Kadınların Şefkati – J. G. Ballard “Savaşın insan psikolojisinde yarattığı tahribat”

J. G. Ballard, Kadınların Şefkati’nde, kültleşen kurgularının şahsi travmalarıyla nasıl kol kola ilerlediğini ve ölümü Amerikanlaştırma, şimdideki geleceğe ulaşma takıntısının girdabına nasıl sürüklendiğini anlatıyor.

Yaşamından kesitleri soyutlaştırıp ustaca yeniden kurgulayan Ballard, yazar kimliği ile şahsi geçmişini sosyo-kültürel perspektif süzgecinden geçirerek okura tekrar sunuyor. Geçirdiği travmaların kanattığı yaraları yolunun kesiştiği kadınların iyileştirici gücüyle sararken her bir anı, belleğindeki çatlakları Çarpışma, Gökdelen, Beton Ada, Vahşet Sergisi gibi sarsıcı eserleri aracılığıyla sağalttığı süreçlere açılıyor.

Savaşın insan psikolojisinde yarattığı tahribatın bir dehanın elinde nasıl bir cevher damarına dönüştüğünü, içinde barınan şiddeti kalemiyle bileyen Ballard’dan okumak isteyenlere.


OKUMA PARÇASI

I.
Kanlı Cumartesi

Şanghay’da 1937 yazında her gün öğleden sonra bisiklete atlayıp savaş başladı mı diye bakmaya Bund tarafına giderdim.
Öğle yemeği biter bitmez annemle babamın kulübe gitmelerini
beklemeye başlardım. Onlar yatak odasında salına salına tenis
kıyafetlerini giyerken, yaklaşan savaşa bu kadar ilgisiz, babamın topa daha ilk vuruşunda savaşın patlak verebileceğinden
bu kadar bihaber olmalarına hayret ederdim. Halıdaki oyuncak askerlerimi Şanghay çevresindeki Japon ve Çin orduları
gibi karşılıklı dizdiğimi, yedi yaşındaki bir çocuğun sahip olup
olabileceği tüm Napolyon sabırsızlığıyla volta attığımı hatırlıyorum. Bütün bir savaşın yükünü yalnız başıma taşıdığımı düşünürdüm bazen.
Babama kur yapan annemin kahkahalarına boş verip Amherst Caddesi üzerinde uzanan gökyüzünü seyrederdim. Şanghay merkezindeki mağazaların tepesinde her an bir Japon bombardıman filosu belirebilir, Katedral Okulu’nu bombalamaya
başlayabilirdi. Çocuk aklımın, bir savaşın ne kadar süreceğine
dair fikri yoktu: birkaç dakika, öğleden akşama? Korktuğum
şeylerden biri, kaçırmayı becerdiğim onca heyecanlı olay gibi,
ben daha başladığını fark etmeden savaşın bitmesiydi.
Yaz boyunca Şanghay’da herkes Çin ile Japonya arasında
çıkacak savaştan bahsediyordu. Annemin briç partilerinde atış-
tırmalıkların arasında dolanırken, arkadaşlarının 7 Temmuz’da
Pekin’in Marco Polo Köprüsü’nde karşılıklı açılan ateşten bahsettiklerini duyuyordum. Bu, Japonya’nın Kuzey Çin’i işgalinin
de habercisiydi. Geçen bir ay zarfında Çan Kay Şek, karşı saldırı
emri vermemişti; dedikodulara göre Generaller Generali’nin Alman danışmanları, kuzey ilçelerinden çekilip Japonlarla Çin’in
başkenti Nanjing önlerinde, güçlü oldukları mevkide savaşmak
konusunda ısrar ediyordu. Fakat Çan kurnazca hareket etmiş,
Japonlara Şanghay’da, Nanjing’den 300 kilometre kadar uzakta,
Yangtze Nehri’nin ağzında, Amerikalı ve Avrupalı güçlerin kendisini kurtarmak için devreye girebilecekleri noktada meydan
okumaya çoktan karar vermişti.
Bisikletimle Bund’a her gidişimde kendi gözlerimle görüyordum, Çin ordusunun devasa birlikleri Uluslararası Yerleşim
Bölgesi’nin etrafına yığılıyordu. 13 Ağustos Cuma günü annemle babam Packard arabalarının arka koltuğuna yerleşir yerleşmez bisikletimi garajdan çıkarıp tekerleklerini şişirerek Bund’a
doğru uzun bir yolculuğa koyuldum. Beyaz Ruslardan olan
dadım Olga, Amherst Caddesi’nin batı ucunda yaşayan arkadaşım David Hunter’ı görmeye gittiğimi zannetmişti. Gelgitler
yaşayan, tuhaf bakışlı genç bir kadın olan Olga’nın tek derdi
annemin elbiselerini denemekti; evden gidişime sevinmişti.
Bund’a bir saat sonra vardım. Yürüyüş yolu, telaşla koşuşturan ofis çalışanlarıyla öylesine dolmuştu ki kıyıdaki iskelelere
bir türlü yanaşamıyordum. Bisikletimin zilini çalarak tramvay
tangırtılarının, tekerlerine kilit vurulmuş çekçekler ile yorgun
hamallarının, kavgaya meraklı dilenci ve yankesici tayfasının
arasından geçerek uzaklaştım. Chapei ve Nandao’dan gelen
mülteciler Uluslararası Yerleşim Bölgesi’ne akıyor, Bund boyunca sıralanmış büyük bankalarla ticarethanelerin cansız cepheleri boyunca bağır çağır yürüyorlardı. Binlerce Çin askeri,
yüzlerini Japonların Yangtzepoo’da kendilerine imtiyaz olarak
verilen topraktaki garnizonuna dönerek Şanghay’ın kuzey ma-
