Kabadayı – Turgenyev

I.

… süvari alayı, 1829 yılında K… eyaletinin Kirilova köyüne yerleşmişti. Küçük kulübeleri, ot ve saman yığınlarıyla, yeşil kenevir tarlaları ve cılız söğüt ağaçlarıyla bu köy, uzaktan, sürülmüş, kara topraklı tarlalardan meydana gelme uçsuz bucaksız deniz ortasında bir ada gibi görünüyordu. Köyün ortasında, üstü daima kaz tüyleriyle örtülü, kıyıları çamurlu, aşınmış olan, bir gölcük vardı. Gölcüğün yüz adım ilerisinde, yolun öte tarafında çoktan beri boş ve bir yanına eğrilmiş ahşap çiftlik binası yükseliyordu. Onun arkasında uzanıp giden terk edilmiş bahçede, artık yemiş vermeyen yaşlı elma ağaçları ve karga yuvalarıyla dolu yüksek kayın ağaçları vardı. Bahçedeki, iki yanı ağaçlı ana yolun nihayetindeki küçük bir evde (eskiden çiftlik sahibinin hamamıydı) çok ihtiyar bir kâhya oturuyormuş. Bu adam, eski bir alışkanlıkla, her sabah inleye öksüre ve âdeta sürüklenir gibi yavaş yavaş bahçeden geçerek efendisinin konağına giderdi. Hâlbuki bu konağın içinde kaplamaları solmuş bir düzine beyaz koltuk, iki tane bakır kulplu, eğri ayaklı, göbekli konsol, delik deşik olmuş dört tablo ve bir tane de mermerden yapılmış, burnu kırık, kapkara Arap heykelinden başka muhafaza edilecek bir şeyler yoktu. Konağın sahibi olan tasasız delikanlı, hayatını, kısmen Petersburg’da, kısmen de yabancı memleketlerde geçirirdi. Malikânesini tamamıyla unutmuştu. Bu çiftlik vaktiyle bu havalide, harikulâde likörleriyle pek meşhur olan çok ihtiyar bir amcadan ona sekiz sene önce miras kalmıştı. Boş, koyu yeşil likör şişeleri, cimrice doldurulmuş alaca ciltli defterler, eski zaman avizeleri, Katerina devrinden kalma bir asilzade üniforması, çelik kabzalı, paslanmış bir kılıçla beraber, çeşit çeşit, eski püskü şeyler arasında, çiftliğin kilerinde hâlâ durmaktadır. Binanın bir katına albay yerleşmişti. Kendisi evliydi. Uzun boylu, az konuşur, asık suratlı, dalgın bir adamdı. Ötekine de ince hisli, daima lâvanta sürünür, çiçeklere ve kadınlara düşkün bir adam olan, albayın yaveri işgal etmişti. . . . alayının subayları da diğer herhangi bir topluluktaki insanlardan farklı değildi. Aralarında iyiler de vardı, fenalar da, zekiler de bulunuyordu, aptallar da… İçlerinden biri, Avdey Ivanoviç Luçkof adındaki kurmay yüzbaşısı düelloculuğu ile meşhurdu. Luçkof kısa boyluydu, yakışıklı değildi; yüzü ufak, sarımtırak ve kuru, saçları seyrekçe ve siyah, yüzünün çizgileri bayağı, ufacık gözleri koyu renkliydi, Daha küçükken yetim kalmış, yoksulluk ve fena muameleler içinde büyümüştü. Haftalarca sakin sakin otururdu… Fakat sonra, birdenbire, kudurmuş gibi herkese sataşır, herkesi tedirgin eder, herkesin gözlerine küstahça bakarak kavga çıkarırdı. Bununla beraber Avdey İvanoviç vazife arkadaşlarından kaçınmazdı ama lâvantalı yaverden başka hiç kimse ile sıkı fıkı bir dostluğu da yoktu. İskambili oynamaz ve içki kullanmazdı. 1829 yılı mayısında, manevraların başlamasından biraz önce alaya, Fyödor Fyödoroviç Kister adında, sarışın, gayet alçakgönüllü, tahsil ve terbiyesi yerinde, Alman ırkından bir Rus asilzadesi olan genç bir süvari teğmeni katılmıştı. Bu genç subay, yirmi yaşına kadar kendi aile ocağında, annesi ve büyük annesiyle iki halasının kanatları altında yaşamıştı. Orduda vazife alması da yalnız, ihtiyar halinde bile, bir beyaz sorguçlu subay şapkasını heyecansız seyredemeyen büyük annesinin arzusu üzerine olmuştu. Vazifesini fevkalâde bir hevesle değilse de gayretle ve hakkıyla ifa ediyordu. Züppe değildi, ama temiz giyinir ve giydiğini yakıştırırdı. Geldiği gün Fyödor Fyödoroviç önce âmirlerinin huzuruna çıktıktan sonra evini düzene koymaya başladı. Beraberinde ucuz duvar kâğıtları, birkaç seccade, etajer vesaire getirmişti. Bütün duvarları ve kapıları kâğıtladı, şuraya buraya paravanlar koydu, avluyu temizletti, ahır ve mutfağı yeniden düzene koydu, hatta banyo için de yer ayırdı. Tam bir hatta uğraştı; fakat bundan sonra onun odasına gitmek ne büyük bir zevkti! Pencerelerin önünde, üzeri ufak tefek eşya dolu temiz bir masa bulunuyordu. Köşeye kitap rafı konmuş, üzeri Schiller’in, Goethe’nin büstleriyle süslenmişti. Duvarlara haritalar, dört tane geyik başı, avcı tüfekleri asılmıştı. Masanın yanı başında, muntazam ağızlıklı pipolar sıralanmıştı. Sofaya bir kilim serilmiş, bütün kapılara kilit konmuş, pencerelere perdeler asılmıştı. Fyödor Fyödoroviç’in odasında tam bir düzen ve temizlik göze çarpıyordu. Öteki arkadaşlarının evleri ise büsbütün başkaydı!.. İnsan ekseriya çamurlu avludan güçlükle yol bulup geçebilirdi. Sofalarında yelken bezinden yapılma sökük dökük paravanın arkasında bir nöbetçi er horuldardı. Yerde çürümüş samanlar; ocak üzerinde çizmeler, kundura boyası ile dolu kırık bir kavanoz, asıl odanın içinde de üstü tebeşirle çizik olmuş, çarpık bir oyun masası; masanın üstünde koyu kahverengi soğuk çayla yarıya kadar dolu bardaklar; duvarın yanında geniş kırık ve yağlı bir kanepe; pencere kenarlarında pipo külleri… Evin sahibi, arkasında koyu kırmızı kadife astarlı, ot yeşili gecelik elbisesi ve başında, Asya malı işlemeli takkesiyle kaba saba bir yumuşak koltukta oturmuş olarak görünür, yanında da boğazında kirli bakır tasmasıyla, biçimsiz şekilde şişman. Hiçbir işe yaramaz bir köpek horlamaktadır… Bütün kapılar ardına kadar açıktır.

Fyödor Fyödoröviç’ten yeni arkadaşları pek hoşlandılar. Temiz yürekliliği, alçakgönüllülüğü, sıcakkanlılığı ve “her güzel şeye karşı” olan fıtrî temayülü, kısaca, başka bir subayda belki de yakışık almaz bulacakları bu gibi şeyleri için onu sevmişlerdi. Kister’e “güzel hanım” adını veriyorlar ve ona karşı nazik, tatlı davranıyorlardı. Yalnız Avdey Ivanoviç Luçkof ona şüpheli bir gözle bakıyordu. Bir gün, talimden sonra Luçkof onun yanına gitti, dudaklarını hafifçe büzüp burun deliklerini açarak:

— Merhaba, Knaster efendi!., dedi.

Kister ona şaşkın şaşkın baktı. Öteki tekrarladı:

— Saygılarımı sunarım, Knaster efendi!

— Benim adım Kister’dir, efendim.

— Sahi mi, Knaster efendi?!.

Fyödor Fyödoroviç arkasını dönüp evine gitti. Luçkof onun arkasından gülümseyerek baktı. Ertesi gün, talim biter bitmez hemen yine Kister’in yanına gitti.

— Ey, nasılsın bakalım, Kinderbalzam efendi?!..

Kister adamakıllı kızmıştı; onun yüzüne dik dik baktı. Luçkof’un ufacık, safralı gözleri haince bir sevinçle parladı.

Size söylüyorum, Kinderbalzam efendi!

— Efendi! dedi Kister, bu şakanız ahmakça ve terbiyesizce bir şaka işitiyor musunuz? Ahmakça ve terbiyesizce…

Luçkof sakin bir sesle sordu:

— Ne zaman çarpışacağız?

— Ne zaman isterseniz… hatta yarın.

Ertesi sabah düello ettiler. Luçkof, Kister’i hafifçe yaraladı ve şahitlerin son derece hayretleri içinde, yaralının yanına giderek elinden tutu ve ondan af diledi. Kister iki hafta kadar evinde yattı. Luçkof birkaç defa yaralıyı ziyarete gitti. Kister iyileştikten sonra da Luçkof onunla dost oldu. Genç subayın cesareti mi hoşuna gitmişti, yoksa ruhunda pişmanlığa benzer bir his mi uyanmıştı, bunu kestirmek zordu. Kister’le yaptığı düellodan sonra ondan hemen hiç ayrılmamış ve önce ona Fyödor diye hitap ederken sonraları Fedya [Fedya, Fyödor’un teklifsizlik, sevgi ve samimiyet ifade eden şeklidir. (Çeviren.)] demeye başlamıştı. Onun yanında bulunduğu sıralarda bambaşka bir adam oluyordu ve — tuhaftır — uysallık, yumuşaklık ona yakışmıyordu. Nasıl olsa hiç kimsede kendisine karşı bir yakınlık uyandıramıyordu. Onun nasibi böyleydi! O, sanki kendilerine başkaları üzerinde nüfuz sahibi olmak hakkı verilmiş bir sınıf insanlardandı. Fakat tabiat böyle bir hakkı, haklı gösterecek istidatları ondan esirgemişti. İyi bir tahsil görmediği ve zekâsı ile sivrilemediğine göre içyüzünü açığa çıkarmamalıydı. Belki de kötü huyları, bilhassa, tahsil ve terbiyesindeki noksanlıkları hissedişinden, kendini değişmez bir maske altında gizlemek arzusundan ileri gelmişti. Luçkof ilk önce insanlardan nefret etmeye kendini zorladı; sonra farkına vardı ki onları yıldırmak güç bir şey değildir; bu sefer sahiden onlardan nefret etmeye başladı. Luçkof kendisinin yalnız bir ortaya çıkıvermesiyle, bayağının üstünde olan her konuşmayı derhal durdurmaktan zevk alırdı. (“Ben bir şey bilmiyorum, bir şey öğrenmemişim, istidat ve kabiliyetlerim de yok” diye düşünürdü, kendi kendine “Öyleyse, siz de bir şey bilmeyin ve benim önümde istidatlarınızı göstermeyin…”)

Kister, Luçkof’u bu tabiatından belki de nihayet vazgeçirebilmişti. Çünkü onunla tanışmaya kadar, bu kabadayı subay gerçek bir idealiste, yani menfaatsizce ve temiz yürekle hülyalara dalan, bunun için de alçakgönüllü olan ve yalnız kendi nefsini düşünmeyen hiçbir insana rast gelmemişti.

Luçkof bazen da sabahleyin Kister’in yanına gider, piposunu yakar ve sessizce bir koltuğa yerleşirdi. Kister’in yanında kendi cahilliğinden utanmazdı; onun Alınan alçakgönüllülüğüne itimat ederdi. (Hem de haklı olarak…)

— Eee, söyle bakalım, dün ne yaptın? diye söze başlardı, muhakkak okudun değil mi?

— Evet, okudum…

— Okudun!.. Okuduğunu anladık, kardeşçiğim. Anlat bakalım ne okudun?

Luçkof alaylı tonunu nihayete kadar sürdürürdü.

— Kleist’in “İdil” ini okudum, birader. Ah ne güzel! Müsaade et de sana birkaç satırını tercüme edeyim.

Kister tercüme ederken Luçkof alnını kırıştırıp dudaklarını sıkarak dikkatle dinler, yüzünde tatsız bir gülümseyişle:

— Evet, evet güzel!., gerçekten güzel… Hatırlıyorum, bunu okumuştum… Gerçekten güzel… diye tekrarlardı.

Sonra da kelimeleri uzata uzata, âdeta istemeyerek ilâve ederdi:

— Rica ederim, anlatsana bana on dördüncü Louis hakkında ne düşündüğünü…

Kister on dördüncü Louis hakkında izahata girişir, Luçkof ise birçok yerlerini hiç anlamaz, bazı yerlerini de yalnız anlar… Ve nihayet bir mülâhaza açıklamasına kalkardı… Fakat soğuk terler dökerek: “Ya yalan yanlış bir şey söylersem” diye düşünürdü. Gerçekten de, ekseriya yalan söylerdi. Fakat Kister ona hiçbir vakit sert bir itirazda bulunmazdı. Bu iyi yürekli delikanlı, adamda bilgiye karşı heves uyanıyor, diye içinden sevinirdi. Ne yazık ki, Luçkof’un Kister’e bir şeyler sorması, bilgisini artırmak hevesinden ileri gelmiyordu. Bunun sebebini Tanrı bilir! Belki de ne biçim bir kafası olduğu hakkında doğrudan doğruya bir kanaate varmayı arzu ediyordu: bu kafa, gerçekten beyinsiz miydi, yoksa sadece terbiye mi edilmemişti? Acı bir gülümseyişle, kaç defa kendi kendine: “Ben aslında gerçekten aptalım” demiş, sonra derhal azametle dikilerek, küstahça, hayâsızca etrafına bakmış ve şayet kendi bakışları karşısında bir arkadaşının gözlerini önüne eğdiğini fark ettiyse haince gülümsemiş, dişleri arasından: “Elbet, kardeşim… Çok okumuşsun, çok iyi bir tahsil, terbiye görmüşsün… Gösteririm ben sana…” diye mırıldanmıştı.

Subaylar, Kister’le Luçkof’un bu ani dostlukları üzerinde pek fazla durmadılar. Kabadayının garipliklerine alışmışlardı: “Şeytanla bebek, arkadaş olmuş” diyorlardı. Kister her yerde yeni dostunu övüyordu. Onunla münakaşaya kalkışmıyorlar, çünkü Luçkof’tan korkuyorlardı. Luçkof ise başkalarının yanında Kister’in adını hiç anmıyordu; fakat lâvantalı yaverle olan samimiyetine nihayet vermişti.

II.

Güney Rusya’daki arazi sahipleri balolar vermeye, subayları evlerine davet etmeye ve kızlarını onlarla evlendirmeye pek hevesliydiler. İşte Kirilova köyünden on kilometre ötede, dört yüz can kölesi ve büyük bir konağı olan Perekatov adlı böyle bir arazi sahibi yaşıyordu. On sekiz yaşında Maşenka adlı bir kızı vardı, bir de karısı: Nenila Makarievna. Bay Perekatov bir zamanlar süvari subaylığı etmiş, fakat köy hayatına olan sevgisinden ve tembelliğinden, ordudan çekilmiş, bütün orta halli arazi sahipleri gibi huzur ve sükûn içinde yaşamaya başlamıştı. Karısı Nenila Makarievna, tamamıyla meşru bir surette olmasa da, dünyaya gelişini Moskovalı, asil bir zata borçluydu.

Koruyucusu, Neniluşka’ sını [Nenila adının küçültme ve sevgi gösteren şekli, Bizdeki Fatma-Fatoş gibi. (Çeviren.)] kendi evinde itina ile yetiştirmişti, ama daha ilk istenmesinde, sanki fazla bir yükmüş gibi, hemen elinden çıkarıvermişti. Nenila Makarievna aslında güzel değildi; bu asil efendi, ona çeyiz olarak topu topu ancak on bin kadar veriyordu; kız Perekatov’a dört elle sarıldı. Tahsil görmüş, zeki bir kızla evlenmek Perekatov’a pek cazip gelmişti… Nihayet kız asil ve yüksek bir memura mensuptu. Bu yüksek memur, evlenmelerinden sonra da genç evlileri himaye etmeye devam etti. Yani bunlardan tuzlu bıldırcın hediyesi [Bu himaye ve kayırmadan kendi kârlı çıktığı anlamındadır. (Çeviren.)] adlı ve Perekatov’a: “Sen, kardeşçiğim” ve bazı da sadece “sen” diye hitabetti. Nenila Makarievna kocasını tamamıyla eline almış, bütün çiftliği kendi idare ediyordu, hem de büyük bir dirayetle ve her halde Bay Perekatov’dan çok daha güzel idare ediyordu. Kocasına kargı zorbaca davranmıyor, onu iyi idare ediyor, elbiselerini bizzat kendisi ısmarlıyor, bir çiftlik sahibi aristokrata yakışacak olan İngiliz modasına göre onu giydiriyordu. Karısının talimatına uyarak bay Perekatov, çenesindeki, çok olgun bir ağaç çileğine benzeyen iri siğili gizlemek için İspanyolvari bir sakal koyuvermişti. Nenila Makarievna misafirlerine, kocasının flüt çaldığını, bütün flüt çalanların, bu sazı daha iyi tutabilmeleri için alt dudaklarının altında sakal bıraktıklarını söylerdi. Perekatov sabahları bile yüksek, temiz bir boyunbağı takar, muntazam taranır ve yıkanırdı. Bununla beraber kısmetinden çok memnundu. Her zaman tatlı tatlı yemek yiyor, istediğini yapıyor, uyuyabildiği kadar uyuyordu. Komşuların dedikleri gibi, Nenila Makarievna evine “ecnebi usulleri” sokmuştu: az hizmetçi kullanıyor, bunları temiz giyindiriyordu. Şöhret düşkünlüğü, içini kemiriyor, hiç olmazsa bulundukları ildeki asilzadeler başkanının karısı mevkiini eline geçirmek istiyordu. Fakat… ilçesinin asilzadeleri, onun evinde lezzetle, doya doya yiyip içtikleri halde, başkanlığa yine de kocasını değil, bazı bir yarbay olan Burkolts’u, bazı da emekli Binbaşı Burundükov’u seçerlerdi. Perekatov onlara pek fazla başkent mahsulü görünüyordu.

Perekatov’un kızı Maşenka, yüzce babasına benzerdi. Nenila Makarievna tahsil ve terbiyesine çok itina etmişti. Güzel Fransızca konuşuyor, oldukça iyi piyano çalıyordu. Orta boylu, hayli şişman ve beyazdı. Tombulca yüzü temiz, şen bir gülümseyişle parıldardı. Pek gür olmayan sarı saçları, koyu elâ gözleri, tatlı sesi, kısaca her şeyi şirindi. Buna karşılık hiç nazlanmaması, boş inançları olmayışı, bozkırda büyümüş kızlarda görülmeyen okumuşluğu, bilgililiği, ifadelerindeki serbestliği, sözlerinde ve bakışlarındaki sakin sadeliği insanı istemeksizin hayrette bırakırdı. O serbestçe gelişmişti.

Bir sabah, saat on ikide bütün Prekatov ailesi misafir salonunda toplanmışlardı. Aile başkanı sırtında yuvarlak, yeşil bir frak, boynunda yüksek, kareli bir kravat, ayağında nohut rengi pantolon, potinler, pencerenin yanında durmuş, büyük bir dikkatle sinek avlıyordu. Kızı oturmuş nakış işliyordu; küçük tombul eli kanaviçenin üstünde ağır ağır, zarif bir hareketle inip kalkıyordu. Nenila Makarievna kanepeye oturmuş, susuyor ve yere bakıyordu.

— … alayına davetiye gönderdin mi, Sergey Sergeyeviç? diye kocasına sordu.

— Bu akşam için mi? Nasıl göndermem ma chere. Elbet gönderdim. (Onu küçük anne [Ruslar,

karıların! “küçük anne” ve kadınlar da kocalarını “küçük baba” diye çağırırlar. Bu tabirler taşrada kullanılır. Medenileşmiş şehir halkı bunları kullanmaz. (Çeviren.)] diye çağırması kendisine yasak edilmişti.) Emin ol!

— Hiç kavalye yok, diye devam etti Nenila Makarievna, kızlarla dans edecek kimse yok.

Kocası, sanki dansa eş bulunamayacağından pek üzülmüş gibi içini çekti. Maşa birdenbire sordu:

— Anneciğim, Mösyö Luçkov da davet edildi mi?

— Hangi Luçkov?

— O da subaydır. Çok enteresan bir adam diyorlar.

— Nasıl yani?

— Evet kendisi güzel değil, genç de değil, ama ondan herkes korkuyor. Yaman bir düellocuymuş. (Annesi hafifçe kaşlarını çattı.) Pek arzu ederdim onu görmeyi.

Sergey Sergeyeviç kızının sözünü keserek:

— Görülmeye değer nesi var canım? dedi. Acaba Lord Byron’a mı benziyor sanıyorsun? (Bizde o zamanlar Byron’dan bahsedilmeye henüz yeni yeni başlanmıştı). Saçma şey! Gerçekten bir zamanlar ben de kavgacılığımla ün salmıştım.

Maşa hayretle babasına baktı, güldü, sonra yerinden fırlayıp onun yanağını öptü. Karısı hafifçe gülümsedi… Fakat yalan söylememişti.

— Bu efendi gelir mi, gelmez mi bilmem, dedi Nenila Makarievna, belki de gelir. Kız içini çekti. Sergey Sergeyeviç şu mülâhazada bulundu:

— Bak, kızım, sakın ona âşık olma!.. Bilirim, siz hepiniz şimdi… şey… heyecanlısınız… Maşa safça:

— Hayır, demekle yetindi.

Nenila Makarievna kocasına soğuk bir bakışla baktı. Sergey Sergeyeviç biraz bozularak saatinin zinciriyle oynadı, sonra geniş kenarlı İngiliz şapkasını masanın üzerinden aldı, çiftlik işlerine bakmak üzere, oradan çıktı. Köpeği korkak, çekingen bir halde, usulca arkasından gitti. Zeki bir hayvan olduğundan, efendisinin evde pek fazla hükmü geçmediğini hissediyor, alçakgönüllü ve ihtiyatlı hareket ediyordu.

Nenila Makarievna kızının yanına gitti, usulca başını kaldırarak tatlı tatlı gözlerinin içine baktı ve “Âşık olduğun zaman bana söyleyecek misin?” diye sordu.

Maşa gülümseyerek annesinin elini öptü ve tasdik makamında birkaç defa başını salladı.

Nenila Makarievna kızının yanağını okşayarak:

— Dikkat et ha… dedi, ve kocasının arkasından çıkıp gitti.

Maşa koltukta arkaya yaslandı, başını göğsüne eğdi, parmaklarını birbirine geçirdi ve gözlerini kırparak, uzun uzun pencereye baktı… Taze yanaklarında hafif bir kırmızılık belirmişti; içini çekerek doğruldu ve işiyle uğraşmaya hazırlandı, fakat iğneyi düşürdü, yüzünü eline dayadı ve tırnaklarının ucunu hafifçe ısırarak düşünceye daldı… Sonra omzuna uzanmış eline baktı, kalkıp aynaya gitti, gülümsedi, şapkasını başına geçirerek bahçeye çıktı.

O akşam, saat sekizde misafirler gelmeye başladı. Bayan Perekatov, büyük bir nezaketle hanımları, Maşenka da kızları karşılıyor ve “meşgul ediyordu.” Sergey Sergeyeviç çiftlik sahipleriyle çiftlik idaresine dair konuşuyor ve boyuna karısına bakıyordu. Biraz sonra da mahsus geciken şık giyinmiş iki dirhem bir çekirdek subaylar görünmeye başladı; nihayet albay da, yanında yaveri, Kister ve Luçkof, geldi. Bunları evin hanımına takdim etti. Luçkov bir şey söylemeksizin eğilerek selâm verdi; Kister, âdet olan “pek memnun oldum” cümlesini mırıldandı… Perekatov albayın yanına giderek hararetle elini sıktı, duygulu duygulu gözlerine baktı. Albay hemen kaşlarını çattı. Derken danslar başladı. Kister, Maşenka’yı dansa çağırdı. O sıralarda ekosez dansı pek rağbetteydi. Yirmi defa sıçrayarak salonun öbür ucuna varıp da durdukları zaman Maşa:

— Lütfen söyler misiniz, dedi, arkadaşınız neden dans etmiyor?

— Hangi arkadaş?

Maşa yelpazesinin ucu ile Luçkov’u gösterince Kister şu cevabı verdi:

— O hiçbir vakit dans etmez.

— Öyleyse niçin geldi? Kister biraz bozularak:

— Onun arzu ettiği… diye başlarken Maşenka sözünü kesti:

— Siz bizim alayımıza geleli çok olmadı galiba, değil mi?

Kister gülümsedi:

— Sizin alayınıza mı! dedi, hayır, çok olmadı.

— Burada içiniz sıkılmıyor mu?

— Ne münasebet… Burada öyle sevimli bir çevre buldum ki… ya tabiat!..

Kister tabiatın tasvirine koyuldu. Maşa başını kaldırmadan onu dinliyordu. Luçkov bir köşede durmuş, dans edenlere kayıtsız kayıtsız bakıyordu.

Maşa birdenbire sordu:

— Bay Luçkov kaç yaşında acaba?

— Yaşı… Sandığıma göre otuz beş var. Maşa acele acele ilâve etti:

— Diyorlar ki, tehlikeli bir adammış… Çok sert tabiatlıymış.

— Biraz çabuk kızar… Ama çok iyi bir adamdır.

— Sonra, yine diyorlar ki herkes ondan korkarmış, öyle mi? Kister güldü.

Kız:

— Peki, ya siz?

— Onunla dostuz.

— Sahi mi?

Her taraftan onlara:

— Sıra sizde, sıra sizde… diye bağırıyorlardı.

Her ikisi de ürperdi ve tekrar yana sıçrayışlarla salonun bir ucundan öbür ucuna doğru ilerlemeye koyuldular.

Danstan sonra Kister, Luçkov’un yanına giderek dedi ki:

— Seni kutlarım azizim. Evin kızı senin hakkında boyuna sorular sordu. Luçkov da hor görücü bir eda ile:

— Yaa ! diye cevap verdi.

— Şerefim üzerine… Ne kadar güzel değil mi? Baksana bir kere…

— Hangisi o?

Kister, Maşa’yı gösterdi. Luçkov:

— Evet, fena değil, dedi ve esnedi. Kister:

— Ne soğuk adamsın! diye bağırdı ve başka bir kızı dansa davet etmek için koşup gitti.

Luçkov esnemesine ve hatta gürültü ile esnemesine rağmen, Kister’in verdiği haberden pek memnun olmuştu. Merak uyandırmak, izzetinefsini dehşetli okşuyordu. Aşktan nefret ederdi, ama sözde… İçinden ise, kendini sevdirmenin zahmetli ve güç bir iş olacağını hissederdi… Kendini sevdirmek zahmetli ve güç bir iştir, ama kayıtsızca bir tavır takınarak sessiz ve mağrur bir adam gibi görünmek pek basit, pek kolaydır. Luçkov çirkindi, genç de değildi. Fakat buna mukabil korkunç bir şöhreti vardı. Hazin yalnızlığın acı ve sessiz zevklerine alışmıştı. Kadınların dikkatini çekişi ilk defa olmuyordu; bazıları, hatta onunla sıkı fıkı dostluk kurmaya çalışmışlar, fakat o bu teşvikleri amansız bir inatla def etmişti; inceliğin, hisliliğin kendisine yakışmadığını biliyordu (buluşmalarda, kalbini açma anlarında o ilk önce çolpalaşıyor, bayağılaşıyor, sonra da sıkıntıdan, hoyratlığı adiliğe, hakarete kadar vardırıyordu). Bir zamanlar tanıştığı iki üç kadının, biraz daha yakından tanışmalarının henüz daha ilk anlarında kendisinden nasıl derhal soğuduklarını, ondan nasıl çabucak uzaklaştıklarını hatırlıyordu… Ve işte bunun için, nihayet, anlaşılmaz, esrarengiz bir adam olarak kalmaya ve kaderin ondan esirgediğini hor görmeye karar vermişti… Anlaşılan, insanlar umumiyetle başka türlü bir hor görüşü bilmiyorlar. İtirazların açıkça, kendiliğinden, yani iyi bir şekilde belirişi, Luçkov’a yakışmıyordu o daima kendini tutmak zorundaydı; hatta kızdığı anlarda bile, Luçkov kahkaha ile gülmeye başladığı zaman bundan tiksinmeyen insan yalnız Kister’di; Schiller’den, çok sevdiği sayfaları Luçkov’a okuduğu sıralarda, bu iyi kalpli Almanın gözleri, duyarlığının asil sevinciyle parlarken, bizim kabadayı onun önünde başı eğik oturur, bir kurt gibi bakardı…

Kister, bitkin düşünceye kadar dans etti. Luçkov durduğu köşeden hiç ayrılmadı. Kaşlarını çatmış, ara sıra göz ucuyla Maşa’ya bakıyor, göz göze gelince de, derhal gözlerine umursamaz bir ifade veriyordu. Maşa, Kister’le üç defa dans etti. Yüreği asil heyecanlarla dolu olan bu genç, onda büyük bir güven uyandırmıştı. Onunla neşeli neşeli konuşuyordu, ama gönlünde bir huzursuzluk vardı. Aklı fikri Luçkov’daydı.

Mazurka havası gürledi. Subaylar zıplamaya, ökçeleriyle yeri tepmeye, omuzlarıyla apoletlerini hoplatmaya koyuldular. Siviller de ayaklarını yere vuruyorlardı. Luçkov, hiç yerinden kımıldamıyor, dans ederek çabuk çabuk gelip geçen çiftleri, ağır ağır, gözleriyle takip ediyordu. Biri koluna dokundu… etrafına baktı; yanındaki ona Maşa’yı gösterdi. Maşa önünde duruyor, gözlerini kaldırmadan ona elini uzatıyordu. Luçkov, ilkönce ona hayretle baktı, sonra hiç umursamıyormuş gibi bir eda ile kılıcını belinden çıkardı, şapkasını bir yere attı. Koltukların arasından çolpaca sıyrılıp geçti, Maşa’yı elinden tutarak, istemeye istemeye, can sıkıcı bir vazife görüyormuş gibi, zıplamadan, ökçe vurmadan, halka boyunca yürüdü… Maşa’nın kalbi şiddetle çarpıyordu. Nihayet:

— Niçin dans etmiyorsunuz? diye Luçkov’a sordu.

— Dans meraklısı değilim, dedi Luçkov. Yeriniz nerede?

— İşte, orada.

Luçkov, Maşa’yı sandalyesine kadar götürdü, sakin bir eda ile eğildi ve yine öyle sakin bir eda ile köşesine döndü… fakat içinde hırçınlık sevinçle kıpırdıyordu. .Kister, Maşa’yı dansa çağırdı.

— Dostunuz ne kadar garip bir adam! Kister, mavi ve temiz bakışlı gözlerini çapkınca kırparak:

— Sizi çok ilgilendiriyor galiba… dedi.

— Evet… çok bedbaht olmalı. Kister:

— Bedbaht mı? Bunu nereden çıkardınız? dedi ve güldü.

Maşa ciddî bir tavırla başını sallayarak:

— Bilmiyorsunuz… Bilmiyorsunuz… dedi.

— Bilmiyor muyum? Nasıl olur? Maşa tekrar başını salladı ve Luçkov’a doğru baktı. Luçkov bu bakışı fark etti; sinsice omuzlarını silkti ve başka odaya doğru yürüdü.

III.

O akşamdan sonra aradan birkaç ay geçti. Luçkov bir defa olsun Perekatov’lara gitmemişti. Buna mukabil Kister sık sık onları ziyaret ediyordu. Nenila Makarievna onu sevmişti, fakat Kister’i oraya çeken bu kadın değildi. Maşa onun hoşuna gidiyordu. Tecrübesiz, açılmamış bir adam olduğu için, his ve fikir teatisinde büyük bir zevk buluyor, genç bir erkekle genç bir kızın yüksek ve sakin bir dostluk kurmaları mümkün olduğuna temiz bir yürekle inanıyordu.

Bir gün iyi bakılmış, haşarı üç at koşulu bir araba onu uçururcasına Perekatov’un evine götürüyordu. Bir yaz günüydü; sıkıntılı ve sıcak bir gün… Hiçbir tarafta tek bir bulut yoktu. Ufukta gökyüzünün maviliği o kadar kesifleşiyordu ki gözler bunu fırtına bulutu sanırdı.

Perekatov’un yazları oturmak için yaptırdığı evin bütün pencereleri, bozkırlarda âdet olan sakınganlık icabı, güneşe karşıydı. Nenila Makarievna bütün panjurları daha sabahtan kapattırmıştı. Kister, serin, loş misafir odasına girdi. Işık yere, uzun çizgiler halinde, duvarlara kısa, sık şeritler halinde aksediyordu. Peterskov ailesi Kister’i çok tatlı tatlı karşıladı. Yemekten sonra Nenila Makarievna, dinlenmek için yatak odasına çekildi; bay Perekatov misafir odasındaki kanepeye yerleşti; Maşa, pencerenin yanında kasnağının başına geçti, Kister de karşısına oturdu. Maşa, kasnağına, daha açmadan, göğsünü hafifçe dayadı, başını elleri arasına aldı. Kister ona bir şeyler anlatmaya başladı; Maşa, sanki birini bekliyormuş gibi, onu dikkatsizce dinliyor, ara sıra babasına bir göz atıyordu. Nihayet birdenbire elini uzatarak:

— Baksanıza Fyödor Fyödoroviç… dedi, yalnız biraz daha yavaş konuşun, babam uyudu.

Gerçekten, bay Perekatov, kanepede otururken âdeti üzere, başı sarkık, ağzı biraz açık, uyuyakalmıştı.

Kister merakla sordu:

— Ne istiyorsunuz?

— Bana gülersiniz.

— Hey Tanrım, bu ne demek?

Maşa başını öyle eğdi ki, elleriyle kapalı olan yüzünün yalnız üst kısmı görülebiliyordu. Biraz şaşırıp bozularak, yarı işitilir bir sesle bay Luçkov u neden hiç getirmediğini Kister’den sordu. Maşa, balo gecesinden sonra, ondan ilk defa bahsetmiyordu… Kister sustu. Maşa birbirine geçmiş olan parmaklarının arasından ürkek ürkek baktı. Kister:

— Düşüncemi size açıkça söyleyeyim mi? diye sordu.

— Neden söylemeyesiniz? Tabii…

— Bana öyle geliyor ki, Luçkov sizde büyük bir tesir bırakmış!

Maşa:

— Hayır! dedi ve güya nakışı daha yakından görmek ister gibi kasnağın üzerine eğildi; dar, altın renginde bir ışık şeridi saçlarına vurmuştu: Hayır… fakat… Kister gülümseyerek:

— Peki, dedi, fakat?

— Görüyor musunuz, dedi Maşa ve birdenbire başını kaldırdı, öyle ki ışık şeridi doğru gözlerine gelmişti: İşte, görüyor musunuz… O…

— Sizi ilgilendiriyor o…

— Eh… evet…

Maşa bunu duraklayarak söylemiş, biraz kızarmış, başını hafifçe öte yana çevirerek, bu vaziyette sözüne devam etmişti: bu adamda öyle bir şey var ki…

Kister’e çabuk bir göz hareketiyle bakıp:

— Ama bana gülüyorsunuz işte, diye birdenbire ilâve etti.

Kister son derece yumuşak ve tatlı bir eda ile gülümsedi. Maşa devam etti:

— Aklıma esen her şeyi size söylerim; çünkü bilirim ki siz benim… (“arkadaşım” demek istemişti) iyi bir dostumsunuz.

Kister, teşekkür makamında eğildi. Maşa biraz sustu ve çekingen, sıkılgan bir halde ona elini uzattı. Kister parmaklarının ucunu saygı ile sıktı.

Maşa:

— O, galiba çok garip bir adam, dedi ve dirseklerini tekrar kasnağa dayadı.

— Garip mi?

— Evet; zaten garip olduğu için bende ilgi uyandırıyor! diye kurnazca ilâve etti Maşa.

Kister önemli bir eda ile itiraz ederek dedi ki:

— Luçkov, asil ruhlu, harikulade bir adamdır. Alayımızda onu anlamıyorlar, yalnız dışından görüyorlar. Şüphesiz serttir, gariptir. Sabırsızdır, ama iyi adamdır.

Maşa, Kister’i can kulağıyla dinliyordu.

— Onu buraya getireceğim. Kendisine, sizden çekinmemesini, insandan kaçmanın gülünç olduğunu söyleyeceğim… Ona diyeceğim ki… O, ben ona ne söyleyeceğimi bilirim… Yalnız, sanmayınız ki ben… (Kister şaşırıp bozulmuştu; Maşa da bozulmuştu…) Nihayet o sizin sadece… şey… sadece boşunuza gidiyor.

— Ya, elbette, tıpkı birçoklarının hoşuma gittiği gibi. Kister ona kurnazca baktı ve memnun bir halde:

— Peki, peki. dedi. Onu size getireceğim…

— Ama, hayır…

— Peki, her şey yoluna girecek… Ben her şeyi yoluna koyarım. Maşa gülümseyerek:

— Ah, siz yok musunuz… dedi ve parmağı ile onu tehdit etti. Bay Perekatov, esneyerek gözlerini açtı:

— Uyumuşum galiba, diye hayretle mırıldandı.

Bu şüphe ve bu hayret her gün tekrarlanırdı. Maşa ile Kister, Schiller’den bahsetmeye başladılar.

Bununla beraber, Kister’in gönlü pek rahat değildi; içinde hasede benzer bir şeyler kımıldanıyordu… Ve asıl bir duygu zoruyla, kendi kendine kızıyordu. Nenila Makarievna misafir odasından indi. Çay getirildi. Bay Perekatov, köpeğini birkaç defa değnek üzerinden atlattı ve sonra, bütün bu marifetleri ona kendisinin öğrettiğini açıkladı. Bu açıklama sırasında köpeği nezaketle kuyruğunu sallıyor, yalanıyor, gözlerini kırpıştırıyordu. Nihayet, boğucu sıcaklık azalıp da akşam yeli esmeye başlayınca, bütün Perekatov ailesi kayın ağaçları arasında gezmeye çıktılar. Kister emirlerini yerine getireceğini anlatmak istiyormuş gibi boyuna Maşa’ya bakıyordu. Maşa içinden, hem sıkıntı, hem neşe, hem de korku duyuyordu. Kister birdenbire damdan düşer gibi, son derece tumturaklı bir dille, genel olarak aşktan, dostluktan bahse başladı. Fakat Nenila Makarievna’nın gözetleyici, açık bakışlarının farkına varınca birden bahsi değiştirdi.

Güneş, parlak, muhteşem kızıllıklar içinde batıyordu. Dümdüz geniş bir çayır, kayın ağaçlarından meydana gelen korunun önünde uzanıp gidiyordu. Maşa’nın aklına birdenbire kovalamaca oynamak geldi; kadın hizmetçiler, uşaklar da geldi, bay Perekatov karısı ile Kister de Maşa ile birlik oldular. Kadın hizmetçiler, dalkavukça, hafif çığlıklarla koşuşuyorlardı. Perekatov’un uşağı, Nenila Makarievna’yı kocasından ayırmak cüretinde bulundu; bir hizmetçi kadın kendisini hanımına kaptırdı; Kister, Maşa’dan ayrılmadı. Yerini her alışında ona iki üç kelime söylüyordu. Koşmaktan kıpkırmızı kesilen Maşa, onu gülümseyerek dinliyor, eliyle saçlarını düzeltiyordu. Akşam yemeğinden sonra Kister, ayrılıp gitti.

Sessiz, yıldızlı bir geceydi. Kister kasketini çıkardı. Heyecanlıydı; boğazı hafifçe bastırılıyormuş gibi oluyordu. Nihayet, âdeta işitilecek kadar açık: “Evet” dedi, onu seviyor; ikisini birleştireceğim; bu kızın bana beslediği itimadın doğruluğunu ispat edeceğim.” Maşa’nın Luçkov’a karşı açıkça bir sevgi ve ilgisi olduğunu ispat edecek ortada henüz bir şey olmadığı, Maşa’nın kendi söylediğine göre, Luçkov onda yalnız merak uyandırdığı halde, Kister bu anda kendi kendine tam bir roman uydurmaya ve bunda kendi vazifesini de tayine bile muvaffak olmuştu. Kendi hislerini feda etmeye karar vererek “içten bir bağlılıktan başka bir şey hissetmiyorum zaten” diye düşündü. Kister, gerçekten de, kendini arkadaşlık uğruna, kabul edilmiş bir vazife uğruna feda edecek istidat ve kabiliyette idi. O çok okuyor, bunun için de kendini tecrübeli ve hatta derin görüşlü bir insan farz ediyor, faraziyelerinin doğruluğundan şüphe etmiyordu. Hayatın, sonsuz denecek kadar çeşitli olduğunu, hiçbir vakit tekrarlanmadığını fark etmiyordu. Kister yavaş yavaş şevk ve heyecana geldi. Kendisine düşen vazifeyi heyecanla düşünmeye başladı. Sıkılgan, âşık bir kızla, sadece, hayatında, belki de kendisine bir defa bile sevmek ve sevilmek nasip olmadığı için katılaşan bir erkeğin arasına girmek, onları birleştirmek, onlara yine kendilerinin duygularını açıklamak ve sonra fedakârlığının büyüklüğünü kimseye hissettirmeden aralarından çekilip uzaklaşmak… ne güzel bir hareket! Gecenin serinliğine rağmen, bu temiz yürekli hülyacının yüzü ateş gibi yanıyordu…

Ertesi günü sabah erkenden Luçkov’a gitti.

Luçkov, âdeti üzere, kanepeye uzanmış, piposunu tüttürüyordu. Kister selâm verdi ve ciddî bir sesle:

— Dün Perekatov’larda idim, dedi.

Luçkov, kayıtsızca:

— Yaa… diye cevap verdi ve esnedi.

— Evet… Çok iyi insanlar.

— Sahi mi?

— Senden bahsettik.

— Şeref duyarım; kiminle?

— İhtiyarlarla… ve kızlarıyla.

— Oo… hani şu tombulca kızla mı?

— O çok iyi bir kız, Luçkov.

— Evet, evet, hepsi çok iyi.

— Yook, Luçkov, sen bu kızı iyi bilmiyorsun. Ben şimdiye kadar böyle zeki, iyi ve duygulu bir kıza rastlamadım.

Luçkov, genzinden bir şarkı mırıldanmaya başladı.

— Sana söylüyorum, yahu…

Luçkov, alayla:

— Sen ona âşıksın, Fedya, dedi.

— Katiyen… aklımdan bile geçirmiş değilim.

— Fedya, sen ona âşıksın.

— Ne saçma şey! Sanki insan… Luçkov, kelimeleri uzata uzata:

— Âşıksın, a canımın içi, gözümün bebeği, diye bir şarkı tutturdu.

Kister’in canı sıkıldı, hiddetle:

— Eh, Avdey, utanmıyorsun da! dedi.

Başka birisi olsaydı Luçkov, alayı daha da artırırdı, ama Kister’e yapamazdı. Yavaş sesle:

— Peki, peki, Sprechen Sie Deutseh, İvan Andreviç, diye mırıldandı. Kızma a canım! Kister:

— Dinle, Avdey, diye hararetle başladı ve onun yanına oturdu. Bilirsin ki seni severim. (Luçkov suratını ekşitti.) Yalnız sende bir şey var ki, itiraf edeyim hoşuma gitmiyor… Sen hiç kimseyle tanışmak istemiyorsun; hep evinde oturur, iyi insanlarla münasebetten kaçınırsın. Nihayet dünyada iyi insanlar da var!

Haydi, diyelim ki hayatta aldatılmışsın, kırılmışsın. Herkesin boynuna sarılma, ama herkese arka çevirmen neden icabetsin? Bu gidişle, galiba, bir gün beni de bir tarafa atıvereceksin.

Luçkov, soğukkanlılıkla piposunu tüttürmekte devam ediyordu.

— İşte bunun için seni kimse tanımıyor… benden başka… başkası belki de senin hakkında Tanrı bilir neler düşünür… Avdey!

Kısa bir susmadan sonra Kister ilâve etti:

— Sen fazilete inanmaz mısın, Avdey?

— Nasıl inanmam… inanırım…

Kister hararetle onun elini sıktı ve dokunaklı bir sesle devam etti:

— Ben seni hayatla barıştırmak istiyorum. Neşeleneceksin, açılacaksın… Evet, açılacaksın. O zaman bilsen ben ne kadar sevineceğim! Yalnız ara sıra kendini ve zamanını benim emrime bırakmaya razı ol. Bugün günlerden neydi? Ha, pazartesi… yarın salı… çarşamba günü, evet, çarşamba günü seninle Perekatov’lara gideriz. Seni görmekle ne kadar memnun olacaklar… Ve biz de orada neşeli vakit geçireceğiz… Şimdi müsaade et de bir pipo içeyim.

Luçkov, kanepede hiç kımıldanmadan yatıyor, tavana bakıyordu. Kister piposunu tüttürdü, pencerenin yanına gitti, parmaklarıyla camları tıkırdatmaya başladı.

Luçkov, birdenbire:

— Demek benden bahsettiler, ha? diye sordu. Kister, önemli önemli:

— Evet, bahsettiler, dedi.

— Peki, nasıl bahsettiler?

— İşte öyle, bahsettiler. Seninle tanışmayı çok arzu ediyorlar.

— Yani asıl hangisi?

— Hele bakın, ne de meraklı!

Luçkov, hizmetçisini çağırdı, atını eyerlemesini emretti.

— Nereye gideceksin?

— At talimi yerine.

— Haydi, Allaha ısmarladık. Şu halde Perekatov’lara gideceğiz değil ini? Luçkov, tembel tembel:

— Peki, istediğin olsun, dedi ve gerindi. Kister:

— Aferin, delikanlı! diye bağırdı, sokağa çıktı; düşündü, derin bir nefes aldı.

IV.

Maşa, tam misafir salonunun kapısına yaklaşırken Kister’le Luçkov’un geldiğini haber verdiler. Hemen odasına döndü, aynaya yaklaştı. Yüreği çarpıyordu. Hizmetçi kız onu misafir salonuna çağırmaya geldi. Maşa, biraz su içti, merdivenlerde iki defa durakladı ve nihayet aşağı indi. Bay Perekatov, evde değildi. Nenila Makarievna kanepede, Luçkov sırtında üniforma, şapkası dizleri üstünde, bir koltukta oturuyordu; Kister de ona yakın oturmuştu. Maşa odaya girince her ikisi de ayağa kalktı, Kister, her zamanki dostça gülümsemesiyle, Luçkov resmî ve zoraki bir eda ile. Maşa onlara sıkılarak eğildi ve annesinin yanına gitti. İlk on dakika esenlikle geçti. Maşa biraz dinlenince kendine geldi ve yavaş yavaş Luçkov’u tetkike başladı. Luçkov, evin hanımının sorularına kısaca, fakat telâşlı telâşlı cevaplar verdi; bütün onurlu insanlar gibi o da sıkılgandı. Nenila Makarievna misafirlerine bahçede bir gezinti teklif etti; fakat kendisi yalnız balkona çıktı. O, bozkırda yaşayan birçok anneler gibi kızını gözü önünden ayırmamaya, elinde şişkin el çantasıyla, apar topar peşinde koşmaya pek lüzum görmezdi. Gezinti hayli uzun sürdü. Maşa daha ziyade Kister’le konuşuyor, fakat ne ona, ne de Luçkov’a bakmaya cesaret edemiyordu. Luçkov, ona hiçbir şey söylemedi. Kister’in sesinde heyecan duyuluyordu. Nedense çok gülüyor, gevezelik ediyordu… Dereye vardılar. Derenin kenarında birkaç adım ötede, suyun, geniş, yuvarlak yapraklarla örtülü dümdüz yüzünde duruyor gibi görünen bir su zambağı vardı

— Ne güzel çiçek! dedi Maşa.

Sözünü bitirmeye kalmadan, Luçkov, kılıcını çekti, bir eliyle söğüt ağacının ince dallarına tutundu ve bütün vücudunu suya doğru sarkıtarak çiçeğin başını devirdi. Maşa korku içinde: “Burası derindir, aman dikkat edin!” diye bağırdı. Luçkov, kılıcının ucuyla çiçeği kenara, Maşa’nın ayaklarının dibine kadar çekip getirdi. Maşa eğildi, çiçeği aldı ve Luçkov’a tatlı, sevinçli bir şaşkınlıkla baktı. Kister: “Bravo!” diye bağırdı. Luçkov, kesik kesik: “Fakat yüzme bilmem ki…” dedi. Maşa bu sözü beğenmemişti. “Bunu niçin söyledi?” diye düşündü.

Lııçkov’la Kister, Perekatov’!arda akşama kadar kaldılar. Maşa’nın içinde, yepyeni, görülmemiş bir şeyler oluyordu; yüzünde düşünmeli bir kararsızlığın izleri kaç defadır kendini gösteriyordu. Daha ağır hareket ediyor, annesinin bakışlarından kızarmıyor, aksine, kendisi sanki onları arıyor, sanki annesine bir şeyler soruyordu. Bütün akşam Luçkov ona karşı tutuk, bir çeşit çolpaca dikkat ve ilgi göstermişti. Fakat bu çolpalık bile onun masum gururunu okşamıştı. İki arkadaş birkaç gün sonra tekrar geleceklerini vaat edip gittikten sonra, Maşa sessizce odasına çekildi, uzun müddet şaşkın bir halde etrafına bakındı. Nenila Makarievna yanına geldi, onu her zamanki âdeti üzere öptü, kucakladı. Maşa annesiyle konuşmak ister gibi, dudaklarını araladı, fakat bir tek söz bile söylemedi. İtirafta bulunmak istediyse de neyi itiraf edeceğini bilmiyordu. İçinde sessiz bir kaynaşma oluyordu. Gece dolabının üstünde Lııçkov’un kopardığı çiçek su dolu, temiz bir bardağın içinde duruyordu. Maşa, yatağında ihtiyatla doğruldu, dirseğine dayandı, taze dudakları, çiçeğin beyaz, taze yapraklarına hafifçe dokundu…

Ertesi gün Kister arkadaşına sordu:

— Ey, nasıl, Perekatov’ları beğendin mi? Haklı mıymışım? ha? Söyle bakalım! Luçkov cevap vermedi.

— Yooo… söyle, söyle!

— Gerçekten, bilmiyorum.

— Eh, yeter…

— Şu… neydi adı… Maşenka, şöyle böyle, fena değil… Kister:

— Hah… işte görüyorsun ki… dedi ve sustu.

Beş gün sonra Luçkov, kendiliğinden, Perekatov’ları ziyaret etmeyi Kister’e teklif etti. Onlara, kendisi yalnız başına gidemezdi; Kister yanında olmayınca konuşmayı idare etmek kendisine düşecekti ve o da bu işi beceremeyecekti. Bunun için mümkün olduğu kadar bundan çekiniyordu.

İki arkadaşın bu ikinci ziyaretlerinde Maşa daha serbest, daha senli benli olmuştu. Annesini, davetsiz bir itirafla rahatsız etmediğinden dolayı şimdi içinden seviniyordu. Yemekten önce Luçkov, henüz hiç binilmemiş bir taya binmeye atıldı ve haşarılıklarına, sıçrayışlarına bakmadan onu adam akıllı yok getirdi. Gece Luçkov önce coştu, alay etmeye, gülmeye başladı; gerçi çabuk kendini topladı, ama yine de Maşa’nın üzerinde bir an için fena bir tesir bırakmıştı. Maşa, Luçkov’un kendisinde ne gibi bir his uyandırdığını henüz kendisi de bilmiyordu. Fakat onda beğenmediği ne varsa hepsini de bedbahtlığın, yalnızlığın tesirine yüklüyordu.

V.

İki ahbap, Perekatov’ları sık sık ziyarete başlamışlardı. Kister’in durumu gittikçe ağırlaşıyordu. Pişman olmuyordu… Hayır; fakat hiç olmazsa sabır ve tahammülünü imtihana çeken bu tecrübenin müddetini kısaltmayı arzu ediyordu. Maşa’ya karşı olan sevgisi günden güne artıyor, Maşa da ona teveccüh gösteriyordu. Fakat sadece bir aracı, bir sır saklayıcı, hatta bir arkadaş olarak kalmak… Ne ağır, ne nankör bir iş!.. Heyecanlı kimseler ıstırapların kutsallığından, ıstıraplarda saadet bulmaktan çok bahsederler; fakat Kister’in sıcak ve açık kalbine onlar hiçbir saadet veremiyordu. Nihayet, bir gün, Luçkov giyinip kuşanarak onun yanına geldiği ve arabanın, kapı önünde beklediği bir anda, dostunun hayretleri arasında evde kalacağını açıkça söyledi. Luçkov yalvardı, canı sıkıldı, gücendi, kızdı… Kister baş ağrısını bahane etti. Luçkov da yalnız gitti.

Kabadayı, son zamanlarda, birçok hususlarda değişmişti. Arkadaşlarını rahat bırakıyor, acemileri tedirgin etmiyordu. Kister’in önceden söylediği gibi, ruhu gelişmemiş ise de, gerçekten biraz sakinleşmişti. Bundan önce ona hayal kırıklığına uğramış bir adam denilemezdi. Çünkü hemen hemen hiçbir şey görmemiş ve çekmemişti. Bunun için Maşa’nın, onun fikrini meşgul etmesi şaşılacak bir şey değildi. Böyle olmakla beraber kalbi yumuşamamıştı, yalnız kızgınlığı biraz yatışmıştı. Maşa’nın ona karşı beslediği duygular ise garip duygulardı. Doğrudan doğruya yüzüne bakamıyor, onunla konuşmuyordu… Yalnız kaldıkları zaman Maşa’yı bir sıkıntı, bir tutkunluk, bir korku alıyordu. Maşa, onu müstesna bir adam sayıyor, onun yanında cesareti kırılıyor, heyecanlanıyor, onu anlayamadığına, onun itimadına lâyık olmadığına hükmediyordu. Mahzun, ümitsizlik içinde, fakat durmaksızın onu düşünüyordu. Kister’in yanında bulunması ise, aksine, onu teskin ediyor, ruhuna ferahlık veriyordu, ama onda ne sevinç, ne de heyecan uyandırıyordu. Kardeşinin koluna yaslanıyor gibi, onun koluna yaslanarak saatlerce onunla konuşabilir, dostça gözlerine bakar, gülüşlerine güler, fakat onu pek seyrek aklına getirirdi. Luçkov’da ise bu genç kız için muammalı bir şeyler vardı; onun ruhunun “bir orman gibi” karanlık olduğunu hissediyor, var kuvvetiyle bu esrarengiz karanlığa nüfuz etmeye çalışıyordu… Hani çocuklar uzun müddet derin bir kuyuya bakarlar, bakarlar da, nihayet ta dibindeki sakin, siyah suyu seçerler, işte o da tıpkı onlar gibi…

Luçkov misafir odasına yalnız girince, Maşa önce ürktü… Fakat sonradan sevindi. Çok defa ona öyle gelmişti ki sanki Luçkov’la aralarında şimdiye kadar ifade etmek fırsatını bulamadığı bir çeşit anlaşmazlık vardı. Luçkov, Kister’in gelmemesi sebebini söyledi. Perekatov’la karısı buna üzüldüklerini gösterdiler; fakat Maşa, Luçkov’a inanmak istemeyen bir bakışla bakıyor ve beklemekten üzülüyordu. Yemekten sonra ikisi baş başa kaldılar. Maşa ne söyleyeceğini bilmiyordu; piyanoya oturdu; parmakları tuşların üzerinde hızlı hızlı, titrek titrek koşuyordu. İkide bir duraklıyor ve ondan ilk sözü bekliyordu… Luçkov müzikten anlamaz, müziği sevmezdi. Maşa ona Rossini’den (Rossini o zamanlar henüz moda olmaya başlamıştı), Mozart’dan… bahis açtı. Luçkov’un cevapları sadece “evet efendim, hayır efendim, elbette efendim, oh ne enfes” ten ibaret kalıyordu. Maşa, Rossini’nin bir temi üzerinde parlak varyasyonlar çalmaya başladı. Luçkov dinledi, dinledi… ve nihayet. Maşa başını çevirip de baktığı zaman, yüzü o derece riyasız bir sıkıntı ifade ediyordu ki, kız derhal yerinden fırladı ve piyanonun kapağını küt! diye kapadı. Pencerenin yanına giderek uzun uzun bahçeye baktı. Luçkov yerinden kımıldamıyor, hep susuyordu. Maşa’nın yüreğindeki ürkekliğin yerini sabırsızlık almaya başlamıştı.

“Bu ne demek oluyor?” diye düşünüyordu Maşa: “İstemiyorsun yahut da elinden gelmiyor, öyle mi?” Utanmak sırası Luçkov’a gelmişti. Her zamanki üzüntülü kararsızlığını yine hissetmeye başladı; hatta kızmıştı da!.. “Şeytana uydum da bu kızla münasebet tesis etmeye kalktım” diye kendi kendine mırıldandı… Halbuki bu anda Maşa’nın kalbine tesir etmek ne kadar kolaydı!.. Luçkov’un, tahayyül ettiği gibi garip de olsa, böyle harikulâde bir adam ne söylese, hepsini anlar, hepsini bağışlar, her şeye inanırdı… Fakat bu ağır, manasız susuşa ne demeli! Teessüründen gözleri yaşardı. “Eğer açılmak istemiyorsa, eğer ben onun itimadına lâyık değilsem, niye bize geliyor? Yoksa acaba ona fikrimi söylemeyi mi beceremiyorum?” diye düşünüyordu. Birdenbire Luçkov’a döndü ve ona öyle sorucu, öyle ısrarlı bir bakışla baktı ki, bu bakışı anlamamak ve susmaya devam etmek imkânsızdı. Kekeleyerek:

— Maria Sergeevna, diyebildi, ben… şey… ben size bir şey söylemek istiyorum. Maşa süratle cevap verdi:

— Söyleyin!

Luçkov, tereddütle etrafa bakındı:

— Şimdi söyleyemem… dedi.

— Neden?

— Sizinle yalnız konuşmak isterdim…

— İşte, şimdi yalnızız ya…

— Evet… ama… burada, evin içinde…

Maşa bozuldu, şaşırdı… “Eğer reddedersem, her şey biter…” diye düşündü. Merak ve tecessüs Hazreti Havva’yı mahvetmişti. Nihayet:

— Kabul ediyorum, dedi.

— Peki, ne zaman? Nerede?

Maşa hızlı hızlı, düzensiz soluyordu.

— Yarın… akşam üzeri. “Uzunçayır”ın ilerisindeki koruyu biliyor musunuz?..

— Değirmenin arkasındaki mi? Maşa başı ile tasdik etti.

— Saat kaçta?

— Bekleyin…

— Daha fazla hiçbir şey söylemedi, sesi kesildi… yüzü soldu ve hızla odadan çıktı.

Bir çeyrek saat sonra bay Perekatov, her zamanki nezaketiyle Luçkov’u sofaya kadar geçirerek hararetle elini sıktı, “unutulmamalarını” rica etti. Misafiri uğurladıktan sonra büyüklene büyüklene, uşağa: “Saçlarını kestirsen fena olmaz” diye ihtarda bulundu ve cevap beklemeden, düşünceli bir tavırla odasına döndü, yine aynı düşünceli tavırla kanepeye oturdu ve hemen oracıkta uyuyakaldı.

Aynı günün akşamı Nenila Makarievna kızına:

— Bugün biraz solgunsun, dedi, rahatsız mısın yoksa?

— Hayır, iyiyim, anneciğim.

Nenila Makarievna kızının boynundaki eşarbı düzelterek, içinde biraz da ebeveyn tahakkümü sezilen bir ana ihtimamıyla devam etti:

— Çok solgunsun, yüzüme bak bakayım! Bak, gözlerin de neşesiz… hiç iyi değilsin Maşa.

Maşa bir kaçamak yolu bulmak için:

— Bir parça başım ağrıyor, dedi.

— İşte bak, demek iyi bilmişim. Avucu ile kızının alnını tutarak:

— Bununla beraber ateşin de yok, dedi.

Maşa eğilerek yerden bir ipliği alıp kaldırdı. Nenila Makarievna kollarını Maşa’nın ince beline hafifçe sardı; tatlı bir sesle:

— Sanki bana bir şey söylemek istiyormuşsun gibi bir halin var, dedi.

Maşa’nın içinden bir ürperme geçti:

— Benim mi? Hayır, anneciğim.

Maşa’nın o andaki sıkılıp bozulması annesinin gözünden kaçmamıştı.

— Evet, evet istiyorsun… Düşün bakalım biraz!

Fakat Maşa kendini toparlamayı başardı ve cevap verecek yerde, gülerek annesinin elini öptü.

— Bana söyleyecek bir şeyin yok demek, öyle mi?

— Evet, gerçekten, söyleyecek bir şeyim yok. Kısa bir susuştan sonra Nenila Makarievna:

— Sana inanırım, dedi, bilirim ki benden hiçbir şeyi gizli tutmazsın… öyle değil mi?

— Elbette, anneciğim.

Bununla beraber, Maşa, birazcık kızarmaktan kendini alamamıştı.

— Çok iyi de ediyorsun. Yoksa benden gizlemen ayıp olurdu… Hem seni ne kadar sevdiğimi bilirsin Maşa.

— Oo… nasıl bilmem, anneciğim!.. Maşa burada annesini kucakladı.

Nenila Makarievna odanın içinde gezinerek:

— Peki; bu kadar yeter, dedi ve sorduğu şeyin hiçbir önemi olmadığını hisseden bir insan hal ve tavrıyla devam etti:

— Bugün Luçkov’la neler konuştunuz? Maşa:

— Luçkov’la mı? diye sakin sakin tekrarladı. İşte öyle… her şeyden konuştuk…

— Nasıl, onu beğeniyor musun?

— Evet, beğeniyorum.

— Hatırlıyor musun, onunla tanışmayı ne kadar isterdin, ne kadar heyecanlanırdın? Maşa, arkasını çevirdi ve güldü.

Nenila Makarievna saf bir eda ile:

— Ne garip adam! diye bir mülâhazada bulundu. Maşa onu savunmak için bir şeyler söylemek istediyse de kendini tuttu ve kayıtsızca:

— Evet, şüphesiz, tuhaf bir adam, fakat bununla beraber iyi bir adam! dedi.

— Elbette, elbette… Ama bay Kister niçin gelmedi acaba?

— Galiba rahatsızmış. Ha… iyi ki hatırıma geldi: bay Kister bana bir köpek yavrusu hediye etmek istemişti… Kabul etmeme müsaade eder misin?

— Ne? Hediyesini kabul etmek mi?

— Evet.

— Tabii kabul edersin.

— Teşekkür ederim, teşekkür ederim, dedi, Maşa.

Nenila Makarievna kapıya kadar gitmişken birdenbire döndü.

— Vaadini hatırlıyor musun, Maşa?

— Hangi vaadi ?

Hani, âşık olunca bana söyleyecektin?

— Hatırlıyorum.

— Ey, ne oldu?.. Daha vakti gelmedi mi?.. (Maşa yüksek sesle güldü.) Gözlerime bir bak, bakayım!

Maşa parlak, cesur bir bakışla annesine baktı.

Nenila Makarievna: “İmkânı yok, beni aldatmak onun aklından bile geçmez… Ben de tutturmuşum… Henüz daha çocuk” diye düşünerek içi rahatladı. Annesi çıktıktan sonra Maşa: “Fakat bu durum gerçekten çirkin…” diye düşündü.

VI.

Kister henüz uykuya yatmışken, Luçkof içeri girdi. Kabadayının yüzü hiçbir zaman yalnız bir duygu ifade etmezdi; şimdi de öyleydi: Yapmacık bir kayıtsızlık, kaba bir sevinç, üstünlük duygusu… gibi çeşit çeşit duygular yüzünde oynaşıyordu.

Kister acele acele sordu:

— Ey, nasıl oldu, nasıl oldu?

— Nasıl olacak? Gittim. Sana selâmları var.

— Nasıl hepsi iyi mi?

— Tabii, niçin iyi olmasınlar?

— Neden gitmediğimi sordular mı?

— Evet, sordulardı galiba.

Luçkov tavana bakarak, falsolu seslerle bir şarkı mırıldanmaya başladı. Kister önüne baktı ve düşünceye daldı.

Luçkof, kısık ve sert bir sesle:

— Bana bak, dedi, işte sen zeki, çok okumuş bir adamsın, ama bununla beraber bazı – müsaadenle – adamakıllı saçmalıyorsun.

— Yani ne demek istiyorsun?

— Bak anlatayım: Meselâ kadın bahsinde. Sen bunları ne kadar göklere çıkarırsın! Onlar üzerinde şiirler okursun! Sana göre onların hepsi birer melek… Ama ne de güzel melekler ya…

— Ben kadınları sever ve sayarım, fakat…

— Oooo… Elbette, elbette, diye sözünü kesti Luçkov. Seninle tartışacak değilim; ne haddime! Öyle ya, ben basit bir adamım.

— Ben demek istedim ki… Fakat niçin bilhassa bugün… bilhassa şimdi… sen kadınlardan bahsediyorsun?

— İşte öyle! (Luçkof burada manalı manalı gülümsedi.) İşte öyle!

Kister dostuna keskin bir bakışla baktı. Bu temiz yürekli genç, Maşa’nın ona fena muamele ettiğini, belki de, yalnız kadınların yapabilecekleri şekilde onu üzdüğünü sanıyordu…

— Seni üzüntülü görüyorum, benim zavallı Avdey’im; doğrusunu söyleyiver…

Luçkof kahkahayı bastı. Kendini beğenmiş bir eda ile bıyıklarını düzelterek, kelimelerin arasını kese kese:

— Benim için üzülecek bir şey yoktur sanırım, dedi ve bir vaiz tavrıyla devam etti: Hayır; bak ne Fedya: Kadın bahsinde yanıldığını sana hatırlatmak istedim, dostum. inan bana, kadınlar hep birbirlerinin aynıdır. Azıcık kendini yormaya, biraz etraflarında koşmaya bakar… ve iş yolundadır! İşte Maşa Rekatov’a bile…

— Yaa…

Luçkov ayağını yere vurdu ve başını salladı.

— Bende bir hususiyet, bir cazibe filân var mı ha? Yok değil mi? bununla beraber, işte yarın için bana gizli bir buluşma vaat edildi.

Kister kalkıp oturdu, dirseğine dayandı ve şaşkın şaşkın Luçkov’a baktı. Luçkov, sakin sakin devam etti:

— Akşamleyin, bir ormanda… Sakın öyle bilmem neler düşünme! Bu sadece hemen şöyle… Bilirsin, burada insanın içi sıkılıyor. Kızcağız güzel… Ey, ne fenalık var bunda? diye düşünüyorum… Evlenmesine evlenmem ben… Ama şöyle bir ihtiyarlıktan silkinirim… Karı gibi hareketi sevmem, ama kızcağızı pekâlâ eğlendirebilirim. Onunla birlikte bülbülleri dinleriz. Gerçekten, böyle şeyler tam senin işindir; fakat gelgelelim ki bu avratta bunu görecek göz yok! Senin yanında ben neyim sanki?

Luçkov bir hayli söyledi. Fakat Kister onu dinlemiyordu. Başı dönüyordu, sarardı, elini yüzünde gezdirdi. Luçkof koltuğunda ileri geri sallanıyor, gözlerini süzüyor, geriniyor ve Kister’in heyecanını kıskançlığa vererek, sevincinden neredeyse nefesi tıkanacak gibi oluyordu. Hâlbuki Kister’e azap veren şey kıskançlık değildi; onu yaralayan öğrendiği gerçeğin kendisi değildi; onu asıl, Luçkov’un kayıtsızlığı, Maşa’yı kabaca ihmali, Maşa hakkında sarf ettiği, üstü örtülü, menfur sözler yaralamıştı. Sanki yüzünü ilk defa iyice gözden geçiriyormuş gibi, kabadayıya dik dik bakmaya devam ediyordu. Demek o bunun için teşebbüs ve aracılıkta bulunmuştu, bunun için çalışmıştı! Demek kendi hislerini, temayüllerini bunun için feda etmişti! İşte aşkın mutlu tesirleri!

Nihayet:

— Avdey… demek sen onu sevmiyorsun, öyle mi? diye mırıldandı.

— Luçkov garazlı bir kahkaha atarak:

— Ne saflık! Mey Arkadia [Yunanca. Mesut çobanlar diyarı, mesut ülke. (Çeviren,)] diye cevap verdi.

Temiz yürekli Kister, bu durum karşısında bile fikrini değiştirmek istemedi. Şöyle düşünüyordu: “Belki de eski alışkanlığına uyarak hırçınlaşıp titizleniyor… Yeni hislerini ifade için henüz yeni tabirler bulamamış. Sonra, bizzat kendisinde de — Kister’de — hiddetin altında başka bir his gizlenmez miydi? Luçkov’un itirafı da, sadece Maşa’yı ilgilendirdiği için ona fena tesir etmiş değil miydi? Kim bilir, Luçkov, belki de Maşa’yı gerçekten seviyordur. Fakat hayır! hayır! Bin kere hayır! Bu adam âşık olsun?.. Safralı sarı yüzü ile hastalıklı ve kedi gibi hareketleriyle böbürlenip duran bu adam iğrençtir… İğrenç! Hayır, Kister aşkının sırrını sadık bir dosta bu biçim sözlerle ifade edemezdi… Taşan bir saadet, dilsiz bir vecit içinde, gözleri parlak, mesut yaşlarla dolu, başını onun göğsüne yaslardı…

— Ne o, birader? dedi Luçkov, böyle beklemiyordun değil mi? Şimdi ise kızıyor musun? Ha? Kıskanıyor musun yoksa? İtiraf et, Fedya! Ha? Ha? Gerçekten, burnunun dibindeyken kızcağızı elinden alıverdim.

Kister cevaba hazırlanırken bundan vazgeçti ve yüzünü duvara çevirdi. İçinden şöyle söylendi: ‘”Her şeyi açıkça söylemek… bu adama? Hayır katiyen! O beni anlamıyor… Varsın anlamasın! Bende birtakım kötü hisler olduğunu sanıyor, varsın öyle sansın!..

Luçkov ayağa kalktı ve haline acır gibi görünerek:

— Görüyorum ki uykun var, dedi engel olmayacağım. Uyu… rahat uyu dostum! Luçkof, kendinden çok memnun bir halde odadan çıkıp gitti.

Kister, şafak sökünceye kadar uyuyamadı. Bir yanından öbür yanına döndü durdu ve hep aynı fikir üzerinde hummalı bir inatla tekrar tekrar düşündü, bahtsız âşıklarca çok iyi bilinen bir haldir bu; için için yanan bir kora körük nasıl tesir ederse bu da insanın ruhuna öyle tesir eder.

“Şayet Luçkov ona önem vermiyorsa, şayet Maşa, buna rağmen, onun kucağına kendisi atılmış olsa bile, bana, kendi arkadaşına, ondan bu kadar saygısız, bu kadar hakaretli bir dille bahsetmemeliydi! Onun ne suçu vardı? Zavallı tecrübesiz kızcağıza insan nasıl acımamazlık edebilirdi? Fakat o, ona gerçekten gizli bir buluşma vaat etmiş miydi acaba? Vaat etmiş, muhakkak vaat etmişti. Luçkov yalan söylemez; o hiçbir vakit yalan söylemez. Fakat bu belki de kızda bir çeşit hayaldir…

“Ancak Maşa onu tanımıyor…. Luçkov ona belki hakaret edebilir. Bugünden sonra ben hiçbir sorumluluk kabul etmem… Fakat onu kıza öven, göklere çıkaran sen değil miydin, gospodin Kister? Kızın merakını uyandıran siz değil miydiniz?.. Ama böyle olacağını kim bilirdi? Önceden kim görebilirdi?..

“Neyi önceden görmek? bu adam benim dostum olmaktan çoktan mı vazgeçti?.. Bırak canım, acaba o bir zaman benim dostum oldu mu? Ne hayal kırıklığı! Ne ders!”

Bütün geçmiş zaman, kasırga gibi Kister’in gözleri önünde fırıl fırıl döndü. Nihayet kendi kendine: “Hem de onu seviyordum” diye fısıldadı: “Ondan niçin soğudum hem bu kadar çabuk.. Ve soğudum mu ki? Hayır, fakat bu adamı ben niçin sevdim? Hem de yalnız bir ben.”

Kister’in sevgi dolu yüreği, her şeyden önce başkaları ondan uzaklaştığı için Avdey Luçkov’a bağlanmıştı. Fakat bu iyi yürekli genç, iyi yürekliliğinin ne kadar büyük olduğunu kendisi bilmiyordu. Düşünmelerine devamla:

“Benim vazifem, diyordu, Maşa’yı ikaz etmektir. Fakat nasıl? Başkalarının işine, başkalarının aşkına karışmaya benim ne hakkım var? Bunun ne biçim bir aşk olduğunu ben nereden bileyim? Olabilir ya, belki bizzat Luçkov’un kendisinde de… Hayır! Hayır!”

Bunları, bir yandan yastığını düzeltirken canı sıkılarak, hemen heınen gözleri yaşararak, yüksek sesle söylüyordu. “Bu adam taş yürekli…”

“Ben kendim kabahatli… bir arkadaş kaybettim… İyi arkadaş! kız da iyi!.. Ne iğrenç bir bencilim ben! Hayır, hayır! Yüreğimin ta derinliklerinden onlara saadet dilerim… Saadet! Fakat bu adam Maşa ile alay ediyor!.. Ve niçin bıyıklarını boyuyor? Artık gerçekten görünüyor ki… Ah, ben ne kadar gülüncüm!” diye tekrarlayıp dururken uyuyakaldı.

VII.

Ertesi gün sabah Kister Perekatov’lara gitti. Görüşmeye başladıkları zaman Kister, Maşa’da büyük bir değişiklik görmüş, Maşa da Kister’deki değişikliğin farkına varmıştı; fakat her ikisi de bunu sükûtla geçiştirdiler. Bütün sabah, âdetleri hilâfına, her ikisi için sıkıntılı geçti. Kister, daha evindeyken, birçok cinaslı nutuklar, imalı cümleler, arkadaşça nasihatler hazırlamıştı… Fakat bütün bu hazırlıklar faydasız çıktı. Maşa, Kister’in kendisini tetkik ettiğini belli belirsiz hissetmişti; ona sanki Kister bazı sözleri, kasten manalı manalı söylüyor gibi geliyordu, ama kendisindeki heyecanı da hissediyor ve müşahedelerine inanmıyordu. Durmaksızın: “Allah vere de akşama kadar oturmaya kalkmasa!” diye düşünüyor, kendisine orada fazla olduğunu hissettirmeye çalışıyordu. Diğer taraftan Kister de onun bu tutukluğunu, sıkıntılı halini aşkın açık belirtileri telâkki ediyor ve Maşa için endişeleri arttıkça, ona Luçkof’tan bahsetmek cesaretini daha ziyade kaybediyordu. Maşa ise Luçkov’un adını anmamakta ısrar ediyordu. Zavallı Kister pek bedbahttı. Nihayet kendi hislerini anlamaya başladı. Maşa ona hiçbir zaman bu kadar sevimli görünmemişti. Bütün geceyi uykusuz geçirdiği halinden anlaşılıyordu. Solgun yüzünde hafif, kırmızı lekeler peyda olmuştu; vücudu hafifçe eğilmişti; isteksiz, süzgün bir gülümseyiş dudaklarından hiç ayrılmıyordu; solgun omuzlarında ara sıra bir ürperme geçiyor, bakışları sakin bir ışıkla parlıyor, fakat çabuk sönüyordu… Nenila Makarievna yanlarına gelip oturdu ve belki de kasti olarak Luçkov’u andı. Fakat Maşa, annesinin yanında, Fransızların dediği gibi dişlerine kadar (jusqu’aux deuts) silâhlanmıştı. Kendini hiç açığa vurmadı. Bütün sabah böylece geçti.

Nenila Makarievna Kister’e:

— Yemeği bizde yersiniz, değil mi? Diye sordu. Kister acele ile:

— Hayır, dedi ve Maşa’ya baktı. Affedersiniz… resmî vazife mecburiyetleri….

Nenila Makarievna, âdet olduğu gibi, teessürlerini belirtti. Karısının arkasından bay Perekatov’da teessür duyduğunu gösterdi. Kister, Maşa’nın yanından geçerken: “Ben kimsenin işine karışmak istemem” diyecek oldu, fakat vazgeçti, eğilerek: “Mesut olun… elveda… kendinizi iyi koruyun…” diye fısıldadı ve çıkıp gitti.

Maşa derin bir nefes aldı; sonra da onun ayrılıp gidişinden korktu. Ona azap veren neydi? Aşk mı, yoksa merak ve tecessüs mü? Tanrı bilir… Fakat tekrar edelim: Hazreti Havva’yı mahvetmek için yalnız merak kafiydi.

VIII.

Uzun Çayır, Perekatov’ların çiftliğinin bir verst [Verst, bir kilometrelik eski bir Rus ölçüsü, (Çeviren,)] ötesinde, Snejinka deresinin sağındaki geniş ve düz bir meydanın adıydı. Derenin, genç, sık meşe ormanı ile büsbütün kaplı ve yaban ördeklerinin limanları olan ufak “körfezler” hariç, diye yerlerini söğütlükler saran sol kıyısı, birdenbire dimdik yükseliyordu. Derenin yarım fersah kadar ilerisinde, Uzun Çayırın sağ tarafında, ötesinde, berisinde yaslı kayın ağaçları, fındık çalılıkları ve kartopu yetişen meyilli ve dalgalı tepeler başlıyordu.

Güneş batmak üzereydi. Uzakta bir yel değirmeni, rüzgârın esişine göre, bazı kuvvetli, bazı da hafif bir gürültü çıkararak dönüyordu. Çiftlik sahibine ait bir at sürüsü, çayırda tembel tembel dolaşıyordu. Bir çoban, türküsünü mırıldanarak, doymak bilmez ve ürkek koyun sürüsünün arkasından yürüyor, çoban köpekleri, can sıkıntısından, kargaları kovalıyordu. Luçkov, kollarını kavuşturmuş, koruda bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Bağlı duran atı, çayırdaki kısrak ve tayların, ortalığı çınlatan kişnemelerine sabırsızlıkla cevaplar veriyordu. Luçkov, her zamanki gibi hırçınlaşıyor ve sıkılıyordu. Maşa’nın aşkına henüz inanmadığı için ona kızıyor, kendisine de canı sıkılıyordu… Fakat ondaki heyecan, can sıkıntısını bastırdı. Nihayet genç bir fındık çalılığının önünde durdu, elindeki kırbaçla dalların ucundaki yaprakları döverek düşürmeye başladı…

Kulağına hafif bir hışıltı geldi… başını kaldırdı… on adım ileride, hızlı yürümekten kıpkırmızı kesilmiş, başında şapka, elleri eldivensiz, üzerinde beyaz bir elbise, boynunda acele ile sarılmış bir atkı. Maşa duruyordu. Birdenbire gözlerini indirdi, sessizce eğildi…

Luçkov çolpa, zoraki bir gülümseyişle yanına gitti. Güçlükle anlaşılır bir sesle:

“Ne kadar mesudum…” diye söze başlamışken, Maşa, soluk soluğa sözünü keserek:

— Çok memnunum… sizi bulduğum için. Çok defa akşamları buralarda gezinirim… siz de…

Luçkov onun sıkılganlığını, onun bu masumca yalanını idare etmeyi bile beceremedi de onurlu bir tavırla:

— Fakat bunu siz kendiniz teklif etmek lûtfunda bulundunuz sanırım, Maria Sergeyevna… deyiverdi.

Maşa aceleyle cevap verdi:

— Evet… evet… Beni görmeyi arzu etmiştiniz; istemiştiniz ki… Sesi kısıldı.

Luçkov susuyordu. Maşa ürkek, çekingen bir eda ile gözlerini kaldırdı. Luçkov onun yüzüne hiç bakmayarak şöyle başladı:

— Affedersiniz, ben basit bir adamım, açıkça konuşmaya alışık değilim… hanımlarla… Ben…. ben size demek istedim ki fakat beni dinlemek istemiyorsunuz galiba…

— Söyleyin…

— Mademki öyle… Size açıkça söyleyeyim ki uzun zamandan beri, sizinle tanışmak şerefine eriştiğim günden beri…

Luçkov duraksadı. Maşa sözün sonunu bekliyordu.

— Bununla beraber, bilmem, bütün bunları size niçin söylüyorum… insan kaderini değiştiremez ki…

— Nereden bilelim… Luçkov dertli dertli cevap verdi:

— Bilirim ben! Onun darbelerini yemeye alıştım!

Maşa “Luçkov için, hiç olmazsa şimdi, kaderinden şikâyet etmek sırası değildi” diye düşündü. Gülümseyerek:

— Dünyada iyi insanlar da, dedi, hatta çok iyileri…

— Sizi anlıyorum, Maria Sergevna ve inanın bana, teveccühünüzü takdir ediyorum… Ben… ben… Darılmaz mısınız acaba?

— Hayır… Ne söylemek istiyorsunuz?

— Şunu demek istiyorum ki… hoşuma gidiyorsunuz… Maria Sergeyevna, son derece hoşuma gidiyorsunuz…

Maşa şaşırıp bozuldu; onun sözünü keserek:

— Size pek minnettarım, dedi. Bekleyişten, korkudan yüreği eziliyordu.

Sonra:

— Ah, bakın bay Luçkov, diye devam etti, bakın, ne manzara! Ona, uzun uzun akşam gölgeleriyle alacalanan, güneşte kıpkızıl yanan çayırı gösterdi.

Bahsin birdenbire değişmesine içinden sevinen Luçkov, “zevk ve takdirle” manzaraya bakmaya başladı. Maşa’nın yanı başında duruyordu… Maşa, başını hızla çevirip ona, ancak genç kızlara vergi olan, dostluk dolu, meraklı, tatlı bir bakışla bakarak:

— Tabiatı sever misiniz? diye sordu. Avdey mırıldanır gibi:

— Evet… tabiat… şüphesiz… dedi, akşamları gezinti hoş bir şeydir; bir asker olduğum için, her ne kadar ince hisler benim anlayacağım şeylerden değilse de…

Luçkov “asker” olduğunu sık sık tekrarlardı. Kısa bir müddet sustular. Maşa hep çayırı seyretmeye devam ediyordu.

Luçkov:

“Acaba çekip gitmeli mi” diye düşündü; “ne saçma fikir! Biraz cesaret” sonra oldukça kesin bir sesle:

— Maria Sergevna, dedi.

Maşa dönüp ona baktı. Luçkov alay eder gibi bir tavırla devam etti:

— Affedersiniz, fakat müsaadenizle benim hakkımda ne düşündüğünüzü öğrenmek isterdim. Meselâ bana karşı… bir… meyil.. filân gibi bir şey hissediyor musunuz?

Maşa kendi kendine “Aman Tanrım, ne çolpa adam!” diye düşündükten sonra gülümseyerek Luçkov’a:

— Bilir misiniz, bay Luçkov, diye cevap verdi, kesin bir soruya kesin bir cevap vermenin her zaman kolay bir iş olmadığını?

— Böyle olmakla beraber…

— Ama bundan size ne?

— Ben, insaf edin… öğrenmek istiyorum… Maşa çekingen, ürkek bir tavırla, fakat merakla:

Fakat sizin büyük bir düellocu olduğunuz doğru mu? Söyleyin bana, doğru mu? dedi: diyorlar ki bir hayli adam öldürmüşsünüz, öyle mi?

Avdey kayıtsızca:

— Evet, doğrudur, dedi ve bıyıklarını düzeltti. Maşa ona dikkatle baktı.

— İşte, bu elle… diye fısıldadı.

Bu esnada Luçkov’uıı kanı alevlenmişti. İşte bir çeyrek saatten fazla olmuştu ki, genç, güzel bir kız onun önünde kaçamakla yakayı sıyırıp duruyordu…

Keskin, garip bir sesle:

— Maria Sergeyevna, diye başladı, şimdi artık hislerimi biliyorsunuz, sizi ne için görmek istediğimi de anladınız… doğrusu bana çok nazik davrandınız… Nihayet, siz de bana söyleyiverin, ümit edebilir miyim…

Maşa, elinde bir kır karanfilini evirip çevirip duruyordu… Yan gözle Luçkov’a baktı, kızardı, gülümsedi:

— Ne saçma şeyler söylüyorsunuz, dedi ve çiçeği ona uzattı. Avdey elini tuttu:

— Demek beni seviyorsunuz! diye bağırdı.

Maşa korkudan, tepeden tırnağa kadar buz kesilmişti. O, Avdey’e ilânı aşk etmek niyetinde değildi; hatta onu sevip sevmediğini, henüz kendisi de muhakkak bilmiyordu. Hâlbuki o, ona zorla fikrini söyletmek istiyordu. Demek ki bu adam onu anlayamıyordu… Bu fikir Maşa’nın beyninde bir şimşek gibi çaktı. O, bu kadar çabuk bir neticeyi hiç beklemiyordu… Maşa, meraklı bir çocuk gibi: “Acaba Luçkov beni seviyor mu?” diye bütün gün kendi kendine sormuş, hoş bir akşam gezintisi, saygılı ve nazik konuşmalar üzerinde hayaller kurmuştu. Kendini beğendirmek için cilveler yapacak, bu vahşi adamı kendine alıştıracak, ayrılırken de elini öpmesine müsaade edecekti… Halbuki bunun yerine…

Bunun yerine, birdenbire yanağında Avdey’in sert bıyıklarını hissetti.

— Geliniz mesut olalım. diye fısıldıyordu: Gerçekten, dünyada yalnız bir saadet vardır!..

Maşa ürperdi, dehşet içinde yana sıçradı, sapsarı kesildi. Eliyle bir kayın ağacına dayanarak durdu. Avdey müthiş surette şaşırmış, bozulmuştu. Ona doğru yaklaşarak:

— Affedin beni, diye mırıldandı: ben, doğrusu hiç düşünmemiştim ki…

Maşa hiçbir şey söylemeden, gözlerini açmış ona bakıyordu… Kabadayının dudakları nahoş bir gülümseyişle büküldü… Yüzünü kırmızı lekeler bürüdü:

— Neden korkuyorsunuz? diye devam etti: ortada mühim bir şey var mı ki? Zaten artık aramızdaki bütün… şeyi…

Maşa cevap vermedi.

— Hayır, yeter artık!.. Bütün bunlar saçma! Yalnız, hemen öyle… Luçkov ona elini uzattı…

Maşa Kister’i, onun “dikkat, sakının” dediğini hatırladı, korkudan bitmiş bir halde, âdeta çığlık koparır gibi:

— Taniuşa! diye bağırdı.

Bir fındık çalılığının arkasından kadın hizmetçinin toparlak yüzü beliriverdi… Avdey büsbütün şaşırıp kalmıştı. Hizmetçisinin ortaya çıkıvermesiyle içi rahatlayan Maşa yerinden kımıldamadı. Hâlbuki kabadayı, öfkesinden tir tir titriyordu; gözleri büzülmüş, yumruklarını sıkmıştı; hastalıklı bir kahkaha ile gülmeye başladı ve:

— Bravo! Bravo! Akıllıca bir hareket, diyecek yok doğrusu! diye bağırdı. Maşa sanki taş kesilmişti.

— Görüyorum ki bütün ihtiyat tedbirlerini almışsınız, Maria Sergeyevna, değil mi? Ama ihtiyatlılık hiçbir vakit zarar vermez. Ne dersiniz, ha? Zamanımızdaki genç hanımlar ihtiyarlardan daha basiretli… İşte, aşk dediğin!

— Aşktan bahsetmek hakkını size kimin verdiğini bilmiyorum, Bay Luçkov… Hangi aşktan bahsediyorsunuz!

Luçkov onun sözünü keserek:

— Nasıl kim verdi? dedi. Siz kendiniz! Daha neler!

Bütün işi berbat ettiğini hissediyordu, ama kendini tutamıyordu.

— Düşüncesiz hareket etmişim, dedi Maşa… Sizden delicatesse umarak ricanıza muvafakat etmiştim… Ama siz Fransızca bilmezsiniz, sizden nezaket umarak demek istedim…

Avdey sapsarı kesildi. Maşa onu tam kalbinden vurmuştu.

— Fransızca bilmiyormuşum… olabilir; fakat sizin benimle alay etmek istediğinizi biliyorum, evet, bunu biliyorum.

— Hiç de öyle değil, Avdey İvanoviç… hatta pek müteessirim. Avdey hiddetle sözünü kesti:

— Artık teessürünüzden bahsetmeyin, rica ederim; beni bundan kurtarın lütfen! Bay Luçkov…

Şimdi bir de Gran-Düşes tavırları takınmayın… Boşuna zahmet! Beni korkutamazsınız.

Maşa bir adım geri çekildi, hızla döndü ve yürümeye başladı. Avdey, çılgın gibi arkasından bağırıyordu:

— Emir buyurun da, size arkadaşınız, koruyucunuz, hisli gönüldaşınız Kister’i göndereyim! Nasıl işinize gelir mi? — Çileden çıkmıştı. — Hoş bir dost değil miydi ki?..

Maşa cevap vermedi, hızla ve sevinçle oradan uzaklaştı. Korku ve heyecanına rağmen içi hafiflemişti. Korkunç bir rüyadan uyanmış, karanlık bir odadan havaya ve güneşe çıkmış gibiydi… Avdey, deli gibi, etrafına bakındı; sessiz bir çılgınlık içinde körpe bir fidan kırdı, atına atladı, onu öyle bir kızgınlıkla mahmuzladı, gemi öyle insafsızcasına çekip çevirdi ki, zavallı hayvan, sekiz verstlik yolu çeyrek saatte aldı ve kaldı hemen o gece ölecekti…

Kister, Luçkov’u gece yarısına kadar beyhude bekledi ve ertesi sabah kendisi ona gitti. Emir eri, Kister’e efendisinin uykuda olduğunu ve kendisine, hiç kimseyi kabul etmemesi için emir verdiğini söyledi. “Beni de mi kabul etmemeyi”. “Zatı asîlânenizi de kabul etmemeyi emretti.”

Kister, azap verici bir endişeyle sokakta iki defa aşağı yukarı dolaştıktan sonra evine döndü. Hizmetçisi ona bir mektup uzattı.

— Kimden?

— Perekatov’lardan. Sürücü Artömka getirdi. Kister’in elleri titremeye başladı.

— Selâmlarını bildirmek için emir almış. Cevap rica etmek için de emir almış. Artömka’ya bir kadeh votka ikram edeyim mi?

Kister yavaşça zarfı açtı ve şunları okudu:

“Aziz ve iyi yürekli Feodor Feodoroviç!

“Sizi görmem, muhakkak görmem lâzım. Mümkünse bugün gelin. Yalvarırım size ricamı reddetmeyin, eski dostluğumuz namına yalvarırım size. Bilmiş olsaydınız… Fakat her şeyi öğreneceksiniz. Çok kısa bir zaman için Allah’a ısmarladık — değil mi? — Marie.”

“Hamiş: Bugün muhakkak gelin.”

— Nasıl, Artömka’ya votka vereyim mi?

Kister, uzun uzun, şaşkın şaşkın hizmetçisinin yüzüne baktı ve bir tek söz bile söylemeden dışarı çıktı.

Hizmetçi, sürücü Artömka’ya:

— Bizim efendi, sana biraz votka sunmamı ve birlikte içmemizi emretti, dedi.

IX.

Kister misafir salonuna girdiği zaman Maşa onu öyle parlak, öyle minnettar bir çehreyle karşıladı, elini öyle kuvvetli ve dostça sıktı ki, sevincinden kalbi çarpmaya başladı, sanki göğsünden ağır bir taş düştü. Bununla beraber, Maşa ona hiçbir şey söylemedi ve hemen odadan çıkıp gitti. Sergey Sergeyeviç kanepeye oturmuş, iskambil kâğıtlarıyla fal açıyordu. Konuşma başladı. Sergey Sergeyeviç, her zamanki gibi, sözü döndürüp, dolaştırıp köpeğine getirmek hünerini göstermeye kalmadan, Maşa üzerinde kareli, ipek kemerli — Kister’in pek beğendiği kemer — elbisesiyle tekrar salona girdi. Nenila Makarievna da gelerek Kister’i dostça selâmladı. Yemekte hepsi gülüşüp şakalaşıyordu. Hatta. Sergey Sergeyeviç bile canlandı ve gençliğinin en neşeli zamanlarından birini anlattı. Bunu anlatırken de, devekuşu gibi, başını karısından gizlemeye çalışıyordu!

Maşa, yemekten sonra, sanki kendisine seve seve itaat edeceğini biliyor gibi, sesinde gönül okşayıcı bir tahakkümle Kister’e:

— Haydi, Feodor Feodoroviç, çıkıp biraz gezinelim! dedi ve bir taraftan süet eldivenlerini ellerine geçirirken, zarif bir resmîlikle ilâve elti:

— Sizinle önemli, pek önemli bir meseleyi konuşmam lâzım. Annesine de:

— Bizimle birlikte gelir misin anneciğim? diye sordu. Annesi:

— Hayır, diye cevap verdi.

— Fakat biz bahçeye gitmiyoruz.

— Ya nereye?

— Uzun Çayır’a, koruluğa.

— Taniuşa’yı beraber götür. Maşa çıngıraklı bir sesle:

— Taniuşa, Taniuşa! diye bağırarak, adeta bir kuştan daha hafif, uçar gibi salondan dışarı fırladı.

Bir çeyrek sonra, Kister ile Uzun Çayır’a vardılar. Sürünün yanından geçerken, Maşa sevdiği bir ineğe ot verdi, eliyle başını okşadı ve Kister’e de okşattı. Çok neşeliydi ve durmaksızın gevezelik ediyordu. Kister onun arzularına seve seve uyuyordu, ama bir taraftan da sabırsızlıkla izahatı bekliyordu… Taniuşa onları hayli uzaktan takip ediyor, yalnız, ara sıra, küçük hanımına şeytanca bakışlar fırlatıyordu.

Maşa, Kister’e:

— Bana dargın değilsiniz, değil mi, Feodor Feodoroviç? diye sordu.

— Size darılmak mı, Maria Sergeyevna? Niçin?

— Hani evvelki gün, hatırlıyor musunuz?

— Biraz sıkıntılıydınız… işte o kadar.

— Neden böyle ayrı yürüyoruz? Bana elinizi versenize. Hah işte böyle… Siz de sıkıntılıydınız.

— Evet, ben de…

— Fakat bugün neşeliyim değil ini?

— Evet, bugün öyle görünüyorsunuz…

— Biliyor musunuz niçin? Çünkü…

Maşa başını ciddî bir eda ile salladı ve Kister’e bakmadan ilâve etti:

— Fakat şimdi artık biliyorum niçin… Çünkü sizinle beraberim. Kister, elini hafifçe sıktı. Maşa yavaş sesle sordu:

— Fakat, nasıl oluyor da bana sormuyorsunuz?..

— Neyi?

— Haydi, canım, bilmemezlikten gelmeyin… Benim mektubu…

— Bekliyordum…

Maşa canlılıkla onun sözünü kesti: — işte bunun için sizin yanınızda neşeli oluyorum ya. Çünkü siz nazik, iyi yürekli bir insansınız; çünkü yaradılışınız müsait değildir… parce que vous avez de la delicatesse. Bunu size söyleyebilirim: Fransızca bilirsiniz.

Kister Fransızca biliyordu, ama Maşa’nın ne demek istediğini bir türlü anlayamıyordu,

— Bana şu çiçeği koparın, işte şunu… ne kadar güzel!

Maşa çiçeğe hayran hayran baktı, sonra, birdenbire elini onun elinden çekerek, şefkatli bir gülümseyişle çiçeğin incecik sapını, Kister’in yakasındaki düğme deliğine itina ile geçirdi. İnce parmakları hemen hemen onun dudaklarına dokunuyordu. Kister, önce onun parmaklarına, sonra da yüzüne baktı. Maşa, “peki, olur…” demek ister gibi başını salladı. Kister eğilerek, eldiveninin parmak uçlarını öptü.

Bu sırada, bildiğimiz koruya yaklaşmışlardı. Maşa’yı birdenbire düşünceli bir hal aldı, nihayet büsbütün sustu. Luçkov’un onu beklediği yere gelmişlerdi. Basılıp çiğnenmiş otlar daha henüz kendilerini doğrultamamışlardı; kırılan fidan solmaya yüz tutmuş, yaprakları ufak borucuklar gibi bükülüp kurumaya başlamıştı. Maşa etrafına bakındı ve birdenbire Kister’e dönerek:

— Biliyor musunuz sizi buraya niçin getirdim?

— Hayır, bilmiyorum.

— Bilmiyor musunuz? Dostunuz bay Luçkof hakkında bugün bana neden hiçbir şey söylemediniz? Her zaman onu o kadar översiniz…

Kister önüne bakarak sustu.

— Maşa kendini biraz zorlayarak devam etti:

— Onunla görüşmek için dün… burada… buluştuğumuzu biliyor musunuz? Kister, boğuk bir sesle:

— Bunu biliyorum, dedi,

— Biliyor muydunuz? A! şimdi anlıyorum… Evvelki gün… bay Luçkov’un öyle acele etmesinin sebebi, demek zaferiyle övünmek içinmiş!..

Kister cevap vermek üzereyken Maşa atıldı:

— Susun, bana hiç itiraz etmeyin… biliyorum, arkadaşınızdır, onu savunmak mevkiindesiniz. Demek biliyordunuz, Kister, biliyordunuz…. Öyle ise niçin böyle bir aptallık etmeme engel olmadınız? Neden, bir çocuk gibi kulaklarımı çekmediniz? Demek biliyordunuz da aldırış etmediniz öyle mi?

— Fakat ne hakkım vardı…

— Ne hakkınız mı!.. Arkadaşlık hakkı ama o da arkadaşınız… O adam dün bana öyle bir muamele etti ki… güya…

Maşa arkasını döndü. Kister’in gözleri parladı ve benzi sarardı.

— Haydi, yeter, kızmayın… İşitiyor musunuz, Feodor Feodoroviç, kızmayın! Her şeyde bir hayır vardır. Dünkü açıklamadan çok memnunum… Bilhassa açıklamadan, diye ilâve etti Maşa. Bundan niçin size bahsediyorum? Bay Luçkov’u şikâyet için mi, sanıyorsunuz? Ne münasebet! Ben onu unuttum bile. Fakat size karşı suçluyum, iyi yürekli dostum… Açık konuşacağım, affınızı rica edeceğim… Sizden nasihat isteyeceğim. Siz beni açık kalpliliğe alıştırdınız; yanımda olduğunuz zamanlar kendimde bir ferahlık duyuyorum. Siz bay Luçkov gibi biri değilsiniz!

Kister güçlükle:

— Luçkof çolpa kaba bir adamdır, dedi, fakat…

— Ne: Fakat? Fakat demeğe utanmıyor musunuz? O kaba, ve çolpa, ve kötü yaradılışlı, ve bencil… İşitiyor musunuz: Ve, fakat değil.

Kister üzgün üzgün:

— Hiddet tesiri altında konuşuyorsunuz, Maria Sergeyevna, dedi.

—Hiddet mi? Nasıl hiddet? Baksanıza bana, kızmak böyle mi olur? Dinleyin, diye devam etti Maşa; Hakkımda nasıl isterseniz düşünün… fakat, bugün size, ondan öç almak için cilve yaptığımı sanıyorsanız, o zaman… İşte o zaman… — gözleri yaşardı — gerçekten kızardım.

— Bana her şeyi açıkça söyleyin, Maria Sergeyevna…

— Anlayamıyorsunuz, sezemiyorsunuz demek… Bana baksanıza, size karşı samimî, açık davranmıyor muyum, içimi dışımı bilmiyor musunuz?

Kister, Maşa’nın ne endişeli bir ısrarla onun bakışlarını kollayıp yakaladığını görerek tatlı bir gülümseyişle:

— Peki… Evet, size inanırım, diye devam etti, şu halde söyledin bakalım, Luçkov’la gizlice buluşmak fikri size nereden geldi?

— Nereden mi geldi? Ben de bilmiyorum. Benimle baş başa kalarak konuşmak istedi. Sandım ki, benimle açıkça konuşmak için henüz vakit ve fırsat bulamamıştı. İşte şimdi açıkça konuştu! Bakın, o, belki de fevkalâde bir adamdır, olabilir; fakat aptal, doğrusu… İki sözü bir araya getirip söylemeyi beceremiyor. Basbayağı kaba bir adam. Bununla beraber ben onu fazla muaheze etmem… beni hoppa, zirzop bir kız sanmış olabilir. Ben onunla hemen hemen hiç konuşmuş değildim… Gerçekten, bende merak uyandırmıştı; fakat öyle sanmıştım ki, sizin arkadaşınız olmaya liyakat kazanmış bir adam…

Kister sözünü keserek:

— Rica ederim, ondan benim arkadaşım olarak bahsetmeyin, dedi.

— Hayır, hayır, aranızı açmak istemem.

— İnanın bana, ben sizin için, yalnız bir arkadaşı değil, her şeyi fedaya hazırım… Bay Luçkov’la aramızda her şey bitmiştir!

Maşa dikkatli dikkatli yüzüne baktı ve:

— Haydi, artık boş verelim, dedi, ondan bir daha bahsetmeyelim. Bu ilerisi için bana bir ders oldu. Kabahat asıl bende. Aylar var ki, ben, hemen hemen her gün iyi yürekli, zeki, neşeli, sevimli bir adam görüyordum… bu adam… (Maşa burada şaşırıp durakladı) bu adam sanırım ki bana karşı… azıcık olsun… ilgi ve sevgi duyuyordu… ben ise, bir aptal gibi, (diye acele acele ilâve etti) ona başkasını tercih… hayır, hayır, tercih etmedim, ancak…

Başını eğdi, utanıp bozularak sustu.

Kister dehşet içinde kalmıştı. Kendi kendine “olamaz!” diye tekrarlayıp duruyordu. Nihayet:

— Maria Sergeyevna! diye söze başladı:

Maşa başını kaldırdı ve dökülmemiş yaşlarla dolu gözlerini ona dikerek:

— Kimden bahsettiğimi anlayamadınız mı? diye sordu.

Güçlükle nefes alabilen Kister ona elini uzattı. Maşa hemen, hararetle bu ele sarıldı.

— Siz benim, eskisi gibi, arkadaşımsınız değil mi?.. Neden cevap vermiyorsunuz?

— Arkadaşınızım, bunu bilirsiniz, diye mırıldandı.

— Beni ayıplamıyorsunuz ya? Beni affettiniz mi?.. Beni anlıyor musunuz? Dün bir erkekle buluşan, bugün başka biriyle görüşen, benim sizinle görüştüğüm gibi… Bir kıza gülmüyorsunuz… Bana içinizden gülmüyorsunuz, değil mi?

Maşa’nın yüzü kızardı; her iki eliyle de Kister’in eline sarılmıştı…

— Size gülmek mi?., dedi Kister: ben… ben sizi seviyorum… ben sizi seviyorum, diye bağırdı.

Maşa yüzünü kapadı.

— Sizi sevdiğimi, çoktan beri bilmiyor muydunuz, Maria Sergeyevna?

X.

Bu görüşmeden üç hafta sonra Kister, yalnız başına odasında oturmuş, annesine şu mektubu yazıyordu:

“Sevgili anneciğim,

Büyük sevincimi sizinle paylaşmak için acele ediyorum: evlenmek üzereyim. Bu haber belki sizi şaşırtacaktır; çünkü bundan önceki mektuplarımda hayatımda böyle mühim bir değişikliğe dair bir imada bile bulunmamıştım. Hâlbuki bütün hislerimi, sevinç ve kederlerimi sizinle paylaşmaya alışık olduğumu bilirsiniz. Bu hususta bir şey yazmayışımın sebeplerini size açıklamak kolay. Birincisi: sevildiğimi ben de ancak son zamanlarda öğrendim; ikincisi: kendi bağlılığımın kuvvetini, kendim de yine son günlerde hissedip anlayabildim. Buradan yazdığım ilk mektuplarımdan birinde, size komşularımız Perekatov’lardan bahsetmiştim. İşte bunların biricik kızı Maria ile evleneceğim. Her ikimizin de mesut olacağımıza kuvvetle inanıyorum. O bende ani bir tutku değil, arkadaşlıkla aşkın birleşip kaynaştığı, derin, içten bir duygu uyandırmıştır. Neşeli ve yumuşak mizacı temayüllerime tamamıyla uygundur, iyi tahsil ve terbiye görmüş, zeki bir kız ve mükemmel piyano çalıyor… Ah, onu bir görseydiniz!.. Size, kendi yaptığım bir resmini gönderiyorum. Kendisinin, resminden yüz kat daha güzel olduğunu söylemeye lüzum yoktur, sanırım. Maşa daha şimdiden sizi, kızın annesini sevdiği gibi seviyor ve buluşma gününü sabırsızlıkla bekliyor. Niyetim askerlikten çekilip köye yerleşmek ve çiftlik işleriyle uğraşmaktır, ihtiyar Perekatov’un, içinde dört yüz ırgat çalışan, mükemmel bir çiftliği var. Görüyorsunuz ki, maddi cihetten de kararımın isabetini teslim etmemek mümkün değil. İzin alarak Moskova’ya, size geleceğim, iki haftaya kadar beni bekleyin, daha fazla değil. Benim sevgili, iyi yürekli anneciğim, bilseniz ne kadar mesudum!.. Beni kucaklayın… ” v.s.

Kister mektubu zarfa koyup kapadı, ayağa kalktı, pencereye gitti, biraz düşündü, gelip tekrar masaya oturdu. Küçük bir mektup kâğıdı aldı, kalemini itina ile hokkaya batırdı, fakat uzun müddet yazmaya başlamadı, kaşlarını çattı, gözlerini tavana dikti, kalemin ucunu ısırdı… Nihayet kararını verdi ve bir çeyrek saatte aşağıdaki mektubu yazdı:

” Sayın Bay Avdey İvanoviç: “Beni son defa ziyaret ettiğiniz günden (yani üç haftadan) beri bana selâm vermiyor, benimle konuşmuyor, karşılaşmaktan çekiniyor gibisiniz. Herkes, şüphesiz, hareketlerinde serbesttir. Benimle tanışıklığınızı kesmek istediniz. Emin olun, size şikâyet etmek için yazmıyorum. Hiç kimseye balta olmak niyetinde olmadığım gibi, böyle bir alışkanlığım da yoktur; haklı olduğumu bilmek bana yeter. Şimdi şu satırları size bir vazife duygusu ile yazıyorum. Maria Sergeyevna Perekatov’a evlenme teklifinde bulundum. Teklifim gerek kendisi ve gerek ailesi tarafından kabul edildi. Herhangi bir anlaşmamazlığa ve şüpheye meydan bırakmamak için bu haberi açıkça ve doğrudan doğruya size bildiriyorum. Açıkça itiraf edeyim ki, başkalarının fikirlerine ve hislerine azıcık olsun önem vermeyen insanların fikirlerine pek fazla aldırış etmem ve size bu satırları yazmamın biricik sebebi de, bu meselede el altından iş görmüş veya görüyor, görünmeyi istemediğimi göstermektir. Beni bilirsiniz; bu hareketimi başka ve kötü bir hisse atfetmezsiniz. Size son defa olarak hitap ederken, eski arkadaşlığımızın hatırasına saygıyla, size dünyada mevcut bütün saadetleri dilemekten kendimi alamıyorum.

Derin saygılarımla Feodor Kister “

Kister bu mektubu gönderdikten sonra giyindi ve arabasını hazırlattı. Pek neşeli, pek gamsızdı; şarkı söyleyerek odasında aşağı yukarı dolaştı, hatta iki defa hoplayıp sıçradı şarkı defterini boru gibi bükerek, mavi kurdele ile bağlarken… Kapı açılarak, sırtında apoletsiz bir ceket, başında şapka, Luçkov içeri girdi. Kister şaşırmıştı; rozeti bağlamayı bitirmeden odanın ortasında durdu.

Luçkov, sakin bir sesle sordu:

— Perekatov’un kızıyla evleniyorsunuz, öyle mi? Kister hiddetle parlayarak dedi ki:

— Efendi! Terbiyeli insanlar, birinin odasına girince, ilkönce şapka çıkarıp bir “merhaba” derler.

Kabadayı kesik kesik:

— Affedersiniz bayım, diyerek şapkasını çıkardı. Merhaba!

— Merhaba, bay Luçkov. Perekatov’un kızıyla evleneceğimi mi soruyorsunuz? Mektubumu okumadınız mı?

— Mektubunuzu okudum. Demek evleniyorsunuz. Sizi tebrik ederim.

— Tebrikinizi kabul ve bunun için size teşekkür ederim. Yalnız kusura bakmayın, bir yere gitmem lâzım.

— Sizinle açık konuşmak isterdim, Feodor Feodoroviç. İyi yürekli Kister:

— Buyurun, memnuniyetle… diye cevap verdi. Bunu bekliyordum zaten. Bana karşı davranışınız o kadar garip ki… Hâlbuki ben bunu hak etmiş değilim… Ve nihayet bekleyemezdim… Ama lütfen oturmaz mısınız? Bir pipo içer misiniz?

Luçkov oturdu. Hareketlerinde yorgunluk görünüyordu. Bıyıklarını büktü, kaşlarını kaldırdı, nihayet dedi ki:

— Feodor Feodoroviç! Neden bana karşı uzun zaman ikiyüzlü davrandınız, söyler misiniz?

— Ne demek istiyorsunuz?

— Siz de hep bir günahkârlar gibi bir adam olduğunuz halde neden, nasıl diyeyim… Kusursuz bir mahlûk, bir melek tavrı takındınız?

— Ne demek istediğinizi anlayamıyorum. Yoksa sizi herhangi bir şeyle incitmiş olmayayım?..

— Ne demek istediğimi anlamıyorsunuz.

— Peki, öyle farz edelim. O halde daha açık konuşmaya çalışayım. Meselâ, açıkça söyleyin bana: Perekatov’un kızına karşı kendinizde çoktan beri mi bir meyil duyuyordunuz, yoksa bu tutkunluk sizde birdenbire mi parlayıverdi?

Kister soğuk bir davranışla cevap verdi:

— Maria Sergeyevna ile olan münasebetlerimizden size bahsetmeyi arzu etmemekteyim Avdey İvanoviç.

— Ooo peki: nasıl isterseniz. Yalnız, bana oyun oynadığınızı, beni aldattığınızı sanmaklığıma müsaade edin.

Avdey ağır ağır, dura dura konuşuyordu.

— Öyle sanmaya hakkınız yoktur, Avdey İvanoviç, beni bilirsiniz.

— Sizi bilmek mi?.. kim bilir sizi? Bir başkasının ruhu, insan için karanlık bir ormandır; hâlbuki mal dış yüzünü gösterir. Çok heyecanlanarak, hatta gözleriniz yaşararak Almanca şiirler okuduğunuzu bilirim; odanızın duvarlarına çeşit çeşit haritalar astığınızı bilirim: zatınızın temizliğe itina ettiğini bilirim; evet, bunları bilirim… ama bunun ötesinde hiçbir şey bilmem…

Kister kızmaya başlamıştı; nihayet:

— Ziyaretinizdeki maksadı öğrenmekliğime müsaade eder misiniz? diye sordu. Üç haftadır benimle selâmı sabahı kesmiştiniz; anlaşılan şimdi benimle, alay etmek için gelmişsiniz. Ben çocuk değilim, sayın bayım ve kimsenin benimle alay etmesine…

Luçkov sözünü keserek:

— Merhamet buyurun, Feodor Feodoroviç, merhamet buyurun, sizinle alaya kim cesaret edebilir? Tam tersi; ben buraya, bana karşı takındığı tavırların manasını lütfen açıklaması için efendimize, haddim olmayarak, ricaya geldim. Müsaadenizle sorayım: Perekatov ailesiyle beni tanışmaya zorlayan siz değil miydiniz? Bana ruhumun açılıp çiçekleneceğini temin eden siz değil miydiniz? Ve nihayet, benimle faziletli Maria Sergevna arasında yakınlık kurulmasını sağlayan siz olmadınız mı? Münasip şekilde, belki, size de anlatılmış bulunan son lâtif macerayı size borçlu olduğumu niçin farz etmeyeyim? Nişanlı bir kızın, nişanlısına her şeyi, bilhassa masumca yaramazlıklarını anlatması tabii bir şeydir. Şu gülünç hale sürüklenmeme sizin sebep olduğunuzu neden düşünmeyeyim? Gerçekten, “açılıp çiçeklenmem için siz işte böyle çalışmışsınız!

Kister odada bir aşağı bir yukarı geziniyordu. Nihayet dedi ki:

— Bana bakın, Luçkof, şaka bir tarafa, söylediklerinize gerçekten kani iseniz — ki ben buna inanmıyorum — müsaadenizle size şunu söyleyeyim: hareketlerime ve niyetlerime böyle hakaretli bir şekilde mana vermeniz; ayıp ve günahtır. Kendimi haklı çıkarmaya çalışmayacağım… Vicdanınıza, hafızanıza müracaat ediyorum.

— Evet; Maria Sergeyevna ile durmaksızın fiskos ettiğinizi hatırlıyorum. Bundan başka, yine müsaade ediverin de sizden sorayım: benimle o malûm konuşmadan sonra Perekatov’lara gitmediniz mi? Size, en aziz arkadaşıma, kararlaştırılan buluşmayı, aptalcasına boşboğazlık ederek anlattığım o akşamdan sonra?

— Ne? Benden şüphe ediyorsunuz… Avdey müthiş bir soğuklukla sözünü kesti:

— Kendimden şüphe etmediğim hiçbir şey için başkalarından şüphe etmem, ancak bende, başkalarının benden daha iyi olmadıklarını sanmak zaafı vardır.

Kister hiddetle itiraz ederek:

— Yanılıyorsunuz, dedi, başkaları sizden daha iyidir. Luçkof sakin bir sesle cevap verdi:

— Bundan dolayı onları kutlarım; fakat… Hiddet sırası kendisine gelen Kister:

— Fakat diye Luçkov’un sözünü kesti: O… o buluşmadan nasıl bir dille bahsettiğinizi hatırlarsınız… Ama bu sözler, görüyorum ki, hiçbir sonuca götürmeyecek… Hakkımda nasıl isterseniz düşünün, nasıl isterseniz hareket edin. İşte bu güzel, dedi Avdey, zorla açık konuşmaya başladınız.

Kister tekrarladı:

— Nasıl bilirseniz!

Avdey, onun haline acır gibi görünerek, yapmacık bir eda ile ilâve etti:

— Durumunuzu anlıyorum, Feodor Feodoroviç. Hoş bir durum değil, gerçekten hoş değil. Adam rol oynuyor, oynuyor da hiç kimse onda aktörü fark etmiyor; derken birdenbire…

Kister dişlerini sıkarak onun sözünü kesti:

— Eğer, sizi böyle konuşmaya zorlayan şeyin incitilmiş bir aşk duygusu olduğunu düşünebilseydim size acır, sizi affederdim… Fakat sizin takazalarınızda, sizin iftiralarınızda yaralanmış bir onurun feryatlarından başka bir şey işitilmiyor… Ve ben de size karşı merhamet duymuyorum… Bu akıbeti kendiniz hak ettiniz.

Avdey hafif bir sesle:

— Tuh… Hey Tanrım, ne biçim konuşuyor bu adam! dedi ve devam etti:

— Onur… olabilir; evet, evet, dediğiniz gibi. Onurum pek derinden, pek dayanılmaz şekilde yaralanmıştır. Fakat kim onurlu değildir? Siz değil misiniz? Evet, ben onurluyum ve meselâ kimsenin bana acımasına müsaade etmem…

Kister kibirli kibirli sitem ederek;

— Müsaade etmez misiniz? dedi. Bu ne biçim söz, efendim! Unutmayın ki aramızdaki bağı siz kendiniz kopardınız. Rica ederim, bana yabancı bir adam gibi hitap edin!

Avdey:

— Bağ! Bağı koparmak! diye tekrarladı. Sözlerimi anlayın: Size acıdığımdan selâmı kestim, görüşmeye gelmedim; bana acıyacak yerde, benim size acımama müsaade edin!.. Sizi fena bir vaziyete sokmak, sizde vicdan azabı uyandırmak istemedim… Bir de aramızdaki bağdan bahsediyorsunuz… Sanki evlenmenizden sonra da eskisi gibi dostum olarak kalabilecekmişsiniz gibi! Artık yeter! Siz zaten eskiden de, sadece muhayyel, mevhum üstünlüğünüzle gönlünüzü eğlendirmek için benimle görüşüyordunuz…

Avdey’in vicdansızlığı Kister’i fena halde kızdırdı.

— Bu nahoş konuşmayı kesin! diye bağırdı. Hem bana niçin geldiğinizi anlamıyorum… Avdey merakla:

— Niçin geldiğimi anlamıyor musunuz? diye sordu.

— Katiyen anlamıyorum.

— Anlamıyorsunuz ha?

— Evet, anlamıyorum diyorum size…

— Şaşılacak şey!.. Şaşılacak bir şey bu! Sizin gibi zeki bir adamdan bunu kim bekleyebilir ?

— Lütfen, açık konuşun, nihayet…

Avdey oturduğu yerden ağır ağır ayağa kalkarak:

— Ben buraya, dedi, ben buraya sizi düelloya davet için geldim, bay Kister anlıyor musunuz? Sizinle dövüşmek istiyorum. A-a-a! Benden öyle kolay kolay kurtulacağınızı mı sanmıştınız! Nasıl bir adamla işiniz olduğunu bilmiyor muydunuz? Sandınız mı ki…

Kister soğuk bir davranışla kesik kesik:

— Çok iyi, diye sözünü kesti. Davetinizi kabul ediyorum. Lütfen şahidinizi gönderin. Avdey, avını öyle çabuk bırakmaya kıyamayan bir kedi gibi:

— Evet, evet, diye devam etti. İtiraf edeyim ki, yarın tabancamın namlusunu o harikulade, sarışın suratınıza büyük bir zevkle yönelteceğim.

Kister nefretle itiraz etti.

— Düelloya davetten sonra ağzınızı bozmaya başladınız. Lütfen, buradan gidin! Sizin namınıza ben utanıyorum.

Avdey, şapkasını başına geçirirken:

— Oo, malûm şey: Delicatesse!.. Ah, Maria Sergeyevna, Fransızca bilmem ben! Lâtif görüşmemize kadar… hoşçakalın, Feodor Feodoroviç! dedi ve selâm vererek çıkıp gitti.

Kister, odasının içinde birkaç defa, bir aşağı bir yukarı dolaştı. Yüzü ateş gibi yanıyor, göğsü inip kalkıyordu. Ne korkuyor, ne de kızıyordu; fakat bir zamanlar nasıl bir adamı kendine arkadaş saydığını düşünmek ona iğrenç geliyordu. Luçkov’la düello etmek düşüncesi onu hemen hemen sevindiriyordu… Kendi mazisinden bir hamlede kurtulmak, yolunun üzerindeki bu kaya parçasının üstünden atlayıp geçmek ve sonra kendini sakin ırmağın akımına koyuvermek… “‘Çok güzel! diye düşündü; saadetimi fethedeceğim.” Maşa’nın hayali ona gülümsüyor ve zafer vaat ediyordu. Kister, sakin bir gülümseyişle: “Ben ölmeyeceğim! Hayır, ölmeyeceğim ben!” diye tekrarlıyordu. Masanın üzerinde annesine yazdığı mektup duruyordu… Bir lâhza için kalbinde bir tazyik duydu. Her ihtimale karşı mektubu göndermeyi biraz geciktirmeye karar verdi. Kister’de, insanın tehlike karşısında kendinde sezdiği, hayati kudretin yükselişi vukua geliyordu. Zihninde, kendini ve Maşa’yı bedbahtlık ve ayrılık imtihanından geçirdi. Geleceğe ümitle bakıyordu. Kendi kendine, Luçkofu öldürmemeye söz verdi… Dayanılmaz bir hiç onu Maşa’ya doğru çekiyordu. Şahit arayıp buldu, çabucak işlerini yoluna koydu ve öğle yemeğinden sonra hemen Perekatov’lara gitti. Bütün gece Kister neşe içindeydi; hatta pek fazla neşeliydi.

Maşa, bol bol piyano çalıyor, hiçbir şey sezmiyor, ona tatlı tatlı cilveleniyordu. Once onun kaygısızlığı Kister’i müteessir etti; sonra bunu iyiye yorarak sevindi; içi rahatladı. Maşa, ona gittikçe daha fazla bağlanıyordu. Onda saadet ihtiyacı, ihtiras ihtiyacından daha kuvvetliydi. Bundan başka, Avdey onu mübalâğalı arzularından vazgeçirmiş, o da bunlardan memnuniyetle ve kesin olarak elini çekmişti. Nenila Makarievna, Kister’i bir evlât gibi seviyordu. Sergey Sergeyeviç de, alışık olduğu üzere, karısını taklit ediyordu.

Maşa, Kister’i sofaya kadar geçirdikten sonra, elini büyük bir incelikle ve uzun uzun öpmesine, sakin ve tatlı bir gülümseyişle bakarak:

— Güle güle, yine görüşelim, dedi. Kister:

— Hoşçakalın, yine görüşeceğiz, yine görüşürüz, tabii, diye emniyetle tekrarladı.

Fakat Perekatov’Iarın evinden yarım verst kadar ayrılınca, arabada ayağa kalkarak müphem bir sıkıntı içinde, gözleriyle ışıklı pencereleri aramaya başladı… Artık evde her şey bir mezar karanlığına bürünmüştü.

XI.

Ertesi gün saat on birde, Kister’in şahidi olan yaşlı, emektar binbaşı onu almaya geldi. Bu iyi yürekli ihtiyar homurdanıyor, bembeyaz bıyıklarını ısırıyor, Luçkof için her türlü fenalıklar diliyordu… Arabayı getirdiler. Kister, binbaşıya iki mektup verdi; biri annesine, öteki Maşa’ya aitti.

— Bunlara ne lüzum var?

— İnsan bilmez ki…

— İşte bu saçma bir şey! Onu bir keklik gibi vuracağız.

— Ne de olsa…

Binbaşı, mektupları hiddetle ceketinin yan cebine soktu.

— Haydi, gidelim.

Hareket ettiler, Kirilova köyünden iki verst ötedeki küçük ormanda Luçkov, kendi şahidi, eski arkadaşı, alay yaveri lâvantalı subayla onları bekliyordu. Hava çok güzeldi. Kuşlar sakin sakin cıvıldaşıyordu. Ormandan biraz ötede bir köylü tarla sürüyordu. Şahitler mesafeyi ölçtüler, hududu tespit ettiler, tabancaları muayene edip doldurdular. Bütün bu müddet içinde hasımlar birbirlerine bakmadılar bile… Kister, kopardığı küçük bir dalı sallayarak, tasasız bir tavırla aşağı yukarı dolaşıyordu; Avdey, kollarını kavuşturmuş, kaşları çatık, hareketsiz duruyordu. Nihayet katî an geldi… “Başlayın, baylar!” Kister hızla hudut çizgisine doğru yürüdü: fakat daha henüz beş adım atmamıştı ki Avdey ateş etti: Kister sarsıldı, bir adım daha attı, sendeledi, başını eğdi… Dizleri büküldü… Bir çuval gibi otların üzerine yuvarlanıverdi. Binbaşı koşarak yanına gitti… Ölmek üzere olan yaralı: “Acaba?” diye fısıldıyordu…

Avdey, öldürdüğü adama doğru yaklaştı. Gamlı, uğursuz suratında vahşi, amansız bir pişmanlık belirmişti.

Yaverle binbaşıya baktı, bir suçlu gibi başını eğdi, tek kelime söylemeden atına bindi ve alayın karargâhına doğru, ağır ağır sürerek oradan uzaklaştı.

Maşa… Hâlâ yaşıyor.


TURGENYEV
HİKÂYELER II

Bu eseri Şahin AKALIN dilimize çevirmiştir.

İSTANBUL 1950 – MİLLÎ EĞÎTÎM BASIMEVİ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir