İşsizlik – Orhan Veli

İşsizlik

İş­siz­lik kö­tü şey ves­se­lam. İş­siz­li­ğin kö­tü ol­du­ğu­nu da yal­nız aç kal­dı­ğım za­man­lar dü­şü­nü­yo­rum. Can sı­kın­tı­sın­dan bu­nal­dı­ğım sı­ra­lar­da da dü­şün­sem ya. Ol­mu­yor. Bu bah­çe­ye de hep böy­le za­man­la­rım­da ge­li­rim. Ne­den aca­ba? Et­raf­ta­ki­le­rin de ço­ğu iş­siz.

Bu bah­çe sa­de­ce ka­der­le­ri bu yol­da or­tak olan­la­rı mı çe­ki­yor der­si­niz. Ola­bi­lir. Va­kit öğ­le­yi ge­çi­yor. Aç­lık­tan bah­set­tim ama pek de aç de­ği­lim. Bu­nun­la be­ra­ber, ne­den bil­mem, et­raf­ta­ki­ler­den uta­nı­yo­rum. Her­ke­sin ye­me­ğe git­ti­ği bir sa­at­te be­nim, pa­ra­sız pul­suz bu­ra­lar­da do­laş­mam bir suç­muş gi­bi ge­li­yor ba­na. Boş sı­ra­lar­dan bi­ri­ne otur­dum; dü­şün­me­ye baş­la­dım. Be­re­ket ver­sin cı­ga­ram var. O da ol­ma­sa fe­la­ket.

Bil­mem ne da­ğın­da­ki pet­rol ara­ma kam­pın­da bir iş tek­lif et­miş­ler­di. Git­sey­dim kö­tü mü olur­du san­ki. Ena­yi­lik iş­te, pa­ray­la pul­la de­ğil ki! Bir odam olur­du hiç ol­maz­sa, ev ki­ra­sı dü­şün­mez­dim. Ye­mek pa­ra­sı dü­şün­mez­dim. Sa­bah­la­rı acı kah­ve­mi içe­bi­lir, öğ­le ak­şam ye­mek­le­ri­ni kam­pın tabl­do­tun­dan yi­ye­bi­lir­dim. Tabl­do­tu dü­şü­nür dü­şün­mez kar­nım gu­rul­da­ma­ya baş­la­dı. De­mek acık­mı­şım. Şu ye­mek de­ni­len şey de tu­haf bir şey. İn­san­lar ne­ler icat et­miş­ler! Dü­pe­düz ot ye­mek, ya­hut çiğ çiğ et ye­mek du­rur­ken ne­ler çı­kar­mış­lar or­ta­ya! Ba­lı­ğı de­niz­den tu­ta­cak­sın. Baş­ka çe­şi­di olur­sa ol­maz, lev­rek ola­cak. Ate­şi ya­ka­cak­sın, su­yu kay­na­ta­cak­sın, lev­re­ği içi­ne ata­cak­sın, haş­lan­dık­tan son­ra çı­ka­ra­cak­sın, bir ta­ba­ğa ko­ya­cak­sın, so­ğu­ta­cak­sın, baş­ka bir ka­bın içi­ne ta­vuk­tan çı­kan yu­mur­ta­yı kı­ra­cak­sın, baş­la­ya­cak­sın çal­ka­la­ma­ya, yu­mur­ta hep ay­nı ta­ra­fa doğ­ru çal­ka­la­na­cak, bir yan­dan in­ce in­ce zey­tin­ya­ğı dö­ke­cek­sin, zey­tin­ya­ğı ip­lik gi­bi dö­kü­le­cek. Zey­tin­ya­ğı­nın da hi­kâ­ye­si ay­rı: Zey­ti­ni dal­dan ko­pa­ra­cak­sın, eze­cek­sin, ya­ğı­nı ala­cak­sın. Mut­la­ka zey­tin ola­cak. Fın­dık ol­sa ol­maz, su­sam ol­sa ol­maz, pa­muk ol­sa ol­maz, zey­tin. Zey­tin­ya­ğı ip­lik gi­bi dö­kü­le­cek. Yu­mur­tay­la zey­tin­ya­ğı ko­yu­laş­tı mı bi­raz, li­mon dam­la­ta­cak­sın. Onun da ka­ra­rı var. Faz­la dam­la­tır­san ke­si­li­ve­rir. Yu­mur­tay­la zey­tin­ya­ğı kı­va­mı­nı bu­lun­ca bir ka­şık­la onu so­ğu­muş lev­re­ğin üs­tü­ne gez­di­re­cek­sin. Ol­du mu sa­na ma­yo­nez­li lev­rek? Kim bi­lir bel­ki de ol­ma­dı. Ol­maz­sa ol­ma­sın, ah­çı de­ği­lim ya!

Ma­yo­nez­li lev­re­ğin de ne hoş bir ko­ku­su var­dır! Acı ce­vi­ze ben­zer. Lez­zet­le ko­ku­nun bir­bi­ri­ne ben­ze­di­ği­ni de ilk de­fa dü­şü­nü­yo­rum. Hem, bi­ra­der, ne­ne la­zım se­nin ma­yo­nez­li lev­rek? Ona dü­şü­ne­ce­ği­ne ek­mek dü­şün­se­ne! Oh, ca­nım ek­mek! Sı­cak ek­mek! Ta­ze ek­mek! Ye­ni çı­kar­ken ne gü­zel ko­kar fı­rın­la­rın önü! Fı­rın­dan ye­ni çık­mış ek­mek ne gü­zel ya­kar in­sa­nın eli­ni!

Evet, pet­rol kam­pı­na git­me­liy­dim. Ger­çi şe­hir­den, ta­nı­dık­lar­dan uzak ka­la­cak­tım. Ama ne çı­kar? Ora­da da ah­bap­lar bu­la­maz mıy­dım? Bir pet­rol kam­pın­da ne gi­bi ah­bap­lar bu­lu­na­bi­lir, şim­di de onu dü­şü­nü­yo­rum. Me­se­la Ame­ri­ka­lı bir mü­hen­dis bu­lu­na­bi­lir. Me­se­la Tek­saslı­dır. Ma­ce­ra do­lu bir ha­ya­tı var­dır. Pet­rol işi ma­ce­ra işi­dir. Ne­re­den ne çı­ka­ca­ğı­nı kim­se bil­mez. Je­olo­ji ka­ide­le­ri­ne gö­re bir yer­de pet­rol da­ma­rı­na rast­la­mak ge­re­kir; araş­tır­ma­la­ra gi­ri­şi­lir; yıl­lar­ca uğ­ra­şı­lır, bir şey çık­maz, pet­rol, yüz­yıl­lar­ca ev­vel, ora­dan kaç­mış, baş­ka ye­re git­miş­tir. Bu­na kar­şı­lık, hiç umul­ma­dık bir yer­den de gü­nün bi­rin­de pet­rol çı­kı­ve­rir. İn­san bü­tün öm­rü­nü bir ha­yal pe­şin­de tü­ke­te­bi­lir; ya­hut bir an­da zen­gin ola­bi­lir. Pet­rol, bü­yük bir at ya­rı­şı­dır. Ma­ce­ra işi­dir, ku­mar işi­dir. Ha­ya­tı ma­ce­ray­la do­lu Tek­sas­lı da bir ku­mar­baz­dır. İh­ti­mal iç­ki de içer. İh­ti­mal gü­zel bir ka­rı­sı var­dır. İç­ki ile ku­ma­ra faz­la düş­kün in­san­la­rın ka­rı­la­rı bi­raz uça­rı olur. İh­ti­mal… Ney­se, ge­çe­lim bun­la­rı. Ağ­zı iç­ki ko­kan, tü­tün ko­kan, gü­nün bi­rin­de bir ku­mar ma­sa­sın­dan mil­yon­lar vu­ra­rak kal­ka­cak bir er­ke­ğin de, bir ka­dın için çe­ki­ci ta­ra­fı yok mu? Ama Tek­sas­lı kim­den vu­ra­cak mil­yo­nu? Biz­den mi? Kon­du öy­ley­se yağ­lı kuy­ru­ğa. “Ulan, a ke­ra­ta! Ku­mar dü­şü­ne­ce­ği­ne kar­nı­nı do­yur,” de­se hak­sız mı?

Bir kun­du­ra bo­ya­cı­sı gel­di, gö­zü ayak­kap­la­rım­da, “Bo­ya­ya­lım, be­yim!” de­di. “Eş­şoğ­lu eşek! Ben şim­di bo­ya mı dü­şü­nü­yo­rum? Çek ba­ka­lım ara­ba­nı şu­ra­dan,” di­ye­cek­tim; di­ye­me­dim. Ki­bar­lı­ğım bı­rak­ma­dı. “Ha­yır, kar­de­şim, is­te­mez,” di­ye tat­lı­ya bağ­la­dım.

İh­ti­mal baş­ka ah­bap­lar da bu­lur­dum pet­rol kam­pın­da. Me­se­la, yaş­lı bir mu­ha­se­be­ci. Bi­raz ala­tur­ka, bi­raz eh­li­ke­yif, hay­van me­rak­lı­sı bir adam. Me­se­la ke­di bes­ler. Ke­di­si­nin bir adı var­dır. Me­se­la Pa­muk. Ya ken­di adı? Ken­di adı Et­hem Bey ol­ma­lı. Et­hem Be­yin ak­si­ne pek alaf­ran­ga bir de genç bu­lun­ma­lı kamp­ta. Mev­kii şef ol­ma­lı. İn­gi­liz­ce bil­me­li. Et­hem Be­ye inat, Er­do­ğan kö­pek bes­le­me­li. Er­do­ğan da kim? Ha! Er­do­ğan da iş­te o gen­cin adı. Kö­pe­ği­nin de bir adı ol­ma­lı. Ne ol­ma­lı? Et­hem Be­ye inat, alaf­ran­ga bir isim. Me­se­la Ro­bin­son. Ger­çi pet­rol kam­pın­dan de­niz gö­rün­mez. Ama ne çı­kar, kö­pe­ğin adı Ro­bin­son ol­sun.

Er­do­ğan bi­raz şi­ir­le uğ­raş­ma­lı. Yaz­ma­ma­lı da, ko­nuş­ma­lı. Ara sı­ra mıs­ra­lar oku­ma­lı. Ne iyi olur­du! Onun­la hep şi­ir­den söz açar­dık. O, ih­ti­mal, gi­yi­mi ku­şa­mıy­la mo­dern bir genç ol­ma­sı­na rağ­men, ka­fa­sıy­la bir hay­li es­ki ola­cak­tı. Me­se­la şa­ir ola­rak Ha­şim’i se­ver­di. Hat­ta Ha­şim’i sev­me­yi bir ile­ri­lik bi­le sa­ya­bi­lir­di. Ben­se Nâ­zım Hik­met’i se­ve­rim; bir tür­lü an­la­şa­maz­dık. O ba­na “şi­ir­le mad­de­nin bağ­da­şa­ma­ya­ca­ğı­nı, şi­irin, gö­rün­mez par­mak­la­rın içi­miz­de­ki tel­ler­den çı­kar­dı­ğı ila­hi nağ­me­ler ol­du­ğu­nu” söy­ler­di. Za­val­lı ben, bu söz­ler­le ne de­mek is­te­di­ği­ni sor­ma­ya bi­le ce­sa­ret ede­mez­dim. Onun inan­cı­nı sars­ma­ya gü­cüm yet­mez­di ki! Ama ne olur­sa ol­sun, bü­tün sof­ta­lar gi­bi, bu de­li­kan­lı­nın da se­vim­li ta­raf­la­rı ola­bi­lir­di. Ken­di­si­ni öğ­ren­dik­le­rin­den ge­çir­me­ye gü­cüm yet­me­ye­ce­ği­ni bil­di­ğim hal­de onun­la şi­ir tar­tış­ma­la­rı­na tu­tul­mak­tan da ken­di­mi ala­maz­dım. Be­nim şa­ir Or­han Ve­li ol­du­ğu­mu da her­hal­de öğ­ren­me­me­liy­di. Gö­zün­den fe­na dü­şer­dim yok­sa. Hat­ta aley­him­de atıp tut­tu­ğu­nu bi­le duy­sam ken­di­mi ta­nıt­ma­ma­lıy­dım. Var­sın o ra­hat ko­nuş­sun. De­sin ki: “Or­han Ve­li mi? On­lar da mı şa­ir? Bı­rak şu bops­til­le­ri Al­lah aş­kı­na! Bu tür­lü mas­ka­ra­lık­lar Av­ru­pa’da çok­tan geç­ti. Yaz­sa­lar ya ve­zin­li, ka­fi­ye­li doğ­ru dü­rüst şi­ir. Yaz­sa­lar ya! Sı­kı mı? Yaz­ama­yın­ca ne ya­pa­cak­lar? Ta­bii böy­le bin bir şak­la­ban­lık­la na­zar-ı dik­ka­ti cel­bet­me­ye ça­lı­şa­cak­lar. Ko­lay iş bun­lar, kar­de­şim, ko­lay iş. Hal­bu­ki sa­nat o ka­dar ko­lay de­ğil.” Var­sın söy­le­sin Er­do­ğan. Söy­le­sin. Bo­şalt­sın içi­ni. Tu­tup ona şi­ir na­za­ri­ye­le­ri dök­tü­re­cek de­ği­lim ya! Hem ne işe ya­rar za­ten? Kar­şı ge­le­bi­lir mi­yim pe­şin hü­küm­le­re?

Önüm­den, te­miz pak gi­yin­miş bir kız­la, kıl­pı­ran­ga kı­zıl çen­gi bir de­li­kan­lı ge­çi­yor. El­le­rin­de kü­çük bir ke­se­kâ­ğı­dı var. Şam­fıs­tı­ğı yi­yor­lar! Ek­mek yi­yin be, ek­mek! Şam­fıs­tı­ğı­nın sı­ra­sı mı şim­di?

Oda­mız, yaz gün­le­ri, çin­ko­dan da­mın al­tın­da ya­nar du­rur. Ha­va­da bir pet­rol ko­ku­su var­dır. Ak­şam üzer­le­ri, ku­le­ler­de ça­lı­şan iş­çi­le­rin gün­de­lik­le­ri­ni da­ğı­tı­rım. Gün bat­tık­tan son­ra or­ta­lık bi­raz se­rin­ler. Kül­ren­gi dağ­la­ra kar­şı dü­şün­ce­le­re dal­mak hoş ola­bi­lir. Ge­ce­le­ri por­ta­tif kar­yo­lam­da hu­zur için­de ya­ta­rım. Sa­bah­la­rı Şeh­muz’un be­yaz diş­li kı­zı Mer­yem­ke süt ge­ti­rir. Kir­li ça­ma­şır­lar var­sa alıp yı­ka­ma­ya gö­tü­rür. Ay­lar­ca ka­dın­sız ya­şa­mı­şız­dır. Mer­yem­ke’nin göğ­sü­ne, kal­ça­la­rı­na bak­tık­ça ak­lım­dan kö­tü kö­tü şey­ler ge­çer. Ama tu­ta­rım ken­di­mi. Tu­ta­rım, elim­den bir ka­za çık­ma­sın di­ye.

Ara sı­ra vi­la­yet mer­ke­zin­den kam­yon ge­lir. Kam­yon­cu­ya mek­tup so­ra­rız; “Yok!” der. “İyi su gel­di mi?” de­riz; “Gel­me­di!” der. İs­hal olu­ruz. İlaç ıs­mar­la­rız. İlaç ge­lin­ce­ye ka­dar iyi­le­şe­me­yiz. Ap­tes­ha­ne­ler bir hay­li uzak­ta­dır. Ve­ca an­sı­zın bas­tı­rır. Ko­şup ap­tes­ha­ne­ye git­mek bir me­se­le­dir. Onun için oda­lar­da otu­rak bu­lun­du­ru­ruz. Ben Er­do­ğan’la ay­nı oda­da ya­ta­rım. Ak­şam­la­rı ya kâ­ğıt oy­na­rız, ya şi­ir­den bah­se­de­riz. O yi­ne Ha­şim’i tut­tu­rur. Ben ka­bul et­mek is­te­mem; o kı­zar. “Ha­şim, Ha­şim!” der­ken bir­den­bi­re kar­nı ağ­rı­ma­ya baş­lar. Otur­du­ğu yer­den “otu­rak” di­ye ba­ğı­ra­rak dar atar ken­di­ni. Te­laş­tan yü­zü mos­mor ke­sil­miş­tir. Kar­yo­la­nın al­tın­dan otu­ra­ğı çe­ker; otu­rur üs­tü­ne. Yü­zü­ne he­men bir sü­kû­net ge­lir. Ra­hat­lar. Bi­raz ev­vel­ki ka­rın ağ­rı­sı­nı bir an­da unu­tur. Göz­le­ri, uzak bir nok­ta­da, dal­gın, dü­şü­nür. Son­ra ba­na dö­ner; bü­tün fi­kir­le­ri­ni özet­le­yen bir mıs­ra mı­rıl­da­nır:

Me­lâ­li an­la­ma­yan nes­le âşi­na de­ği­liz.1

Otur­du­ğum sı­ra­dan kalk­tım. Bah­çe bi­raz da­ha ka­la­ba­lık­laş­mış­tı. Baş­ka­la­rı­nın otur­du­ğu sı­ra­la­rın önün­den ge­çe­rek ka­pı­ya doğ­ru yü­rü­düm. Her­kes baş­ka bir şey ko­nu­şu­yor. Her önün­den geç­ti­ğim in­sa­nın söy­le­dik­le­ri­ne ku­lak mi­sa­fi­ri olu­yo­rum. Söy­le­nen­le­rin pek azı­nı du­ya­bi­li­yo­rum. Bi­ri şey di­yor: “…Ben,” di­yor, “ma­lı­mı bi­li­rim. Onun yi­ye­ce­ği halt…” Ge­çi­yo­rum. Yak­laş­tı­ğım sı­ra­dan baş­ka ke­li­me­ler du­yu­yo­rum: “…ta­yin em­ri im­za­dan çı­kın­ca­ya ka­dar bi­ça­re…” Ge­çi­yo­rum. Her geç­ti­ğim sı­ra­dan ku­la­ğım­da bir­kaç ke­li­me ka­lı­yor. Bir fil­mi or­ta ye­rin­den ve göz­le­rim ka­pa­lı sey­re­der gi­bi­yim: “…Sul­tan Ha­mit dev­ri da­ha iyi imiş…” “…ce­ke­ti ters­yüz et­tir­me­den ön­ce bi­zim bi­ra­de­re…” “…ka­dar dö­viz ge­ti­rir. Va­kıa ha­ri­ci­ye­de…” “…ikin­ci pe­nal­tı hak­sız­dı ama…” “…bu­ra­da da si­vil me­mur­lar ür­küt­me­den sa­yıl­mı­yor…” “…ye­mek üs­tü­ne haz­met­ti­rir…”

Bur­nu­ma esas­lı bir et ko­ku­su gel­di. Ha­yal fi­lan de­ğil, sa­hi­ci ko­kuy­du. Bir yer­de köf­te fi­lan kı­zar­tı­lı­yor­du her­hal­de. Bir­den, ses­le­ri duy­maz ol­dum. Sa­ğa so­la ba­kın­ma­ya baş­la­dım. Bu ko­ku­nun bir de du­ma­nı ola­cak­tı el­bet.

Yap­rak, 1.6.1949

1 Ah­met Ha­şim’in “O Bel­de” ad­lı şi­iri­nin bir di­ze­si.