Irkçılığın ve cinsiyetçiliğin temel ilkeleri “suç karadır ya da kahverengi ya da en azından sarıdır.”

eduardo-galeano-3Tabi olanlar üstlerine sonsuza kadar itaat etmek zorundadır, kadınların erkeklere itaat etmek zorunda olmaları gibi. Bazıları yönetmek için doğuyor, bazıları yönetilmek için.
Irkçılık da tıpkı cinsiyetçilik gibi genetik miras olarak haklı gösteriliyor: Yoksullar tarih tarafından değil, biyoloji tarafından lanetleniyor. Kaderleri kanlarına yazılmış ve daha da kötüsü aşağılıklığın kromozomları suçun kötü tohumlarını taşıyor. Kara derili bir yoksul yaklaştığında tehlikemetre kırmızı ışık yakıyor ve alarm zilleri çalıyor.

Mitler, müritler ve lahitler
Amerika ve Avrupa’da da polis renklerini gizlemeyen tipleri avlıyor. Beyaz olmayan her zanlı, kolektif bilincin derinliklerinde görünmez mürekkeple yazılı kanunu doğruluyor; suç karadır ya da kahverengi ya da en azından sarıdır.
Bu şeytanlaştırma dünyanın tarihsel deneyiminden habersiz. Şu son beş yüzyılda, beyazların suçlarının hiç de az olmadığını kabul etmek gerekiyor. Rönesans zamanında, beyazlar dünya nüfusunun beşte birinden fazla değildi, ama şimdi ilahi iradenin taşıyıcısı oldukları söyleniyor. Tanrı adına, Amerika’da milyonlarca Yerliyi yok ettiler ve kim bilir kaç milyon siyahı Afrika’dan sürdüler. Yerlilerin vampirleri, kralları ve etlerini pazarlayan tüccarlardı beyazlar. Amerika ve Afrika’da, kalıtsal köleliğin temellerini attılar, böylece madenlerde ve plantasyonlarda, kölelerin çocukları da köle olarak doğuyordu. Yüzyıllar boyunca beyaz emperyal gücü dünyanın dört bir yanına kan ve barutla dayatmak için uygarlığın işlediği sayısız barbarlık eyleminin failleri de beyazlardı. Yirminci yüzyılda, çoğu sivil 74 milyon kişinin öldürüldüğü iki dünya savaşını Japonların yardımıyla organize edip uygulayan generaller ve devlet başkanları ve Nazi ölüm kamplarında, kızılları, çingeneleri ve eşcinselleri de kapsayan Yahudi soykırımını planlayıp gerçekleştirenler de hep beyazlardı.
Bazı halkların özgür, bazılarınınsa köle olmak için doğduğu yargısı gelmiş geçmiş bütün imparatorlukların adımlarına rehberlik etmiştir. Ama ırkçılığın Avrupa açgözlülüğünün hizmetinde ahlaki aklanma sistemi olarak öne sürülmesi, Rönesans’tan ve Amerika’nın işgalinden sonra olmuştur. Irkçılık o günden beri dünyaya egemen. Sömürgeleşen dünyada çoğunluğu dışarıda bırakıyor, sömürgeleştiren dünyada azınlıkları dışlıyor. Kolonyal çağın, baruta olduğu kadar ırkçılığa da ihtiyacı vardı ve Roma’daki papalar Tanrı’nın ağzından yok etme emri veriyorlardı. Uluslararası hukuk istilaya ve gasba yasal geçerlilik vermek için doğdu; bu arada ırkçılık askeri vahşetlere serbest çalışma izni bahşediyor, ele geçirilen insanların ve toprakların acımasızca sömürülmesini haklı gösteriyor.
Amerika’da üretilen yeni sözcük dağarcığı her insanın kan karışımına göre toplumsal merdivendeki konumunu belirliyor. Mulato beyaz ile siyahın melezinin adıydı, hâlâ da öyle, eşeğin ve atın kısır yavruları mula’ya açık bir gönderme bu; Avrupalıların, Amerikalıların ve Afrikalıların sürekli karışmasından doğmuş binlerce rengi sınıflandırmak için uydurulmuş daha pek çok terim var: Castizo, cuarteron, quinteron, morisco, cholo, albino, lobo, zambaigo, cambujo, albarazado, barcino, coyote, chamiso, zambo, jibaro, tresalbo, jarocho, lunarejo ve rayado gibi basit isimler ve sırtını dön, oradasın, ortaya çık ve seni anlamıyorum gibi birtakım karmaşık isimler; bu tropikal salsaların meyvelerini adlandırıyor ya da kalıtımsal mahkûmiyetlerin düzeyini tanımlamakta kullanılıyor.

Bütün bu isimlerden seni anlamıyorum en açıklayıcı olanı. Amerika’nın keşfi dedikleri o olaydan beri, beş yüzyıldır en çok “seni anlamıyorum”lardan mustaribiz. Kristof Kolomb Yerlilerin Hindi olduğunu, Kübalıların Çin’de yaşadığını, Haitililerin Japon olduğunu sanıyordu. Kardeşi Bartolomé kutsal olana saygısızlıktan altı Yerliyi yakarak Amerika’da ölüm cezasını kurdu: Suçlular yeni Tanrıları tohumları döllesin diye Katolik madalyonları toprağa gömmüşlerdi. İşgalciler Doğu Meksika kıyılarına vardıklarında, “Buranın adı ne?” diye sordular. Yöre halkı cevapladı: “Sizi anlamıyoruz.” O yörenin Maya dilinde bu ses “yucatán”a yakın bir sesti ve o günden beri Yucatán’a böyle deniyor. İşgalciler Güney Amerika’nın yüreğine kadar girdiklerinde sordular: “Bu gölün adı ne?”, yöre halkı cevapladı: “Su mu dediniz?” Bu da Guarani dilinde Ypacaraí’ye benzer bir sesti ve o günden beri Paraguay’un başkenti Asuncion yakınlarındaki bu gölün adı Ypacaraí. Yerliler her zaman tüysüzdüler, ama 1694’te Antoine Furetière, Dictionnaire Universel’inde onları “kıllı ve tüyle kaplı” olarak tanımladı; çünkü Avrupa ikonografi geleneği vahşilerin maymunlar gibi tüylü olduğu hükmüne varmıştı. 1774 yılında Guatemala’daki San Andrés Itzapan köyünde halka Hıristiyanlığı öğretmekle görevli rahip Yerlilerin Bakire Meryem’e değil de ayaklarına çöreklenmiş yılana taptıklarını keşfetti; Mayaların Tanrı inancında yılan eski dostlarıydı, ayrıca Yerlilerin haça büyük saygı gösterdiklerini keşfetti; çünkü haçın biçimi toprakla yağmurun karşılaşmasının temsili biçimine sahipti. Aynı sıralarda, Almanya’daki Konigsberg kentinde, Amerika’ya hiç gitmeyen filozof Immanuel Kant, Yerlilerin uygarlık yetisinden yoksun, dolayısıyla da yok edilmeye mahkûm olduklarını iddia ediyordu. Gerçekten de, Yerlilerin kendi doğalarıyla hiç ilgisi olmasa da imha gerçekleşti: Top ve ateşli silahlara hedef olmaktan Amerika’da bilinmeyen virüs ve bakterilerden, tarlalarda, altın ve gümüş madenlerinde bitmek bilmeyen mecburi çalışma günlerinden sonra hayatta kalan Yerlilerin sayısı pek fazla değildi. Ayrıca putperestlik günahı işledikleri için darağacına, büyük ateşlere, kamçıya mahkûm olarak ölenler de bir hayliydi: Uygarlık yetisinden yoksun olanlar doğayla uyum içinde yaşıyor ve şimdi de torunlarının birçoğunun inandığı gibi toprağın kutsallığına, toprak üzerinde yürüyen ve toprakta kalan her şeyin kutsal olduğuna inanıyorlardı.
Beyazlar bu yanılgılarını yüzyıllarca sürdürdüler. Arjantin’de XIX. yüzyılın sonlarında Güney’deki Yerlileri yok ettikleri askeri seferlere Çölün Fethi adını verdiler; o zamanlar Patagonya bugünkünden daha az çöl olduğu halde. Birkaç yıl öncesine kadar Arjantin nüfus müdürlükleri yabancı oldukları gerekçesiyle Yerli isimlerini kabul etmiyordu. Antropolog Catalina Buliubasich, ülkenin kuzeyindeki Salta yaylasındaki belgesiz Yerlilerin nüfus müdürlüğü tarafından kayıtlara geçirildiğini fark etti. Yerlilerin isimleri Chevrolet, Ford, Yirmi Yedi, Sekiz, On Üç gibi yabancı isimlerle değiştiriliyordu. Hatta bazılarına, Yerli nüfusa karşı iğrenmeden başka bir duygu taşımayan kurucu atalardan Domingo Faustino Sarmiento’nun adı bile verildi.

Bugün artık Yerliler büyük ölçüde, onların ağır emek gücüyle yaşayan ülkelerin ekonomileri için ölü bir yük olarak görülüyor ve bu ülkelerin model aldıkları plastik kültürü için bir safra olarak değerlendiriliyor. Demografik felaketin iyileştirilebildiği çok az ülkeden biri olan Guatemala’da dahi Yerliler nüfusun çoğunluğu olmalarına rağmen, dışlanan azınlık muamelesi görmenin acısını çekiyorlar: Melezler ve beyazlar, ya da beyaz olduğunu söyleyenler Miamililer gibi giyiniyor, yaşıyor ya da giyinmek ve yaşamak istiyor; yerli gibi görünmemek için. Bu arada binlerce yabancı hac ziyareti yapar gibi Yerli sanatının hayretler uyandıran yaratıcı hayal gücünün ürünü dokumaların satıldığı, dünyanın güzellik kalelerinden biri olan Chichicastenango pazarına akın ediyor. 1954 yılında iktidarı darbeyle ele geçiren Yüzbaşı Carlos Castillo Armas, Guatemala’yı Disneyland’a çevirmeyi düşlüyordu. Yerlileri cehaletten ve geri kalmışlıktan kurtarmak için resmi propaganda broşüründe açıkladığı gibi, “onlara dokumayı, nakışı ve diğer işleri öğreterek”, “estetik zevklerini uyandırmayı” önerdi. Bu kadar işin ortasında ölüm Yüzbaşı için büyük sürpriz oldu.

Yerlilere benzemişsin ya da zenciler gibi kokuyorsun, diyor bazı anneler yıkanmak istemeyen çocuklarına; hem de Yerlilerin ve zencilerin en çok olduğu ülkelerde. Oysa tarihin vakanüvisleri Yerlilerin yıkanma alışkanlıkları karşısında İspanyolların hayretlerini kayıtlara geçmişlerdi. Kanada’dan Şili’ye diğer Amerikalılara hijyen alışkanlıklarını aktarma inceliğini gösteren de Yerliler ve daha sonra da Afrikalı köleler oldu.
Hıristiyan inancı banyoyu şüpheyle karşılıyordu; günaha benziyordu, çünkü zevk veriyordu. İspanya’da Engizisyon zamanında belli bir sıklıkta banyo yapan kişi sapkın Müslümanlığını itiraf ediyor demekti ve hayatı ateşte yanarak sona erebilirdi. Bugünün İspanya’sında eğer Marbella’da tatil yapıyorsa Arap’a Arap denir, yoksul Arap Mağripli’den başka bir şey değildir, hatta ırkçılar için pis Mağripli’dir.

Granada’daki El Hamra Camii’ndeki su şenliğini ziyaret eden herhangi birinin bileceği gibi Müslüman kültürü, Hıristiyan kültürünün içmenin dışında her türlü suyu reddettiği zamanlardan beri bir su kültürüdür. Aslında, duş Avrupa’da oldukça geç yaygınlaştı; aşağı yukarı televizyonla aynı zamanda.

Yerliler korkar ve zenciler kaçar denir, ama işgal savaşlarında, bağımsızlık savaşlarında, iç savaşlarda ve Latin Amerika sınır savaşlarında top ateşleri için en öne sürülen bedenler hep onlarınkiydi. İspanyolların işgal zamanında Yerlileri kılıçtan geçirmek için kullandığı askerler Yerliydi. Ondokuzuncu yüzyıldaki bağımsızlık savaşı, her zaman ateş hattının en ön saflarına yerleştirilen Arjantinli siyahlar için bir kıyım olmuştu. Paraguay’a karşı savaşta, savaş alanlarını Brezilyalı siyahların cesetleri kapladı. Şili’ye karşı savaşta Peru ve Bolivya birlikleri Yerlilerden oluşuyordu, Perulu yazar Ricardo Palma’nın dediği gibi resmi görevliler “Yaşasın vatan” diye bağırarak kaçarken “bu iğrenç ve aşağılık ırk” sürüldü meydanlara. Son dönemde Peru ve Ekvator arasındaki savaşta ölü düşenler Yerlilerdi, Guatemala dağlarındaki Yerli toplulukları yok eden ordulardaki askerler de Yerli askerlerden başkası değil. Melez subaylar için her suç kanlarının yarısını akıtarak içlerindeki şeytanı kovdukları tüyler ürpertici bir ayin anlamına geliyordu.

Zenci gibi çalışıyor, derler aynı zamanda, zencilerin tembel olduğunu söyleyenler. Beyaz koşar, zenci kaçar denir. Koşan beyaz, parası çalınan adam; kaçan zenci de hırsızdır. Yoksul ve kovalanan gaucho’larla cisimleşen Martín Fierro bile, şeytan tarafından cehenneme odun kömürü olarak yaratılmış zencilerin ve Yerlilerin hırsız olduğunu düşünüyordu: Yerli Yerlidir işte ve istemez/ şartlarını değiştirmek/ hırsız Yerli olarak doğdu/ ve hırsız Yerli ölecek. Hırsız Yerli ve hırsız zenci: “Seni anlamıyorum” geleneği en çok soyulanların hırsızlar olduğunda ısrar ediyor.

Fetih ve kölelik zamanlarından beri, Yerlilerle siyahların elleri ve toprakları, emekleri, zenginlikleri, kelimeleri ve bellekleri çalındı. Plata Nehri’nde genelev anlamındaki quilombo, aynı zamanda kaos, düzensizlik ve gevşeme anlamına da gelir; ama bu Afrika sesi, aslında Bantu dilinden gelen bu sözcük başlama kampı demektir. Brezilya’da quilombo’lar kaçan kölelerin ormanın içinde kurdukları özgürlük alanlarıydı. Bu kutsal yerlerden bazıları uzun süre varlıklarını sürdürdü. Palmiyelerin özgür krallığı, tüm bir yüzyıl, Hollanda ve Portekiz güçlerinin otuzdan fazla askeri seferine direnen Alagoas’ın içlerinde yaşadı. Amerika’nın işgalinin ve sömürgeleştirilmesinin gerçek tarihi tükenmeyen haysiyetin hikâyesidir. O yüzyıllar boyunca isyansız geçen gün yoktu. Oysa resmi tarih marazi tavırlı hizmetkârlarını layık gördüğü iğrenmeyle bu ayaklanmaların hepsini tarihten sildi. Sonuç olarak, siyahlar ve Yerliler köleliği ve zorunlu çalışmayı kader olarak kabul etmeyi reddettiklerinde, evrensel düzene karşı isyan suçu işliyorlardı. Amip ve Tanrı arasında evrensel düzen uzun ve birbirini izleyen bir itaat zinciriyle kuruluyor. Güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, köleler de efendilerinin etrafında dönmek zorunda. Sömürge zamanlarından beri, sosyal eşitsizlik ve ırk ayrımcılığı kainatın armonisinin ayrılmaz parçaları. Böyle sürüp gidiyor ve yalnızca Amerika’da değil. 1995’te Pietro Ingrao İtalya’da şöyle diyordu: “Evde Filipinli bir hizmetçim var. Çok tuhaf, evinde beyaz hizmetçisi olan bir Filipinli aile hayal etmek çok zor geliyor.”
Egemen sınıfın önyargılarını bilimsel kategoriye yükseltme yeteneğindeki düşünürler hiçbir zaman eksik olmadı, ama on dokuzuncu yüzyıl bu konuda çok cömertti. Modern sosyolojinin kurucularından filozof Auguste Comte, neredeyse bütün meslektaşları gibi beyaz ırkın üstünlüğüne ve kadının kalıcı çocukluğuna inanıyordu. Comte’un şu temel ilke hakkında hiç şüphesi yoktu: Aşağı sosyal konuma mahkûm insanlar üzerinde hakimiyet kurma yetisine sahip olanlar beyazlardır.

Cesare Lombroso ırkçılığı kriminolojiye dönüştürdü. Bu İtalyan ve aynı zamanda yahudi profesör ilkel vahşilerin ne kadar tehlikeli olduklarını kanıtlamak için yarım yüzyıl sonra Hitler’in antisemitizmi kullandığı yönteme çok benzer bir yöntem geliştirdi. Lombroso’ya göre suçlular suçlu olarak doğardı ve suçluları ele veren hayvansı yüz hatları, Afrikalı siyahların ve Amerikalı Yerlilerin Moğol ırkından miras aldıkları hatlara çok benzerdi. Katillerin elmacık kemikleri çıkıktır ve kıvırcık kara saçları, seyrek sakalları, büyük köpek dişleri vardır. Hırsızlar yassı burunlu; tecavüzcüler ise şişkin dudaklı ve kalın kaşlıdır. Vahşiler gibi, suçlular da gülümsemez, bu onların utanmadan yalan söylemelerine yarar. Kadınlarsa gülümselerse de, Lombroso “normal sayılabilecek kadınlarda bile kriminolojik belirtiler görüldüğünü” de keşfetmiştir. Bir de devrimciler vardı tabii ki: “Asla simetrik yüze sahip bir anarşist görmedim,” diyordu Lombroso

Herbert Spencer’ın akıl imparatorluğuna atfettiği eşitsizlikler bugün piyasanın temel yasasını oluşturuyor. Yüzyıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, saptamalarından bazıları kulağa sanki şimdi söylenmiş gibi, bizim neoliberal zamanlarımıza aitmiş gibi geliyor. Spencer’a göre, en güçlü ve yetenekli insanlara güç veren doğal seleksiyon sürecine müdahale etmemesi için devlet parantez içine alınmalıdır. Toplumsal refah serseri soyunun sayısını katlamaktan başka bir işe yaramaz ve devlet okulu yalnızca hoşnutsuzluk üretir. Devlet alt ırklara yalnızca kol gücü isteyen işleri öğretmek ve onları alkolden uzak tutmakla yetinmeliydi.

Tıpkı polisin yaptığı aramalarda olduğu gibi, ırkçılık da neyi nereye koyduysa orada buluyor. Yirminci yüzyılın ilk yıllarına kadar, zekâyı ölçmenin yaygın yöntemi olarak beyni tartma uygulaması sürdü. On dokuzuncu yüzyılda beyinlerin müstehcen teşhirine yer veren bu bilimsel yöntem, Yerlilerin, siyahların ve kadınların çok daha hafif beyinleri olduğunu gösteriyordu. Bolivya’nın büyük entelektüel simalarından Gabriel René Moreno, eliyle tartarak Yerlilerin ve melezlerin beyinlerinin beyaz ırkın beyninden beş, yedi ya da on ons kadar hafif geldiğini kanıtlıyordu. Penis boyunun cinsel yeterlilikle ne kadar ilişkisi varsa, beynin ağırlığının da zekâyla o kadar ilişkisi vardı. Yani hiç. Ama bilim adamları ünlü beyinlerin avına devam ediyor ve operasyonlarındaki tutarsız sonuçlara rağmen yılmıyorlardı. Her ne kadar edebi yetenekleri benzer görünse de, Anatole France’ın beyni, İvan Turgenyev’inkinin yarısı ağırlığındaydı.

Okullarda öğretmenlerinin daha çok yardımına ihtiyaç duyan çocukları belirlemek gibi takdire şayan bir amaçla, yüzyıl önce Alfred Binet, Paris’te ilk zekâ katsayısı(IQ) testini icat etti. Bu yöntemin ölçülebilir olmayan zekâyı ölçmeye yaramadığını ve kimseyi diskalifiye etmek için kullanılmaması gerektiğini söyleyen ilk kişi yine Binet’in kendisiydi. Ama daha 1913 yılında ABD’li yetkililer Binet testi’ni New York kapılarında, hemen Özgürlük Heykeli’nin altında, yeni gelen Yahudi, Macar, İtalyan, Rus göçmenlere uygulamaya başladı ve böylelikle her on göçmenden sekizinin bir çocuk zekâsına sahip olduğunu öğrendiler. Üç yıl sonra Bolivyalı yetkililer Potosi’de devlet okullarında testi uygulamaya koydu: Her on çocuktan sekizi anormaldi. Ve o zamandan bugüne, sosyal ve ırksal önyargı insanlara birer numaraymış gibi davranan zekâ katsayısının bilimsel değerlerine başvurmaya devam ediyor. 1994 yılında, The Bell Curve adlı kitap ABD’de muhteşem bir satış başarısı yakaladı. İki üniversite profesörü tarafından yazılan kitap pek çok kişinin düşündüğü, ama söylemeye cesaret edemediği ya da fısıltıyla söylediği şeyi açıkça söylüyordu: Siyahların ve yoksulların, beyazlardan ve zenginlerden genetik miras olarak açıkça daha düşük zekâ katsayıları vardır ve bu nedenle onların eğitimine ya da sosyal ödeneklerine para akıtmak boşa kürek çekmek demektir. Yoksullar ve özellikle siyah yoksullar eşektir ve yoksul oldukları için eşek değil, eşek oldukları için yoksuldurlar.

Irkçılık yalnızca kendi önyargılarının aşikârlığının gücüne inanır. Afrika sanatı yirminci yüzyılın ünlü ressam ve heykeltraşlarının çoğunun temel esin kaynağı ve sıklıkla da utanmazca yararlanılan intihal nesnesi oldu. Aynı şekilde, Afrika kökenli ritimlerin dünyayı hüzünden ve esneyerek ölmekten kurtardığına şüphe yok. Afrika’dan gelen müzik olmasa, Brezilya’dan, ABD’den ve Karayip kıyılarından yükselen yeni büyülü tarzlar nasıl olurdu? Buna rağmen, Jorge Luis Borges’e, Arnold Toynbee’ye ve pek çok diğer değerli çağdaş entelektüele göre siyahların kültürel kısırlığı aşikârdı.

Amerika’da bizim kültürümüz pek çok annenin kızıdır. Çok kültürlü kimliğimiz, kendisini oluşturan parçaların doğurgan çelişkisiyle gerçekleştirir yaratıcı canlılığını. Ama biz kendimizi ve insanlık durumunun ihtişamını görmemek üzere eğitildik. Irkçılık Amerika’yı hasta etti, Kuzey’den Güney’e, kendisine körleştirdi. Benim kuşağımın Latin Amerikalıları, Hollywood tarafından eğitildi. Yerliler ekşi suratlı, tüylü ve savaş boyaları sürünmüş, yolcu arabalarının etrafında tur atmaktan başları dönmüş koştururdu. Afrika hakkında, hiçbir zaman Afrika’da bulunmamış bir romancı tarafından uydurulmuş Profesör Tarzan’ın öğrettiklerini bilirdik yalnızca.

Avrupa kökenli olmayan kültürler kültür değil, cehalettir; özetle aşağı ırkların yetersizliklerini anlamaya, turistlerin ilgisini çekmeye ve ulusal bayramlarla, yıl sonu partilerinde dekoratif görüntüler sunmaya yararlar. Oysa melez kültürün gerçek bahçelerinde Yerli ve Afrikalı kökler, Avrupalı muadilleriyle aynı muktedirlikte çiçek verirler. Verimli meyveleri yüksek sanat sayılmadığı gibi hor görülerek sanatın içinde zanaat, dinlerin içindeyse batıl itikat olarak adlandırılarak bertaraf edilir. Bilmezden gelinen, ama bilmez olmayan bu kökler, her ne kadar pek çok insan bilmese ya da görmemeyi tercih etse de aslında etten ve kemikten insanların gündelik yaşamından beslenirler. Sustuklarımız ve konuştuklarımızda, yiyeceklerimizi pişirme ve yeme biçimimizde, bizi dans ettiren melodilerde, oynayan oyunlarda, yaşamamıza yardım eden gizli ya da ortak bin bir törende her gün ne olduğumuzu açıklayan üsluplarıyla bizde yaşarlar.

Geçmişin Amerika’sından ve Afrika kıyılarından gelen kutsiyetler yüzyıllar boyunca yasaklandı. Bugün hâlâ hor görülseler de, artık gizlilik içinde yaşamıyor; kendilerine inanan, onları selamlayan ve onlardan iyilik isteyen pek çok melez ve beyazdan saygı görüyorlar. And ülkelerinde artık kadehini eğip ilk yudumunu toprak Tanrıçası Pachamama’nın içmesi için yere dökenler yalnızca Yerliler değil. Karayip Adaları’nda ve Güney Amerika’nın Atlantik kıyılarında deniz Tanrıçası Iemanyá’ya çiçekler ve meyveler sunanlar da yalnızca siyahlar değil. Yerlilerin ve siyahların Tanrılarının, var olabilmek için Hıristiyan azizleri kılığına girdiği zamanlar artık geride kaldı. Artık takip edilmiyor, cezalandırılmıyor, ama resmi kültür için küçümseme nesnesi olmaya devam ediyorlar. Yabancılaşmış, yüzyıllar boyunca aynaya tükürmek için eğitilmiş toplumlarımızda Amerika kökenli dinlerin ve esir tüccarlarının gemileriyle Afrika’dan gelen dinlerin egemen Hıristiyan dinleriyle aynı saygınlığa layık olduğunu kabul etmek çok zor geliyor. Daha fazla değil, ama biraz daha az da değil. Dinler mi? Hangileri, şu batıl itikatlar mı? Şu doğanın pagan yüceltilişi, şu insan tutkusunun tehlikeli seremonileri mi? Biçimsel olarak Pitoresk, hatta hoş bile olabilirler, ama sonuçta cehaletin ve geri kalmışlığın açık ifadeleridir bunlar.

Kara derili insanları ve onların kimlik sembollerini cehaletle ve geri kalmışlıkla özdeşleştiren geleneğin uzun bir geçmişi vardır. Dominik Cumhuriyeti’nde Generalisimo Rafael Leónidas Trujillo, gelişme yolunu açmak için 1937 yılında yirmi beş bin siyah Haitilinin maçetalarla parçalanmasını emretti. Generalisimo, Haitili bir babaannenin torunu bir mulato’ydu; yüzünü pudrayla beyazlaştırdığı gibi, ülkeyi de beyazlaştırmak istiyordu. Tazminat olarak Dominik Cumhuriyeti Haiti’ye ölü başına yirmi dokuz dolar ödedi. Karşılıklı uzun görüşmelerin sonunda Trujillo toplam 522 bin dolar ederinde on dokuz bin ölüyü kabul etti.

Bu arada, oradan çok uzakta Hitler, çingeneleri ve yıllar önce Almanya’ya Fransız üniformasıyla gelen Senegalli siyah askerlerin mulato torunlarını kısırlaştırıyordu. Nazilerin, Ari ırkın saflaştırılması planı, kalıtımsal hastalıkları olanlarla, suçluların kısırlaştırılmasıyla başladı ve daha sonra Yahudilerle devam etti.

Dünyada ilk insan ırkı ıslahı kanunu, 1901 yılında ABD eyaleti Indiana’da kabul edildi. 1930’a gelindiğinde, ABD’de zekâ özürlülerin, tehlikeli katillerin, tecavüzcülerin, “sosyal ahlaksız”, “uyuşturucu ve alkol bağımlıları” ve “hasta ve dejenere kişiler” gibi muğlak kategorilerin üyelerinin kısırlaştırılmasına yasal olarak izin veren eyaletlerin sayısı otuzu buldu. Kısırlaştırılanlar, elbette, çoğunlukla siyahlardı. Avrupa’da saf ırk ve sosyal hijyen hayallerinden esinlenen kanunlara sahip tek ülke Almanya değildi. Başkaları da vardı. Mesela İsveç’te, resmi kaynaklar 1930’lu yıllarda kabul edilen ve 1976’ya dek yürürlükten kaldırılmayan bir yasanın uygulanmasıyla yetmiş binden fazla insanın kısırlaştırıldığını yakın zamanda kabul etti.

Yirmili ve otuzlu yıllarda, Amerika’nın en itibarlı eğitimcilerinin ırkın yenileştirilmesi, türün iyileştirilmesi, çocukların biyolojik kalitesinin değiştirilmesi’nin gerekliliğinden bahsetmeleri çok normal bir şeydi. 1930 yılında, altıncı Panamerikan Çocuk Kongresi’nin açılışında, Perulu diktatör Augusto Leguía, “geç gelişen, yoz ve suçlu çocukluk” karşısında alarm çığlıkları atan Peru Ulusal Çocuk Kongresi’ne atıfta bulunarak etnik iyileştirme’ye vurgu yaptı. Bundan altı yıl önce, Şili’de gerçekleştirilen Panamerikan Çocuk Kongresi’nde, “saf ırk olmayan çocuklardan kaçınmak için atılan tohumların seleksiyona tabi tutulmasını” isteyen sesler oldukça fazlaydı. Bu arada Arjantin gazetesi La Nación, “ırkın geleceği için dikkat edilmesi” gerekliliğinden bahseden yazılar yayınlıyor ve Şili gazetesi El Mercurio ise Yerli mirasın, “alışkınlıkları ve cehaleti yüzünden bilimsel alışkanlıkların ve modern kavramların benimsenmesini zorlaştırdığını” kabul ediyordu.

Şili’deki bu kongrenin kahramanlarından biri, sosyalist tıp doktoru José Ingenieros 1905’te siyahların, yani bu “kepaze süprüntülerin” “tümüyle biyolojik gerçekler” nedeniyle köleliği hak ettiklerini yazmıştı. İnsan hakları “uygarlaşmış beyazlardan çok insanımsı maymunlara benzeyen maymunsu varlıklar” için geçerli olamazdı. Arjantin gençliğinin parlayan yıldızı İngenieros’a göre, “bu insan etinden döküntüler” vatandaşlık düşüncesini de unutmalıydılar, “çünkü hukuki anlamda kişi olarak kabul göremezlerdi.” Bu kadar acımasız terimlerle ifade etmese de, ondan birkaç yıl önce bir başka doktor, Brezilya antropolojisinin öncülerinden Raymundo Nina Rodrigues, “aşağı ırklar üzerine yapılan çalışmaların, bu ırkların organik ve beyinsel yetersizliklerinin çok iyi gözlenmesi açısından iyi örnekler sunduğunu” açıklamıştı.

Amerikalı entelektüellerin büyük çoğunluğu aşağı ırklar’ın ilerleme yolunu tıkadıkları yargısına sahipti. Neredeyse bütün devletler de aynı düşüncedeydi: ABD’nin güneyinde karışık evlilikler yasaktı ve siyahlar ne okullara, ne tuvaletlere, ne de beyazlara ait mezarlıklara girebiliyordu. Costa Rica’lı siyahlar serbest dolaşım belgesi almadan San José şehrine giremiyorlardı, hiçbir siyah El Salvador sınırını geçemiyor, Yerliler Meksika’daki San Cristóbal de Las Casas şehrinin kaldırımlarında yürüyemiyordu.

Bununla beraber, Latin Amerika’da ırk ıslah kanunları yoktu, belki de açlık ve polis o zamanlar bu işi üzerine aldığı içindir. Guatemala, Bolivya ya da Peru’daki Yerli çocuklar açlık ya da tedavi edilebilir hastalıklar yüzünden şu anda da sinekler gibi ölmeye devam ediyor. Brezilya şehirlerinde ölüm mangaları tarafından öldürülen her on çocuğun sekizi siyah. ABD’deki son ırk ıslah kanunu 1972’de Virginia’da yürürlükten kaldırıldı, ama yine de siyah bebeklerin ölüm oranı beyazlarınkinden iki kat fazla ve elektrikli sandalye, enjeksiyon, hap, kurşuna dizme ya da darağacı yöntemiyle ölüm cezasına çarptırılan her on yetişkinden dördü siyah.

İkinci Dünya Savaşı’nda, pek çok Kuzey Amerikalı siyah Avrupa’daki savaş meydanlarında öldü. Bu arada ABD Kızılhaçı, yatakta yasaklanan karışımın, kan nakli yoluyla gerçekleşmesini engellemek için siyahların kanının beyazlara verilmesini yasaklıyordu. William Faulkner’in bazı harika eserlerinde ve Ku Klux Klan’ın kukuletalılarının pek çok vahşetinde açık edildiği gibi kirlilik korkusu Kuzey Amerikan kâbuslarından hâlâ kaybolmayan bir hayalettir. Yurttaşlık hakları hareketinin son yıllarda kazandığını büyük başarıları kimse inkâr edemez. Siyahların şartları çok iyileşti. Bununla beraber, beyazların iki katı işsizlik sorunları var ve üniversitelerden çok cezaevlerine giriyorlar. Her dört ABD’li siyahtan birinin cezaevine yolu düşüyor ya da orada yaşıyor. Başkent Washington’da her dört siyahtan üçü en az bir kere tutuklanmış. Los Angeles’ta pahalı arabalara binen siyahlar, kendilerini sürekli aşağılayan ve bazen, tıpkı 1991’de şehri yerinden oynatan kolektif öfke patlamasına yol açan olayda Rodney King’e yaptıkları gibi tartaklayan polis tarafından düzenli olarak durduruluyorlar. 1995’te, Arjantin’deki ABD Büyükelçisi James Cheek ulusal patent yasasını, bu utangaç bağımsızlık çabasını, “Burundi’ye yakışır bir şey” diyerek kınadı, ama ne Arjantin’de, ne ABD’de, ne de Burundi’de kimsenin kılı bile kıpırdamadı. Bu arada şunu söylemek gerek, o sırada Burundi’de de, tıpkı Yugoslavya’daki gibi savaş vardı. Uluslararası haber ajanslarına göre, Burundi’de kabileler karşı karşıyaydı, ama Yugoslavya’dakiler, etnik grup, ulus ya da dini gruplardı.

Bundan iki yüzyıl önce, Hispano Amerikan gerçekliğini iyi kavrayan Alman bilim adamı Alexander von Humboldt şöyle yazıyordu: “Az çok beyaz bir deri, insanın toplumda hangi sınıfa gireceğine karar veriyor.” Ve bu cümle, her ne kadar Bolivya’da yakın zamana kadar Yerli bir başkan yardımcısı olsa ve ABD bol madalyalı siyah bir generali, öne çıkmış birkaç siyah politikacıyı ya da iş dünyasında zafer kazanan bazı siyahları sergiliyor olsa da, gerçekleşen şüphe götürmez değişikliklere rağmen, yalnızca Hispanik Amerika’yı değil, Kuzey’den Güney’e bütün Amerika’yı bir hayli tanımlamaya devam ediyor.

On sekizinci yüzyılın sonlarında, zenginleşen az sayıda Latin Amerikalı mulato İspanyol Krallığı’ndan certificados de blancura ya da Portekiz Krallığı’ndan cartas de branquidao satın alabiliyordu. Bu ani deri değişikliği onlara, sosyal değişime karşılık gelen hakları da bahşediyordu. Devam eden yüzyıllarda, bazı durumlarda para, istisnai olarak da yetenek benzer simyalar için yeterli olmaya devam etti. On dokuzuncu yüzyılın en iyi Latin Amerikalı yazarı Brezilyalı Machado de Assis mulato’ydu ve vatandaşı Joaquim Nabuco’nun söylediğine göre üstün edebi eserleri sayesinde beyaza dönüşmüştü. Ama, genel olarak, rahatlıkla söylenebilir ki, Amerika’da ırksal demokrasi denen şey, tam olarak sosyal piramide benzer; zirvedeki zenginler beyazdır ya da beyazdan sayılır.

Kanada’daki Yerlilerin başına da ABD’deki siyahların başına gelenlerin oldukça benzeri geliyor: Nüfusun yüzde beşinden fazla değiller, ama her on mahkûmdan üçü Yerli ve bebek ölüm oranı beyazlarınkinden iki kat fazla. Meksika’da Yerli nüfusun ücretleri ortalama gelirin yarısına zorlukla ulaşırken, beslenme yetersizliği iki kattır. Üniversitelerde, pembe dizilerde ve televizyon reklamlarında kara derili Brezilyalıya çok ender rastlanır. Brezilya resmi kayıtlarında, siyahlar gerçekte olduğundan çok daha azdır ve Afrika dinlerine inananlar Katolik olarak görünürler. Siyah atalara sahip olmayan pek kimsenin olmadığı Dominik Cumhuriyeti’nde, kimlik belgelerine deri rengi yazılır, ama siyah kelimesi asla görünmez:
– Bütün hayatları boyunca rezil olmamaları için “siyah’’yazmıyorum, diye açıkladı bir memur bana.

Dominik’in siyahların ülkesi Haiti’yle sınırı Kötü Kapı olarak anılıyor. Latin Amerika’da görünümüne önem veren eleman arayan bütün iş ilanları, aslında açık tenli eleman arar. Lima’daki siyah avukatı, yargıçlar hep sanıkla karıştırır. 1996’da São Paulo Belediye Başkanı, resmi olmayan binalarda asansörlerin kullanımını herkese açtığını duyurdu. O güne kadar asansörler, yoksullara, yani siyahlara ve mulato’lara yasaktı. Bu yılın sonlarında, Noel arifesinde, Arjantin’in kuzeyindeki Salta Katedrali’nde İsa’nın doğumunu anlatan tablo infial yarattı. Kutsal figürlerin Yerli hatları ve Yerli giysileri vardı çobanlar, büyücü krallar, Bakire Meryem, Aziz Jose, hatta yeni doğmuş İsa bile Yerliydi. Saldırı bu boyutta devam edemezdi. Yerel yüksek sosyetenin öfkesi ve yangın tehditleri karşısında tablo emekliye ayrıldı.

Daha işgalin ilk yıllarında, Yerlilerin bu dünyada hizmetçiliğe, öteki dünyadaysa cehenneme mahkûm olduğu açıktı. Amerika’da şeytanın hüküm sürdüğünü gösteren kanıtlar çoktu. En çürütülemez kanıtların başında, Karayip Denizi kıyılarında ve diğer bölgelerde homoseksüelliğin özgürce yaşanması geliyordu. Kral Alfonso’nun emriyle, 1446’dan bu yana Portekiz’de homoseksüeller yakılıyordu. “Genel kanunla emrediyor ve hükmediyoruz ki, her ne şekilde olursa olsun böyle bir günah işleyenler, ne bedenleriyle ne de mezarlarıyla hafızalarda kalmamaları için yakılacak ve ateş tarafından toza dönüştürülecektir.” 1497’de İspanya’nın Katolik kralları Isabel ve Fernando da o zamana kadar taşlanarak ya da darağacında asılarak öldürülen iğrenç sodom günahını işleyen suçluların canlı canlı yakılmasını emrettiler. Amerika’yı işgal eden savaşçılar da örnek ölümler teknolojisine dikkate değer bazı katkılarda bulundular. 1513’te Pasifik Okyanusu’nun keşfi olarak adlandırılan günden iki gün önce, kaptan Vasco Nuñez Balboa, doğaya karşı o tiksinç günahı işleyen elli Yerliyi köpeklere yedirdi. Onları canlı canlı yakmak yerine insan eti yemede uzmanlaşmış köpeklerin önüne attı. Gösteri, yakılan kemiklerin ışığı altında Panama’da sahnelendi. Balboa’nın köpeği Leoncico parçalama sanatındaki ustalığı karşılığında bir asteğmen maaşına layık görüldü.
Neredeyse beş yüzyıl sonra, 1997 Mayıs’ında, Brezilya’nın São Gonçalo de Amarante adlı küçük bir şehrinde, bir adam on beş kişiyi öldürdü ve göğsüne bir kurşun sıkarak intihar etti; şehirde onun homoseksüel olduğu söyleniyordu. Fetihten beri kurulu düzen İncil geleneğini ayakta tutmak için canla başla savaştı, ama bunu -mazallah- dünvevi malları toplumsallaştırarak değil, onun en korkunç fobilerini evrenselleştirerek yaptı.

Günümüzde, özellikle Kuzey ülkelerinde gay ve lezbiyen hareket geniş özgürlük alanları ve saygınlık kazandı, ama hâlâ gözleri perdeleyen örümcek ağları var. Hâlâ homoseksüelliği kefareti olmayan bir suç olarak gören çok kişi var. Silinmez ve bulaşıcı bir leke ya da masumları baştan çıkaran yıkıma bir davet: Günahkâr, hasta ya da suçlu, nasıl bakıldığına göre değişir, ama her halükârda kamusal bir tehlike oluşturuyorlar. Pek çok homoseksüel Kolombiya’da sosyal temizlik grupları’nın, Brezilya’da ölüm mangalarının ya da dünyanın dört bir yanında döverek, ya da bıçaklayarak ya da ateş ederek şeytanlarını kovan sivil giyimli ya da üniformalı fanatiklerin kurbanı oluyor. Bahia Gay grubundan antropolog Luiz Mott’a göre, son on beş yılda Brezilya’da öldürülen homoseksüellerin sayısı bin sekiz yüzden az değil. Resmi polis kaynakları, “Birbirlerini öldürüyorlar” diyor, “ibnelerin işleri”. Afrika’da savaşlara dair çok sık duyulan açıklamadır: “Zencilerin işleri” ya da Amerika’daki Yerli katliamları için “ Yerlilerin işleri”.

“Kadınların işleri” de denir. Irkçılık ve cinsiyetçilik aynı kaynaktan sulanır ve benzer kelimeler tükürür. Kriminolog Eugenio Raúl Zaffaroni’ye göre ceza yasasının kurucu metni, insanlığın yarısına karşı yazılmış ve 1546’da yayınlanmış Cadıların Tokmağı adlı Engizisyon’un el kitabıydı. Engizisyoncular ilk sayfasından son sayfasına kadar bütün el kitabını biyolojik yetersizlikleri nedeniyle kadınının cezalandırılmasını haklı çıkarmaya ayırmışlardı. Havva’nın aptallığı yüzünden Tanrı bizi cennetten attığından ve beyinsiz Pandora dünyayı mutsuzluklarla dolduran kutuyu açtığından beri kadınlar İncil ve Yunan mitolojisi tarafından kötü muameleye maruz bırakıldılar. “Kadının kafası erkektir” diye açıklıyordu Aziz Pablo Korentlilere ve on dokuz yüzyıl sonra sosyal psikolojinin kurucularından Gustave Le Bon, “zeki bir kadının, iki kafalı bir goril kadar az görüldüğünü” kanıtlıyordu. Charles Darwin sezgi gibi bazı kadınsı erdemleri kabul ediyordu, ama bunlar “aşağı ırklara özgü erdemlerdi.”
Amerika’nın işgalinin ilk günlerinden beri, homoseksüeller erkeklik durumuna ihanetle suçlanmışlardı. İsminden de anlaşılacağı gibi erkek olan Efendimiz’e sövgülerin en affedilmezini, “kadın olmak için yalnızca memeleri ve doğurganlıkları eksik olan” bu Yerlilerin efemineliği oluşturuyordu. Günümüzde lezbiyenler de kadınlık durumuna ihanetle suçlanıyor, çünkü bu yozlaşmışlar da üremiyorlar. Çocuk yapmak, sarhoşların elbisesini çıkarmak, azizleri giydirmek için doğan kadın geleneksel olarak Yerliler gibi, siyahlar gibi doğuştan aptallıkla suçlandı. Ve onlar gibi tarihin kenar mahallelerine mahkûm oldu. Amerika’nın resmi tarihi yalnızca itibarlı adamların sadık gölgelerine, kendini adamış analara ve acı çeken dullara küçük bir yer verir: bayrak, nakış ve yas. Her ne kadar maço tarihçiler onların savaşçı erdemlerini alkışlamayı iyi becerseler de, Amerika’nın işgalinde savaşan Avrupalı kadınlardan ya da Amerika’da doğmuş, bağımsızlık savaşlarında kılıç kuşanan melez kadınlardan çok nadir bahsedilir. Sömürge çağındaki pek çok isyandan bazılarının başını çeken Yerli ve siyah kadınlardansa çok daha az bahsedilir. Görünmez olan bu kadınlar, mucize eseri olarak çok çok nadir, ancak çok fazla eşeleyince ortaya çıkarlar. Kısa bir süre önce Surinam hakkında bir kitap okurken, özgürlerin kadın şefi Kaála’yı keşfettim, kutsal asasıyla kaçak köleleri yönetiyordu, aşklara zaafı olduğu için kocasını terk etmiş ve ceza olarak onu öldürmüştü.
Yerliler ve siyahlar gibi kadın da aşağı ırktır, ama tehdit eder. “Kadının iyiliğindense erkeğin kötülüğü yeğdir,” diye uyarır Tevrat (42,14) Ulises de erkekleri ayartan ve esir alan sirenlerin şarkılarına karşı dikkatli olması gerektiğini çok iyi bilir. Silahların ve kelimelerin eril tekelini haklı göstermeyen hiçbir kültürel gelenek, kadının değersizliğini sürekli vurgulamayan ya da onu tehlike olarak göstermeyen hiçbir popüler kültür yoktur. Miras olarak aktarılan atasözleri kadının ve yalanın aynı gün doğduğunu, kadının sözünün zerre kadar değeri olmadığını öğretir. Latin Amerika köylü mitolojisinde, intikam peşinde koşanlar, korkunç ruhlar, geceleri yolcuların yolunu bekleyen kötü ışıklar her zaman kadın hayaletlerdir. Uykuda veya uyanıkken erkekler, kadınların onlara yasaklanan haz ve iktidar alanlarını işgal edeceklerine dair korkularını ele verirler ve bu yüzyıllardır böyledir.

Cadı avı kurbanlarının, üstelik yalnızca engizisyon zamanlarında da değil, hep kadınlar olması sebepsiz değildir. Kasılmalar ve iniltiler, belki orgazmlar, hatta daha beteri çoklu orgazmlar, kadınların cadılığının en açık delilleridir. Böylesine yasak bir ateşi yalnızca şeytanın ruhuna sahip oluşu açıklayabilir, zaten kadın da bu ateş yüzünden cezalandırılır. Yanıp tutuşan kadın günahkârların canlı canlı yakılmasını Tanrı emrediyordu. Kadın hazzı karşısında duyulan kıskançlık ve korku yeni değildir. Çağlar boyunca pek çok kültürde ve dünyanın dört bir yanında ortak en eski ve evrensel söylencelerden biri, erkeklerin etiyle beslenen doymak bilmeyen piranha ağzı misali dişli bir vajinadır. Ve bugünün dünyasında, klitorisleri kesilmiş yüz yirmi milyon kadın bulunmaktadır.
Şüpheden muaf kadın yoktur. Bolerolara göre hepsi nankör, tangolara göre anneler hariç hepsi orospudur. Güney ülkelerinde her üç evli kadından biri, yaptıklarının ve yapabileceklerinin cezası olarak evlilik hayatının ayrılmaz bir parçası olarak düzenli dayak yer:
– Uyuyoruz, diyor Montevideo’da Casavalle mahallesinden bir kadın işçi, bir prens seni öpüyor ve uyutuyor. Uyandığındaysa yoruluncaya kadar dövüyor.
Bir başkası:
– Bende annemin korkusu var, annemde de anneannemin korkusu.

Mülkiyet haklarının onaylanması: Erkek sahip darbelerle dişi üzerindeki mülkiyet hakkını kanıtlıyor, tıpkı dişi ve erkeğin döverek çocukları üzerindeki mülkiyet haklarını kanıtlamaları gibi.
Ya tecavüzler, acaba bu hakkın şiddetle kutlandığı ayinler değil mi? Tecavüz eden zevk aramaz, ne de zevk alır, teslim almaya ihtiyaç duyar. Tecavüz, kurbanın kalçasına kan revan içinde bir sahiplik işareti kazır. Bu, eskiden beri mızrakla, kılıçla, tüfekle, topla, roketle ve diğer ereksiyonlarla ifade edilen iktidarın fallik karakterinin en hayvani ifadesidir. ABD’de her altı dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Meksika’da her dokuz dakikada bir. Meksikalı bir kadın şöyle diyor:
– Tecavüze uğramak ve bir kamyon tarafından ezilmek arasında fark yok, sadece tecavüzden sonra erkekler sana hoşuna gitti mi, diye soruyor.

İstatistikler yalnızca şikâyet edilerek bildirilen tecavüzleri kayda geçiyor ve bu Latin Amerika’da gerçekleşen tecavüzlerin çok altındadır. Çoğunlukla tecavüze uğrayanlar korkudan susuyor. Evlerinde tecavüze uğrayan pek çok kız çocuğu kendini sokakta buluyor, sokakta ucuz beden olarak çalışıyor ve bazıları, bütün sokak çocukları gibi evlerini asfaltlarda kuruyorlar. Tanrı’nın lütfu sayesinde Rio de Janeiro sokaklarında büyüyen on dört yaşındaki Lélia şöyle diyor:
– Herkes çalıyor. Ben çalıyorum, benden de çalıyorlar.
Lélia bedenini satarak çalıştığında ona çok az para veriyor ya da onun yerine yumruk veriyorlar. Ve çaldığında, polisler çaldıklarını ondan çalıyor, üstelik bedenini de.
Mexico City’nin sokaklarına düşen, on altı yaşındaki Angélica şöyle anlatıyor:
– Anneme ağabeyimin beni taciz ettiğini söyledim, o da beni evden kovdu. Şimdi bir oğlanla birlikte yaşıyorum ve hamileyim. Bana bakacağını söylüyor, tabii oğlan doğurursam. Kız doğurursan, olmaz diyor.
“Bugünün dünyasında kız doğmak bir risk,” diye onaylıyor UNICEF’in kadın yöneticisi ve feminist hareketlerin bütün dünyada elde ettiği kazanımlara rağmen, kadının çocukluğundan itibaren maruz kaldığı ayrımcılığı ve şiddeti vurguluyor. 1995’te, Pekin’deki uluslararası kadın konferansı günümüz dünyasında kadınların yaptıkları işin karşılığı olarak erkeklerin kazandığının üçte birini kazandıklarının altını çiziyordu. Her on yoksuldan altısı kadın ve ancak her yüz kadından biri mülkiyet sahibi. İnsanlık, tek kanatlı kuş; çarpık uçuyor. Parlamentolarda ortalama olarak her on kanun yapıcıdan biri kadın, ama bazı parlamentolarda hiç kadın yok. Kadının evdeki, fabrikadaki ve bürodaki somut yararlılığı kabul ediliyor, hatta yatakta ve mutfakta elzem olabilecekleri itiraf ediliyor, ama kamusal alan potansiyel olarak savaşmak ve iktidar mücadeleleri için doğan erkeklerin tekelinde. Birleşmiş Milletler’e bağlı UNICEF kolunun başında bir kadının, Carol Bellamy’nin bulunması çok sık rastlanan bir durum değil. Birleşmiş Milletler eşitlik hakkını telkin ediyor, ama uygulamıyor. Bu en büyük uluslararası örgütte kararların alındığı üst düzey görevlerde her on konumdan sekizini erkekler işgal ediyor.

Eduardo Galeano
TEPETAKLAK
Tersine Dünya Okulu
Çitlembik Yayınları

Previous Story

Kusursuzluğun o ürkütücü sessizliğiyle Metin Altıok – Turgut Uyar

Next Story

Almodovar Teoremi, Enigma ve Son Devrimin Güncesi kitaplarıyla tanıdığımız Antoni Casas Ros ile söyleşi

Latest from Denemeler

Orwellvari Bir Cehennem – Ulus Baker

Çağımız, kitleler karşısında duyulan bir korku içinde. Bu korku bir taraftan devletçi bir mutlakçılığın imgelerini, öte yandan kamu vicdanının elektronik bir denetimini de birleştirmekten

İnsan ve Dans – Sevcan Atak

İnsan kendi bilincine vardıktan sonra kendini var etme ve öz savunma mekanizması olarak toplumsallığını oluşturmuştur. Bir yandan doğadan, doğanın bağrından geldiği için onu taklit
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