hallerinde mevzilenmişti. Cathay Hotel’in merdivenlerinde dikildiğim, kapı görevlisinin bisikletimi tuttuğu sırada Wangpu
nehrinin savaş gemileriyle dolduğunu görmüştüm. Suyun üzerinde Britanya’ya ait muhrip, şalupa ve gambotlarla Amerikan
gemisi USS Augusta, bir Fransız kruvazörü ve emektar Japon
kruvazörü İdzumo bulunuyordu. İdzumo, babamın anlattığına göre 1905’te Rus İmparatorluk Donanması’nın batırılmasına
yardım etmişti.
Yığılan onca kuvvete rağmen savaş, kendini ilan etmeyi o öğleden sonra inatla reddetti. Hayal kırıklığına uğramış,
okul ceketimin sağı solu yırtılıp lekelenmiş vaziyette Amherst
Caddesi’ne doğru yorgun argın pedal çevirerek, çay içip en sevdiğim radyo programını dinlemek üzere tam zamanında eve
vardım. Sıyrılmış dizlerimi kendime çekip kurşun askerlerime
uzun uzun bakarak, yolculuk süresince gördüğüm birliklerin
konumuna göre hepsinin yerlerini tekrar düzenledim. Olga’yı
duymazdan gelerek bu düğümü çözecek bir plan düşünmeye
çalıştım; Çan Kay Şek’in arkasındaki Çinli bankerleri tanıyan
babamın, kafamdaki karmakarışık beyin dalgalarını Generaller
Generali’ne iletmesini umuyordum.
Fransızca ödevimden bile daha zor olan tüm bu meselelerle
kafam allak bullak vaziyette annemle babamın yatak odasına
doğru yürüdüm. Olga, omuzlarında kürk pelerinle annemin
boy aynası önünde duruyordu. O bana Amherst Caddesi’ndeki bir başka evden çıkıp gelmiş istenmeyen misafirmişim gibi
kaşlarını çatarak bakarken, ben de tuvalet masasına oturup saç
fırçalarıyla parfüm şişelerini düzenledim. Anneme Olga’nın
gardırobunu karıştırdığını söylemiştim fakat o gülümsemekle
yetinmiş, Olga’ya tek söz etmemişti.
Bir zamanlar hali vakti yerinde olan Minskli bir ailenin bu
on yedi yaşındaki kızının da neredeyse çocuk sayılabileceğini
sonraları anladım. Bisiklet gezilerimde Hongkew’un gecekondu mahallelerinde yaşayan Beyaz Rus ve Yahudi mültecilerin
sefaleti karşısında dehşete düşmüştüm. Çinlilerin fakirliği şaşılacak şey değildi, fakat Avrupalıları bu kadar perişan halde
görmek beni rahatsız ediyordu. Yüzlerinden, Çinlilerin asla
belli etmediği bir çaresizlik okunuyordu. Bir keresinde karanlık
bir gecekondu kapısının önünden geçerken yaşlı bir Rus kadın
bana çekip gitmemi söylemiş, annemle babamın hırsız olduklarını ardımdan bağırmıştı. Bir süre ona inanmıştım.
Mülteciler yamalı kürk montlarını giymiş, eski moda mücevherlerini satmak umuduyla Park Hotel’in merdivenlerinde duruyorlardı. Genç kadınlar ağızlarına ve gözlerine boyalar sürünmüşlerdi, bütün cesaretleriyle kendilerini neşelendirmeye çalışıyorlar diye düşünmüştüm. Otele giren Amerikalı ve Britanyalı
askerlere sesleniyorlardı fakat ne sattıklarını annem bana bir
türlü söyleyemiyordu; en sonunda bana söylediği, Fransızca ve
Rusça dersi verdikleriydi.
Ödevleri her zaman dert edinip Beyaz Rusların Fransızcayı
mükemmel konuştuğunu bilen ben, Park Hotel’deki kadınlar
gibi Olga’nın da bana Fransızca dersi verip veremeyeceğini sordum. Bir hışımla cep sözlüğüme sarıldığımda genç kız, yatağa
oturup hayvanat bahçesinden çıkma tuhaf bir yaratıkmışım gibi
bana baktı. Ailesinin fakirliğini hatırlatıp kalbini kırdım diye
endişelendiğimden hasta babasına ulaştırması için ipek mendillerimden birini çıkarıp Olga’ya verdim. Elindekini, Şanghay
Katedrali’ndeki komünyon sırasında giyilen papaz cüppelerinden biriymiş gibi tutarak koca bir beş dakika boyunca öylece
durdu, ardından tek söz etmeksizin gardıroba geri yerleştirdi.
Beyaz Rus dadıların sahip olduğu, kadınlara özgü o gizemin,
arkadaşlarımın annelerinin uzaktan bile yaklaşamayacağı derinlikte olduğunu o vakte kadar çoktan anlamıştım.
“Ee, James,” dedi Olga kürk pelerini rafa geri yerleştirip annemin sabahlığını omuzlarına atarken, “Tatil kitabını bitirdin
mi? Bugün sende bir huzursuzluk var.”
“Savaşı düşünüyorum, Olga.”


KÜNYE
Kadınların Şefkati
Özgün Adı: The Kindness of Women
Yazar: J. G. Ballard
Çeviren: Çağdaş Acar
Sel Yayıncılık
Genel Yayın Yönetmeni: İrfan Sancı
Yayına Hazırlayan: Mısra Gökyıldız
Kapak Tasarımı: Aslı Sezer
Sayfa Tasarımı: İklime Yılmaz
Sayfa Sayısı: 363
Özgün Dili: İngilizce
Basım Tarihi: Ocak 2020 |

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir