaphontes’in de dediği gibi, “Sınai kitlenin karakteri burada eksiksiz yakalanır: İsteri ve kasvet arasında kararsız sallanır. Baal savaşçıları arasında duyguya yer yoktur.” Duygu mu? Bir görkem ve ölüm sahnesini betimlemek zorunda kaldığında, neye başvuru? Sözlüğe, kasap argosuna. “Onlar, ağa tutulmuş orkinos balığı gibi, kırık küreklerle, gemi enkazından ele geçirdikleri parçalarla, inlemeler, ağlamalar içinde denizde yüzen adamlara vuruyor, bellerini kırıyordu, bütün deniz dumanlar içindeydi…”{44} Kültür sanayii, umutsuz bir refaire Doeblin sur nature çabası içinde, bir eşyaya, bir zanaatçı aletine, bir mekanizmaya, bir tersane terminolojisine döndürülmüş bir dili sokuşturur bize.

Fakat Aiskhylos’İa en aşağı düzeye indiğimizi sanmayın. Rezalet daha derine iniyor. Nihayet, kalabalıklar için toptan üretilmiş zoraki uyurgezerliğin kusursuz örneğini Sophokles’te buluruz. Sophokles, Aiskhylos’un dinsel nevrozlarını reddettiği, Euripides’in zarif boulevardier{45} kuşkuculuğundan uzaklaştığı halde eserlerindeki ılımlılık uygulaması ahlaki uzlaşmanın simyası haline gelir. Her şeye uyan durumları çıkarır atar, böylece gerçek amaç diye bir şey kalmaz. Antigone’yi alın örneğin. Hepsi var burada. Kendini, barbarca öldürülmüş kardeşine adayan bir kız. Kötü ve duygusuz bir tiran. Ölüm pahasına bile dokunulmaz ilkeler, Tiranın oğlu Haemon, kızın acı yazgısı yüzünden kendini öldüren bir erkek. Onu mezara kadar izleyen Haemon’un anası. Kendi anlamsız filistenliğinin neden olduğu bütün bu ölümlerden şaşkın Kreon. Sabun köpüğü ucuz melodramlar, Atina kültür sanayii sayesinde doruk noktasına, cehennemin dibine ulaştı. Ve sanki bu yetemezmiş gibi, eserlerini ahlaki yorumlarla kapatır Sophokles! İlk stasimonda teknolojik verimliliğin yüceltildiğini görürüz: “Dünyada olağanüstü çok şey vardır, ama hiçbiri insandan daha güzel değil… Yıllar yılı genç atlarının peşinde, sabanını sürerek, toprağın altını üstüne getirerek Yeryüzünü, o yüce gücü aşındırır… Vahşi hayvan sürülerini, deniz yaratıklarını kendi elleriyle ördüğü ağlarla tuzağa düşürür, yakalar…”{46} Böylece üretenlik etiğine, aptalca makine övgüsüne, proleter dehaya anıştırmaya ulaşırız. Zollaphontes edebiyatla sanayi arasındaki ilişkiden söz ederken şu alaycı gözlemde bulunur: “Teknoloji sayesinde, artık canavarları öldürebilen dehanın bu zaferinden mutluluk duymalı, bu zaferin insan için iyiye kullanılacağını ummalıyız.” Kitle kültürü ideolojisi böyledir. Bunun üstadı olan Sophokles ise “oyundaki aktör sayısını arttırmaktan korkmaz… ikiye, üçe çıkarır, sahneye dekor ekler{47} çünkü, açıkça görülüyor ki, ısmarlama coşkuları zorla kabul ettirebilmesi için klasik sahne yetmemektedir artık ona. Çok geçmeden dördüncü bir konuşmacının, tamamen dilsiz birinin oyuna sokulduğunu göreceğiz, o zaman tragedya son adımını da atmış olacak: En attendant Godot’ların{48} avangard tiyatro kurallarına kölecesine bağlı kalarak tümden ifade edilemezliği başaran, gebeyken ikinci kez gebe kalma komedisidir bu.

Eurıpides için her şey hazırdır artık. Kitlelerin sevgisini kazanacak kadar masum ve köktencidir o, Alkestis’te tragedyanın gücünden geriye kalanı da ortadan kaldıran Admetos ve Hercules inatçı plaisanterie’lerinden{49} de görüleceği gibi, dramayı pochade’lara{50} indirgeyebilir. Medea’ya gelince, burada kitle kültürü, kana susamış bir isteriğin kişisel nevrozlarıyla ve Freud’cu çözümlemedeki aşırı kan toplanmasıyla bizi eğlendirerek, nasıl Tennessee Williams des pauvres{51} olunacağının kusursuz bir örneğini vererek baş oyununu icra eder. Tam dozu almışsınızdır: Ağlamamak, dehşet ve acıma duymamak nasıl mümkün olabilir?

Çünkü tragedyanın istediği de budur. Dehşet ve acıma duymalı ve bunu emirle, belli ima sözcükleriyle yapmalısınız. Aristoteles’in, bu eşsiz gizli ikna ustasının bu konu üzerinde ne söyleyeceğini okuyun bir. Bütün reçete şu: Seyirciyi kendine hem hayran edecek hem de acıtacak niteliklere sahip bir baş oyuncu alın; korkunç ve acıklı şeyler getirin bunun başına, uygun miktarda ani terslikler, itiraflar, felaketler serpin üzerine; iyice karıştırın, kaynayıncaya kadar ateşte tutun ve voila, katarsis denen şeyi pişirmiş oldunuz, seyircinin saçlarını yolduğunu, korku ve sevecenlikle figan ettiğini yüksek sesle yardım istediğini göreceksiniz. Bu ayrıntılardan tüyleriniz mi ürperiyor? Hepsi yazılıdır bunların; çağdaş uygarlığın bu Choryphee’sinin{52} metinlerini okuyun. Kültür sanayii, yalan değilse bile saf tinsel tembelliğin amacına yardım edeceğine inanmış olarak, bu metinleri elden ele dolaştıracaktır.

İdeoloji mi? Eğer böyle bir şey varsa: Verileni alın ve inandırıcı kanıtlamanın bir aracı olarak kullanın. Bu Aristoteles’in yazdığı, adı kötüye çıkmış en son elkitabı Retorik, bir pazarlama ilmihalinden, neyin çekici olduğu, neyin olmadığı, neye inanıldığı, neyin reddedildiğiyle ilgili güdüsel bir araştırmadan daha az bir şey değildir. Dostlarınızın eylemlerini yöneten akıl dışı uyaranları biliyorsunuz artık, der, dolayısıyla da dostlarınız sizin insafınıza kalmıştır. Düğmelerine basın, sizindir artık onlar. Bu kitapla ilgili olarak Zollaphontes şunları ileri sürüyor: “Kamunun doğal eğilimlerini yansıtmayan, fakat uyaranlara düşüncesizce tepki yasalarına göre renkleri abartarak, satılabilirlik konusunda ne derece etkili olabildiğini hesaplayan bir yalanla karşı karşıyayız.” Etki mi? Delectatio morosa ya da bir başka deyişle önsevişme, her ayıbın dövüldüğü demirci ocağı. Fantezi, düşleme. Tragedya, barbar bir toplumun gölgelerinden beliren bir canavara bir tapınak yükselterek, son derece görülür toplumsal onay damgası vurur buna.

Fakat zavallı Boeotia’lı kurbanın yalnızca oyun günü, devlet amfiteatrında dolandırıldığı izlenimini vermek istemem. Aristoteles’in kendisi, Politika adlı kitabında (8. Kitap) müzikten ve “onun mizacımız üzerindeki etkisi”nden söz ediyor. Ruhu canlandırıcı taklitler olarak şarkıların kurallarını inceleyin, “coşkuların nasıl harekete getirileceğini” öğreneceksiniz, Frigya tarzının orgiastik davranışa, Dorik tarzınsa “erkekliğe” götürdüğünü göreceksiniz. Başka şey eklemeye gerek var mıi? Korai’nin, bugünlerdeki adıyla teenager’ların coşkusal yönden nasıl yönlendirileceğini gösteren bir ders kitabı var elinizde. Zoraki uyurgezerlik ütopik bir düş değil artık, bir gerçeklik. Büyük Adornös buna şiddetle karşı çıkıyorsa da bugünlerde her yerde flüt çalınıyor. Aristoteles’in popülerleştirmesi sayesinde müzik ustalığı müzik ustalığı herkesin kulağında şimdi, okulda çocuklara bile öğretiliyor. Göz açıp kapayıncaya kadar Tyrtaeos’un bir şarkısı herhangi bir kimsenin banyoda ya da Illısio’un kıyılarında ıslıkla çalacağı bir hava olacaktır. Müzik ve tragedya gerçek yüzlerini gösteriyor artık bize: Coşkuları bir yönetme, yönlendirme yolu; kalabalıklar da bu mazoşizm rolünü hoş karşılıyor ve sevinçle kabul ediyor.

Gençlerimiz gizli inandırıcıların kürsülerinden eğitiliyor, spor salonlarında koyun sürüsüne dönüştürülüyor. Ergin yaşa geldiklerinde, kamuoyu denen aynı bilim, erdem, duygu ve gerçek yeteneği bir maskeye dönüştürerek, cemiyet yaşamında nasıl davranacaklarını öğretecek onlara. Hipokrat’ın söyleyeceklermı işitin: “İyi beslenmiş ve sağlıklı görünmek doktorlar için olağanüstü bir tanıklıktır; insanlar kendi bedenine özel dikkat harcamayan kişinin başkalarının bedeniyle ilgilenemeyeceğine inanır… Bir doktor bir hastanın odasına girerken, nasıl oturduğuna, nasıl davrandığına dikkat etmelidir; giyim kuşamı iyi, görünüşü huzurlu olmalıdır…”{53} Yalan, bir maske oluyor; maske kişilik oluyor. Çok uzak olmayan gelecekte bir gün, insanın en derindeki varlığını tanımlamak için geriye kalan tek terim, en yüzeysel görünümü gösteren maske, persona olacak.

Kendi görünümüne aşık olan kitle insanı ancak gerçek gibi görünen şeyden haz duyabilecek, ancak taklitten hoşlanacaktır,{54} yani olmayanın parodisinden. Bunu, (yaptığı üzüm resimlerine kuşların üşüşüp gagaladığı tasvircilerin en çok övüldüğü) resim yapmaya, bugün gerçek gibi görünen çıplak vücutlar ya da ağaç gövdelerine tırmanan, ayaktakımının ağzı açık hayranlıkla dile getirdiği gibi, bir tek konuşma yeteneği olmayan kertenkeleler yapmada son derece yetenekli yontuculuğa karşı duyulan büyük arzuda görürsünüz. Kırmızı figürlü vazolarda, geleneksel profilden görünüş, sanki yaratıcı bakışın gördüğü nesnenin tamamını şiirsel anıştırma yoluyla anımsatmaya yetmemiş gibi, cepheden görülen biçimler sunmaya başladılar.

Ama artistik üretim artık sınai zorunluluğun ağır boyunduruğunu taşıyor ve kurnaz kitle insanı bu zorunluluğu seçeneğe dönüştürdü kurnazca. Sanat, bilimin yasalarına boyun eğiyor: Tapınakların sütunları arasında kurulmuş altın oranlar görüyorsunuz artık, mimar, bir denetçi coşkusuyla selamlıyor bunları; ve Polycletus, kusursuz, sanayileşmiş yontuculuk için bir “yasa” veriyor size, çünkü acı bir biçimde belirtildiği gibi, onun Dorypboros’u bir yapıt değil, bir poetika’dır, taşa kazınmış bir tezdir, mekanik kuralın somut bir örneğidir artık.{55} Sanat ve sanayi birbirine ayak uydurmuş durumda şimdi; çevrim tamamlandı; sibernetik yontuculuk kapıya dayandı. Erginlenmenin son aşaması sürü çözümüdür. Yurttaşlık haklarını kazanmış gençler alay talimlerinde sıraya dizilmişler. Babaya sağlıklı başkaldırmanın yerini gruba teslimiyet almış, genç buna karşı kendini savunamaz artık. Eşitlikçilik, yaşlı ile genç arasındaki her farkın altım oyuyor. Socrates ile Alkibiades öyküsü de bunu doğruluyor. Böyle bir düzleşme karşısında kişisel duygular deyimi kötürümleşir. Böylece günümüzün Atinalı insan modeli ölüme ve ölüm ötesine kadar değişmeden kalacaktır. Coşku imalatı, gündelik yaşamı kapladığı için, son nefes üzerinde etkili olmaya zorlanacaktır. Siz değil fakat profesyonel ağlayıcı kadınlar, artık sizin beceremeyeceğiniz bir acı taklidi yapacaklar; ölene gelince, atılan büyük adım, yaşarken sımsıkı yapıştığı küçük sefil zevklerden onu vazgeçirmeye yetmeyecektir. Ağzına madeni bir para (Charon için bir gümüş sikke{56}) ve Cerberus{57} için bir çörek koyacaksınız. Zenginler için tuvalet eşyaları, silah ve gerdanlıklar da ekleyeceksiniz.

Ve farklılık tanımayan aynı kitle Aristophanes’in ucuz pornografisinden haz almaya koşan seyirci kitlesini oluşturacaktır. Socrates-öncesi filozofların bizi pek kuşkulandıramadığı Aşk ile Nefret arasındaki gizemli bağ onları sıkıyor şimdi. Bilgiye gelince, her türlüsü geçici bir öğrenmeye indirgenmiştir artık; Öklid bütün matematiksel zekayı uydaşımlı ve kanıtlanamaz bir önerme içinde eritmeye razı olmuşken, Pisagor teoremini ezberlemek yetiyor (her Boeotia’lı, üçgenlerle yapılan bu sıkıcı küçük hileyi bilir). Çok geçmeden, okullar üzerlerine düşen görevi yaptığı için, herkes okumayı, toplama çıkarma yapmayı bilecek ve daha fazlasını istemeyecektir, belki oy hakkının kadınlara ve ülkeye yerleşmiş yabancılara da verilmesi dışında. Buna karşı durmaya değer mi? Kabaran kabalık dalgasına karşı çıkma gücünü kim toplayabilir?

Yakında herkes her şeyi bilmek isteyecek. Euripides daha şimdiden Elevsis dini ayinlerini ortak bilgi haline getirmeye çalışıyor. Aynı şekilde, demokratik anayasa herkese zamamni abakusa, alfaya, betaya, harcayacak kadar boş zaman verdiğine göre, gizeme yer ayırmaya ne gerek gerek var ki? Muhabirler, Mezopotamyalı bir zanaatkarın su dolabı dedikleri bir şey icat ettiğini söylüyor bize: Yalnızca bir nehrin akışı yardımıyla kendi gücüyle dönüyor ve bir değirmen taşını hareket ettiriyormuş. Böylece daha önceleri değirmenin döndürülmesinden yükümlü kölenin yazı kalemine ve cilalı tabletlere ayıracağı boş zamanı olacakmış. Fakat uzak bir Doğu ülkesinden bir bahçıvanın buna benzer bir aletle karşı karşıya geldiğinde söylediğine göre: “Ustam bir zamanlar bana dedi ki, makineyi kullanan kişi makineleşir, işinde bir makine olan kişide bir makine kalbi vardır… Buluşunuzu görmedim, bilmiyorum, ama onu kullanmaktan utanç duyardım.” Zollaphontes bu özlü öyküyü verirken soruyor: “Bir işçi nasıl olur da kutsallığı arzu eder?” Fakat kitle insanı kutsallığı arzu etmiyor; onun simgesi, Ksenephon’un bize betimlediği büyük hayvandır: Delirmiş bir maymun gibi “Thalatta, thalatta!” diye bağırarak yerde kıvranan, kendi susuzluğunun kölesi bir hayvan. Aristoteles’in daha aklı başında anlarından birinde ileri sürdüğü gibi, doğanın “özgür insanların bedenini kölelerinkinden ayrı yarattığını” ve “insanların, doğal adalete uygun olarak, köle ya da özgür olduğunu”{58} unutacak mıyız yoksa? Kitle kültürünün özgür insanı da kapsamaya çalışarak bir köle ırkına verdiği uğraşlardan, bir avuç kişi de olsak, paçayı kurtarabilecek miyiz yine de? O zaman özgür insanın başvuracağı tek kendi köşesine, eğer gücü varsa tendi zilletine, kendi acısına çekilmektir. Yoksa kültür sanayii, kölelere bile derslerini verir bir gün ve tin aristokrasisinin son temelinin de altım oyar.

1963

Yanlış Okumalar,
Umberto Eco
Çevirmen: Mehmet H. Doğan
Yayınevi: Can Yayınları

{28} Diogenes Leartius, Filozofların Yaşamı, IX, 1-17

{29} Karadeniz’in eski adı. (Çev.)

{30} Metafizik, 1980a

{31} Bkz. Platon’un Sofistler’deki soğukkanlı görüşleri, 235-236

{32} “Ruhsallık” anlamının dışında, “bütün evrene yayılmış ve bütün canlı varlıklara eşit olarak hayat veren bir sıvı olduğunu söyleyen bir öğreti’ye gönderme var bu sözcükte. (Çev.)

{33} Protagoras XV (Modern Library ed. P.213)

{34} Politika, IV, 9, 1295b.

{35} Anabasis, sayısız yerde.

{36} Peloponez Savaşı, II, 48-54

{37} Meritokrasi: Yüksek başarı gösterenlerin yönettiği toplumsal sistem. (Çev.)

{38} Aristo: Aristokrat. (Çev.)

{39} Peloponez Savaşı, II, 37-41.

{40} Arete (Yunanca) Kişiliği oluşturan iyi niteliklerin toplamı. (Çev.)

{41} Burada “onu” diye çevirmek zorunda kaldığımız kişinin eril adılının “him” olduğunu belirtelim. (Çev.)

{42} Phaidros, 23-30

{43} Persler, 386-432

{44} Persler, 386 ve dev.

{45} Boulevardier: (Fr.) Bulvar tiyatrosu türüne ait. (Çev.)

{46} Antigone, I, ilk stasimon

{47} Bkz. Aristoteles, Poetika, IV, 15.

{48} Godot’yu Beklerken. (Çev.)

{49} Plaisanterie: Şaka, alay. (Çev.)

{50} Pochade: Çabucak çırpıştırılmış yapıt. (Çev.)

{51} Yoksulların Tennessee Williams’ı. (Çev.)

{52} Choryphee: Bale topluluğunun üstünde fakat solo dans edenlerin altında olan balerin ya da dansör. (Çev.)

{53} Corpus Hippocraticum, çeşitli yerlerde.

{54} Poetika, IV, 55.

{55} Bkz. Galen, De placitis Hippocrati et Platonis V., Yine bkz. Pliny, Nat. Hist. XXXIV.

{56} Charon: Mit. Ölümden sonra ruhları Styx Irmağından geçiren kayıkçı. (Çev.)

{57} Cerberus: Cehennemin kapısının bekleyen üç başlı köpek. (Çev.)

{58} Poetika, I. Çeşitli yerlerde.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir