-Muzaffer İlhan Erdost Hocam, sizden öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki, neyi soracağımı bir an şaşırdım. Biraz kişisel, biraz siyaset biraz da edebiyat olsun istedim. Çocukluğunuzdan başlamak istiyorum? kendinizi tanımaya başlamanız?
– Kimliğimde doğum tarihim ?1932? yazar. 18 Eylül 1931?de doğmuşum. Evimizin avlusunda bulgur kaynatırken.
Kemal Atatürk?ün ölüm haberi geldiği saatlerde, Gazipaşa İlkokuluna kaydım yeni yapılmıştı.
Unuttum. Artova?da doğdum. Yerleşim yerinin adı Çiftlik. Kimlikte de ?Çiftlik? yazar. Sanki babamın çiftliğinde doğmuşum gibi. ?Artova? ilçe merkezinin adı. 1948?de ilçe merkezi Kızılca?ya taşınınca, adı da ?ova?dan kalktı. Cumhuriyetten sonra yapılan Sivas-Samsun demiryolu üzerindeki istasyonun bulunduğu yere kondu. Ben ?Çiftlik? olan Artova?da doğdum. İlhan ?Kızılca? olan Artova?da doğdu.
Benim doğduğum ev, dedemin oğullarıyla birlikte Sivas-Tokat şosesi üzerine yaptığı evdi. İki katlı. İkinci katta üç oda, geniş bir sofa. Alt katta mutfak ve günlük oturma yeri. Geniş ve açık bir avlu. Avluya açılan fırın. Yanında buğday ambarı. Bahçe. Köy tarafından kanatlı kapıdan girince sağda büyük bir ahır, solda samanlık. Köşede odunluk. Tavuklar odunlukta ?gecelerdi?.
Baba evi? Kızılca?ya ilk gidişimizde, babamın kiraladığı ?bakkal? dükkânında kaldım. Evi getirince babam, bir oda, dar bir koridordan oluşan kerpiç bir evde kaldık. Damı toprak sıvalıydı, ısırgan otu, efelikle kapatılmıştı. Fareler her ?seyahate? çıktığında, ya da seviştiklerinde yorganımın üstüne yağan toprak/ısırgan otu tozundan kaşınırdım. Uyuz oldum. Öyle bunalmıştım ki, anneme bir gün ?Verem olsam daha iyiydi!? demiştim de annem kızmıştı.
Ortaokulu Tokat?ta Gazipaşa ortaokulunda, liseyi (1 ve 2. Sınıflar) Sivas Lisesi?nde (şimdi 3-4 Eylül Müzesi) ve Çorum?da okudum, Çorum Lisesinin ikinci mezunuyum sanırım.
1951?de Veteriner Fakültesi. 1956 Ekiminde mezun oldum, ama bu arada çalışmaya başladığım yerde kaldım: Pazar Postası?nda. Kısa bir süre sonra da Baki Kurtuluş, siyasi sorumluluk anlamında, yazı müdürlüğünü bana bıraktı. Oldum ?müdür?. Anamın serzenişiyle, ?Baytariye Müdürü? olamadım ama ?yazı müdürü? oldum. Ehven ve sehven?
Fakülte son sınıfta, halam kızı Rana ile evlenmiştim. İlhan?la birlikte Ankara?ya getirdim. 80 lira kirayla, Yenimahalle İvedik caddesinde ortadan cam bölmeli bir odadan ve küçük bir mutfaktan oluşan bir daireye yerleştik. İlhan?ı yakınımızdaki ortaokula yazdırdım, ben Pazar Postası için koşturdum durdum.
– Bu arada 1956?lı yıllar ve siz yirmi beş yaşınızdasınız?
– Cemil Sait Barlas basımevini sattı, Son Havadis?te ve Pazar Postası?nda çalışanları Ulus?a yerleştirdi. Ulus?ta bana ?amirlik? unvanı verildi, ?Matbaa İşletme Amiri? gibi.
Demokrat Parti, Bayar ve Menderes, az çoğunluk değil, çok çoğunluk ardındaydı. Baş düşman: İnönü. NATO, Kore?ye asker, yabancı sermaye yasaları, petrol yasası, Dolaylı Saldırı Andlaşması.
Dolaylı saldırı deyip geçmeyelim. Türkiye?nin tepesindeki alıcı kuş. Gak dedikçe etinden vereceksin. Gak-guk dedikçe pantolonunu indireceksin? ?Amrika? müttefikimiz, Angara?ya 20 bin paraşütçüsüyle iniverecek, işgal edecekti. O zaman da böyle bir işgal ve ?Komünist? katliamına ortam oluşturacak yerden, Kızılay?da nümayiş yapan gençlerin arasından alınacak, 27 Mayıs sabahı, Rüzgârlı Sokaktaki Soğukkuyu Askeri Cezaevinden çıkarılacaktım.
– Biraz da yetiştiğiniz toprakları? ve yetiştiğiniz yöreyle ilgili kültürün etkisini?
– Benden, ?Tokat? başlıklı bir yazı istenmişti. Otuz yıl filan önce. İl İl Türkiye Ansiklopedisi?ne, ?Vadideki Türkü: Tokat?ı yazmıştım. İlk paragraflarını okurla yeniden paylaşmak isterim:
?Tokat bozkırının çocuğuyum. Ekin sarısının ve kırmızı güneşin, sazan balığının, kar beyazının çocuğu. Tokat, söğüdün ve kavağın, buğdayın ve mercimeğin ovasındaki çocuk için renkli bir düş gibidir.
Güldür Tokat. Erguvandır salkım salkım. Hercai menekşedir. Katmer hatmidir. Adını bilmediğim çiçeklerin buğday bahçesidir. Kirazdır, erik çağlasıdır, nardır, şeftalidir. Bozkırda ekin yolanların yol kıyısından eşeğiyle geçen meyve satıcısına başak kaldıranların derinden özlemini duyduğu, soğurduğu meyvelerin öteki adıdır Tokat.
Cahit Külebi?nin ?Tokat?a Doğru? şiiri, Artova (Çiftlik ya da bugünkü adıyla Çamlıbel) üzerinden Tokat?a inmiş hemen her çocuğun ömründe nakışladığı bir araba yolculuğudur. Yeşile inen vadi, yıldızlı geceye çağlayan dere, öyle oyalanmıştır ki çocukların belleklerinde, bin yıl geçse, insan, o ?derin vadi?nin çekim alanından çıkamaz. Çıkmakta istemez hani. Yağmurun altında kara yamçısına sarılan gibi. ?Hamutlar şak şak eder/ Dön geri bak..!?
Tokat rengârenk çiçek de olsa, ben, bozkırımı sevdim, Artova?yı, acımı, sevincimi, sevdiğim yeri çok sonra yazacağım ?üçgen? şiirinde, ?Kimliğimi sorma candarma / Çünkü ben / Söğütlerle seviştim / Çocukluğumda?, dizelerinde ışıyan ?sevişmek? yalnızca söğütlerle değil, ekinlerle, otlarla, kır çiçekleriyle, yazın dünyanın en büyük yeşilliğiyle, kışın dünyanın en büyük beyaz çarşafı ovasıyla, oltaya vuran sazan balıklarıyla ve her şeyin sarardığı bozkırıyla bir sevişmedir benim çocukluğumun Çiftlik?i.
– Yetiştiğimiz yöreyle ilgili kültürün etkisini sormuştum.
– Geniş bir konu bu, beni etkileyen örnekler vereyim:
Evlerimiz iki katlıydı. Yazın aşağı katta oturur, kışın yukarı kata çıkardık. Evde gaz lambası yanardı. Akşama doğru aşağısı karanlık olurdu. Yalnızsam merdivenlerden yukarıya koşarak çıkardım. Merdiven altındaki alkarısı karşıma çıkacakmış gibi korkardım. Annemi, Halil Çavuşların merdiveninin başında kirli ayakkabılarını çıkardığı için, biri tokatlamıştı. Orası sahipliydi. Orada bir yatan vardı. Bir kere de, bizim samanlıkta alkarısını görmüştü. Azaplardan biri, bir sabah ahıra girdiği zaman, alkarısı, Derviş?in üzerinden inmiş ve karanlıkta kaybolmuştu. Derviş?in yelesini sıra sıra örmüştü alkarısı.
Cinler ve periler, mezarlığa giden yolun karşısındaki bodur ağaçların altında olurlardı. Babam, değirmen tarafındaki çayırlarda mal güderken bir ara uyumuş. Biraz sonra, davul zurna çalarak kadınlı erkekli bir kalabalık gelmiş, oynamışlar, pişirdikleri helvadan babama da vermişler. Ama babam yememiş. Cinler gittikten sonra uyanmış, bakmış ki helva diye ikram ettikleri ?dumanı üstünde bir camuş boku?.
Cinlerin Çinliler, perilerin Persler olduğunu, öğretmenimiz Halis Cinlioğlu anlatana değin cinler de, periler de yaşadı benim dünyamda.
– İLHAN desem neler söylersiniz?
– İlhan?ın mezarında, 30 yıl sonra yaptığım konuşmama, ?İbrahim oğlu Yusuf oğlu ailesinde iki İlhan var.? diye başlamıştım. Biri beş yaşında ölen İlhan. Adını ben koymuşum. 5 Mayıs 1941?de öldü. Biri öldürülen İlhan. 17 Aralık 1944?te Artova?da doğdu.7 Kasımda (1980) Mamak Askeri Cezaevinde dövülerek öldürüldü.
Ölen İlhan ekin tarlalarının, sazan balıklarının, bozkırın Artova?sında doğmuştu; öldürülen İlhan tren yolunun, marşandizlerin Artova?sında.
Ölen İlhan?ı, Şemdinli?de gördüğüm ?karabasan? benzeri bir düşümle bütünlenen, ?Ud Çalan Kadın? öykümde yazdım. Sonra, ?Geç öğrenilmiş bir çocukluk türküsü?nde:
atın terkisinde lalili
hüznün terkisinde lalili
kardeşimi gömdüm lalili
kendimi gömdüm lalili
elit kağıtları lalili
Kardeş ölümü İlhan?la durmayacak, aynı yıl 29 Ekimde, Cumhuriyet bayramında, Fadime iki yaşında zehirlenerek ölecekti:
Kardeşlerimin ölümünün beni derinden kavuran acılarının duvarı arasına sıkışıp kaldığımın, annemi ve babamı unuttuğumun ayırdına geçen gün vardım.
At arabasıyla Tokat?a İlhan?ı hastaneye götürdüklerini, ertesi sabah aynı at arabasıyla, İlhan?ın ölüsünü getirişlerini. Mayıs güneşinin altında o gün boyu süren yolculuğu?
O yolculuğun acısını değil, acının yolculuğunu seksen yaşıma dönene değin hiç düşünmemişim.
– İleriye yönelik düşünceleriniz? çalışmalarınız?
– ?Seksen yaşımı dönene değin?? diye yazınca, anımsadım Adnan Gerger?in sorusunu. Gerger, Haber Türk?ün Ankara ekinde, her hafta bir görüşme yapıyormuş.
?Yaşınız sekseni geride bıraktı! İleriye doğru düşünceleriniz?? diye sormuştu. Yanıtım sizin sorunuza yanıt olsun. Şöyle:
?Katı kurallar içinde olmadım. Ne dışarıdan, ne içerden ?misyon? yüklenmedim, kendime de misyon yüklemedim. Şunu söylesem yeter mi? Ulusal bağımsızlığın, aklın ve bilimin ulus olarak ve insanlık olarak bizi götürdüğü yere doğru bir yürüme benimki??
Adnan Gerger bir soru daha sordu: ?Şu anda herhangi bir çalışmanız var mı?? diye.
2 Temmuz 1993 Sivas katliamıyla ilgili olarak zaman aşımından düşürülen, Cafer Erçakmak ve altı sanık hakkındaki kararı eleştiren ?Tabutlara Sığmadı, Zamana Sığdırıldı? başlığıyla bir dosya çalışmam olduğunu? söylemiştim.
Hemen söyleyeyim. ?Tabutlara Sığmadı, Zamana Sığdırıldı? çalışmamı tamamlayalı epey oldu. 7 Kasım?da yayınlanacak ?Nefes Alamıyorum? kitabımda yer alıyor.
– Sivas?la ilgili ilkyazınız değil, sanıyorum.
– Olur mu? Sivas?la, Sivas ve Gazi?yle ilgili yurtiçinde, yurtdışında konuşmalarım oldu. 12 Eylül kapsamında, Sivas?ı, K.Maraş?ı, Çorum?u yazdım. Birkaç kez. 2 Temmuz Sivas?la ilgili iki şiirim, iki resmim, üçü oylumlu beş ya da altı yazım var.
Almanya?da yaptığım bir konuşmayı, Teori Dergisi, Ankara?da benimle konuşarak kaydetti, Haziran 1997?de yayınlandı: ?Sivas ve Gazi olayları ? Emperyalistlerin Petrol Kavgası? başlığı altında. Bu uzun konuşma, benim ?Küreselleşme ve Osmanlı ?Millet? Modeli Makamında Türkiye? kitabımda da yer aldı. ?Oy Sivas Koca Sivas?, ?Türkiye?nin Yeni ? Sevr?e Zorlanması Odağında Üç Sivas? ve özellikle bütün belgeleri, basını irdeleyerek hazırladığım ve Cumhuriyet için kısaltarak yayınladığım ?görenlerin, yaşayanların dilinden? ?Hiç Ölmedim Ben?.
-Kimliğinizin oluşumu? olayları yorumlayıp, sorgulamaya başlamanız? buna biraz da yetiştiğiniz toprakların ve kültürün etkisi nedir diyebilir miyiz? diye sormuştum ama? Çocukluktan çıkmadan son yıllara atladınız galiba.
– Ben böyleyim işte? Dağıtır, dağı-taşı dolanır, döner başladığım yere gelirim. Hani derler ya, arabacı uyursa, at yoldan çıkar, başını alır gider diye, benimki de öyle.
Ama yine de sorunuzu ?Ana Gülhanım?dan çocukluğuma taşıyarak yanıtlayayım. Anne tarafından dedem ?muallim?. Yani öğretmen, çocukları okutuyor, okuma yazma öğretiyor.
Ama annem okuma yazma bilmiyor. Şu var ki, yaşadıklarının ona öğrettiği ve ondan bana, bize yansıyan yorumları, davranışları, değerlendirmeleri de, benim körinançların kuyusundan yeryüzüne çıkmamda belirleyici olacak. Birini buraya aktarmak isterim:
Zile ayaklanmasının bilinmeyen fotoğrafları bunlar. Annemin de yaşamında Zile ayaklanması şöyle:
?Caminin hatipleri olur ya, hatip başları. Adını bilmiyorum, Sulusaray camisinin hatibiydi. ?Hatip? derlerdi. Bir de Tostan bey, Çermikönü?nden. Kafkas?tan gelme, Çerkez. Bu ikisi köylüyü topluyorlar. Cahilleri. Basak, sen Tokat?a vali ol, bu Zile?ye kaymakam olsun diye. Hepsine birer silah veriyorlar. Yığıldılar, saklandılar. Senin atını götürüyorlar, onun atını. Cebren. Köylerden. Hükümet ?Kongra?, onlar da ?Şereat?.
Efenbama ( Efendi babama) haber gönderiyorlar ki, bizden olacak, hem de tabur imamı olacak. Hayır diyor Efembam, ben hükümetten ayrılmam. O zaman ?seni öldürürüz? diye haber gönderiyorlar. Efembam misafını aldı, camiye gitti, üç gün camide kaldı. Biz de evde korkuyoruz.
Üçüncü gün, ben çocuğum ya, tepeye çıktım, Allahım, her yer silahlı ki, köyün görüneceği yok. Zile?yi basmışlar. Yüz kişi, tabur kaç kişiyse. Askerin ayakları yalın ayak, seni bana, beni ona ipinen bağlamışlar. Gördüm ya, eve geldim, yüzükoyun düştüm.
Komşular geldi. Hasan Ağa derlerdi, Hasan Ağa gelmiş. ?Yenge hazırlan, bu gece sizi kaçıracağız.?
Babamı, Aşıroğlu Hafız Efendi, yatsı vakti, gece kaçırmış. Bir at onda, bir at babamda.
Tokat?a geldik. Efembam karşıladı bizi. Tokat?ın Recisi var ya. Reci?nin (Reji, şimdiki Tekel) orda bekliyordu. Aksu?da bir ev tutmuş. Müfettiş efendi iki kat da yatak yollamış.
Bir ay kadar sonra, dükkânları kapattılar. Dükkân sahipleri, askeriye mektepleri, yetim çocukları orda okuyordu, onlar, çoluk çocuk hepsi. Çete Kızılyokuşta. Ekmek tuz alıp gidiyorlar. Rus?a öyle giderlermiş. O zaman öyleymiş adet. Çete, Zile?yi bastığı gibi basmasın Tokat?ı diye, ekmek-tuz alıp çeteye karşı gidiyorlar. Kızılyokuşa.
?Onlar karşılamaya giderken, arkadan Sivas askeri geliyor. Çeteyi Kızılyokuş deresinde sıkıştırdı. Önde de Tokat?tan gelen asker. Halk, gençler, çeteyi teslim aldılar, getirdiler. İçeri tıktılar. İncelediler. Üç ay. Her gün asmaya başladılar. Bir günde otuz kişi astılar. Sabahları ekmek almaya çıkamazdım. Kırkbadalların başına çıkardım. Karşıma çıkardı. Mahkeme önünde. Bir kadını da çuvala koyup asmışlar. Çetelere cephane taşımış çuvalla. Gençleri hep astılar. Başlarına bir şey yapamadılar. Yaşlı diye asmamışlar?.
– Dünden bugüne gelirsek neler söylersiniz?
– Bu gün sahip olduğumuz bir yurdumuz var. Aç kalsak da, işkencede olsak da bir yurdumuz var. Bu, bizim yurdumuz. Bunun ne denli büyük bir değer olduğunu bilebilmek, yurdumuza sahip çıkabilmek için, iki şeyi bilmek gerekiyor: tarihimizi ve içinde bulunduğumuz, yaşadığımız, bazen güldüğümüz, bazen ağladığımız günlerin dokusunda geçmişten geleceğe bizi bize ezdiren, bizi bize kırdıran, o mengeneyi, o devasa mengenenin ne olduğunu, işte onu bilmek?
Benim, insanal (insani) özelliklerimin filizlenmesi ise, ?aile çevresinden? kasabanın tek okulu olan Gazipaşa İlkokulunda aynı sıralarda buluşacağım ?kasaba çevreme? geçişle örtüşür.
Anne tarafından dedem, ?Urus, Yusufeli?ni basacak? söylentisi üzerine, annemi sırtına, küçük kızı Hafize?yi kucağına almış, Tokat?a gelmiş?
Baba tarafından ailemiz, 1915?te, Rus işgali altında kalan köylerini bırakarak Tokat?a gelmişler. Dedem, 1917 Ekim devriminden sonra Artova?ya gelmiş. Kardeşiyle birlikte, İskan?dan toprak verilmiş, hazineden toprak almışlar, ticaret yapmışlar, yerleşmişler.
İlk geldiklerinde Çiftlik?e, köy içinde tehcirden boşalan bir Ermeni evine yerleştirilmişler. Sahipleri geri dönünce (Mondros Silah Bırakışmasından sonra olmalı), kendilerinin yapmakta oldukları evlerine taşınmışlar.
Eski yerleşim yerinde, köyün içinde Ermenilerden kalma kilise, yanında ?Maşlak? dedikleri Ermeni mezarlığı vardı. Ben okula başladığımda sekiz-on Ermeni aile vardı. Dedemin ortakçısı iki Ermeni kardeşti. Her zaman iyilikleriyle anıldılar.
Kasaba Erzurum muhacirleri gibi, Rumeli?den, Selanik?ten, Romanya?dan, Bulgaristan?dan gelen muhacirler de vardı. Birkaç Kürt evi. Dedem, bize çeşmeden bakraçlarla su taşıyan Fato bacıyı her sabah soframıza alır, hasta oğlu için, evden yiyecek verirdi.
Dersim isyanından sürgün gelen iki aileyi anımsıyorum. Barınacak ev gösterilmişti. Geçimlerini sağlayacak para verilirdi: Dedemin dükkânından ?helva? almaya gelen küçük kız çocuğundan anımsıyorum. Çok kalmadı köylerine geri gittiler. Köyler de birbirinden farklıydı. Sünni köyler ile Alevi köyler yan yanadır. Farklı boylardan, farklı zamanlarda Kafkaslardan gelmiş Çerkez köylerini unutmayalım. Alevi köyleri yanında sıraç köyleri, 93 Kars muhacirlerinin köyleri.
Çocuğun dünyasında yeşeren insancıl duygularına kaynaklık eder. Evde Sünni İslam?ın ılımlı, yumuşak kuralları. Okulda dine saygılı laik öğreti. Kasaba ve yörede etnik, dinsel, mezhepsel farkların insani duyguları beslediği ortam.
Okuma kitaplarımızda Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetle ilgili şiirler vardı. Çok severek okurduk. Biri, ?Hep ayağa kalkınız adı Cumhuriyettir? diye biten bir şiirdi, bu son dize okunduğu zaman bütün sınıf ayağa kalkardık.
Amcamın ortaokul kitabındaki Han Duvarları?nı ezberlemiştim. Bugün bile beş-on dizesini ezbere okurum: ?Gidiyordum gurbeti gönlümde duya duya / Ulukışla yolundan Ortaanadolu?ya?? 1940?lı yılların şiirleri; Sivas Lisesi?nde okumuş olan büyük bibimin oğlunun defterinden almıştım
Halk şiirini, Yunus?u, kitap olarak Sivas Lisesi?ndeyken edinecektim. Nazım Hikmet?in bazı şiirleri, Cahit Külebi, Orhan Veli dünyama yeni giriyor gibiydi. Lise son sınıfı Çorum?da okudum. Varlık, Yeditepe, ve o zaman yayınlanan dergiler, Ulus?ta Ataç?ın haftalık yazıları?
Sivas Lisesi?ndeyken bazı şiirlerim Sivas?ta Ülke gazetesinde yayınlanmıştı.
Kemalettin Kamu?yla ilgili ilk yazım da Ülke?de yayınlandı? Edebiyat öğretmenim Bedriye Adıgün?ün dersinde, ben ?Dede Korkut?u almış, Dede Korkut üzerine iki derslik bir söyleşim olmuştu. Unutmayayım: Divan şiirini ve aruz veznini burada hıfzetmiştim. Ama Divan şiirinde ne sesimi buldum, ne de kendimi. İçime işlemedi, üstümden esti geçti.
– Gençlik yıllarınız? Fakülte öğrenciliğiniz? ve edebiyat yolculuğunuz?
– Ankara?ya geldim. Veteriner ve Ziraat Fakültelerine başvurdum. İki fakültede de bursu ilk sıralarda kazandım. Veteriner Fakültesi bir ay önce ilan etmişti. Param yoktu. Aç gibiydim. Kaydımı yaptırdım. İlk bursumu aldım. 100 lira iyi paraydı. Yurda kaydımı yaptıracağım. Yurt müdürünün odasındayım. Orada sıramı bekliyorum. Yandaki masanın üzerinde Türk Dili dergisi duruyordu, aldım, çeviriyorum sayfaları. ?Hani bir sevgilin vardı / Yedi sekiz yıl önce?? dizeleriyle başlayan Behçet Necatigil?in şiiri. (Yoksa ?Evler? şiirimizdi!) Beni şiirin tatlı vadisine çekiyordu. Turgut Uyar?ın ?Ben koşarım, aşağılara koşarım / Yıkanacak boğulacak su bulsam?? dizelerinin dünyasındaki derinliğine değin.
Fakültede, ilk yıllarımda öykü de yazdım. ?Tekdal? kötüydü, ilk öyküm ama öykü bile sayılmazdı. ?Karavagon? Seçilmiş Hikayeler?de yayınlandı, o yılın beğenilen öyküleri arasında anıldı. ?Burslu Öğrenciler Baladı?nı yazdım, sonra adını ?Merdivenlerde? olarak değiştirdim. Üstüne öykü yazılmadı diyebilirim. Şunu da diyebilirim: Şimdi okusam ola ki kurbağa gibi şişerim. ?Şahmeranın? ve ?Babamla Odunda?yı çok sonra yazdım. Anlatıöykü gibi. Ben severim. İlhan?dan sonra iki öykü: ?Böcekleme?, Sovyetlerin çöküşünden esinlenerek yazıldı. ?Kıyıda Düş?ü yazdım. Anadil yasağının, Kürtçeyi yasaklayan yasanın bir eleştirisi? Ama anlayana pek rastlamadım. Dağdan yakacak olarak kestiği ve evinin avlusuna taşıdığı odunun değişim-değeri ve kullanım-değeri açısından ?değer?ini bilmeyenlerin sorularını yanıtlarken sıkıntı çektim. Öykünün başıyla sonunu birbiriyle bağdaştıramayanlar, öykünün sonunda, elimde, bulduğum ve ?benim? dediğim fosil benzeri bir kalıntıya attığım ?deniz?i, benim ?deniz? ile ifade ettiğim ?insanlık?ı ?adalet? sananlar? Unuttum, ?Morun Gülüşü?nde, Marx?ın sınırda gözetim altına alınışı, parkta eğlenen ?sosyalist? ama züppe gençlerin Marx?ı, uç babahindi misali denize savuruşunu, balıkçının teknesinde ve Zonguldak?ta yürüyen kömür madeni işçilerinin arasından? İlhanilhan?da Kapital oluşuna değin bir kurgu öykü. Allahın bir kulu ben okudum demedi.
– Şiirimizi nasıl değerlendirirsiniz? İkinci Yeni için neler söylersiniz?
– Pazar Postası bir nirengi noktası şiirimizde. O günden bu güne kalan İkinci Yeni. Son yazdığım yazıda daha bir netleştirmiştim ?Rüzgârlı Sokak, Pazar Postası, İkinci Yeni?? yazımda. Oldukça özenle yazıldı. Özenle yazılmış bir özet de denilebilir. Cemal Süreya?yı anma günü için yazılmıştı. Şiir, şiirimiz, ikinci yeni üzerine birkaç paragraf:
?Bir devinimdir Pazar Postası. Nice ad dökülmüştür kurşuna, nice ad öpüşmüştür kağıtla. Nice ad ilk kez burada yüzyüze gelmiştir kendisiyle. İkinci Yeni, ?İkinci Yeni? diye yazılmadan önce de… Cemal Süreya, ilkyaz güneşinde parıldayan çiçek inceliğinde ?gülüş?. Turgut Uyar, gizli geceleri bileyerek tüketeceği ?bıçak?. Ece Ayhan, devletten derse kaldırılan çocuğun intiharına ilk yolculuğunun ?fayton?unda. Sezai Karakoç, ?balkon?dan düşen çocuklara kanat, mimarını, bir onulmaz dervişin yakarışıyla kargışlamakta. Orhan Duru, çatalının sapı güney-doğuya durunca, anımsamıştı, tanrının hiçbir şeyi olmadığını, ama kendisinin bir Selma?sı olduğunu da. İlhan Berk şimdi anımsamam olanaksız, yeni bitirdiği şiiri, parkta, dolaşarak okuyor bana, belleğinden. Haberci hepsi. Yeni bir şiirin gelmekte olduğunu duyumsatıyorlar. (? )
Kıyıcı olmamak gerekir: nice akım oluşmuştur Cumhuriyette. Beş hececiler. Cumhuriyetin şiirbeyliği. Yeni kuşak, okulda, bu beyliğin sesinde sesini, sözünde sözünü aradı.
Bir dalga daha geldi: Özel ve özgün. Bir yanıyla kızıl atlılarla, bir yanıyla kurtuluş bayrağıyla. Sesin dörtnala soluduğu, sözün çıvgın misali savrulduğu, şiirin her sabah kurşuna dizildiği, yüreği yüreğiyle gönlümüzde, Nazım Hikmet. Ve şiir beylikleri: Kimi Sivas yollarında, Tokat?a doğru, kavun taşıyan kamyonların anıları arasında filizlendi. Kimi kentin loş ve nemli meyhanelerinin felsefesinde, ömrünün yarısını, çilingir sofralara bağışladı. Kimi, Anadolu?da kızamığın ve yoksulluğun yangına çevirdiği yüreğini koydu çocuklar sofrasına. Kimi çocuk ve Allahın gizeminden yol aldı, Kızılırmak?ın serdiği büyük sofrada küçülen başağı ve hak olmayan kuvveti sorgulayarak dağlarlaştı. Ve bir dağla daha geldi: İstanbul?dan. Görkemli bey ve paşa konaklarının sönmeye yüz tuttuğu, inceliğin olduğu kadar zevkin içini dışına çevirdiği İstanbul?dan. Küçümseyen alaycı bir gözle süzdü Anadolu duygusunu ve kederini. O, eski İstanbul olarak tükenirken, yeni İstanbul olarak, kendisini, biraz eniştesi sayacaktı Paris?in. Adına ?Garip? dendi.
İkinci Yeni için çok sonra bir yazımda, ?Anlamsıza kadar özgürsün dedim. O da kendini anlamsıza yargıladı? diye yazdım. ?Anlamsız? diye karalandığı için. Oysa ?anlamsız? anlamında anlamsızı savunmadım.
?Bugün de katılaşmış sosyalist kimliğimle, toplumsal devingenliği soluyan şiiri zaman zaman daha çok arıyorum. Ama toplumsal sorunun / sorunların içeresinde eridiği şiirin de, benim düşünce ve duygularımın, estetik algılayışımın ince damarlarını oluşturduğunu gizlemiyorum.
Bir başka deyişle, birbiri karşısına konan toplumsal ve bireyselin, İkinci Yeni yapılanmada, birinin bütünün parçaları olduğunu, ötekinin bütünün parçalarından oluştuğunu, toplumsalda bireyin ve bireyselde toplumun sorunlarının birbirleriyle özdeşleştiğini belirtmek istiyorum.
?Çünkü, toplumsal özgürleşme gerçekleşmeden birey tam olarak özgürleşemez, birey özgürleşmeden toplumsal özgürleşme tamamlanamaz.?
– Ulus / Gazete?
– İkinci Yeni, Pazar Postası demekti. Pazar Postası Ankara?dan gitti, beni CHP?nin günlük gazetesi Ulus?a aktardı Cemil Sait Barlas. Matbaa Ulus gazetesinin elinden alınmıştı ama, beni, olmayan matbaanın ?amiri? yaptılar. Müessese müdürü asker kökenliydi. Albay emeklisi. Subay rütbesiyle görevlendiremediği sevdiklerini ?amir? yaparak onurlandırıyordu. Ama ben, o ben değildim.
Bu arada, Ulus?ta her hafta ?Yayın Dünyamız? başlığı altında kitap tanıtma yazıları yazdım. Her Pazar, ?Tatil Sonu? başlığı altında yarım sayfa mizah sayfası hazırladım. Yeni Ufuklar?da yayınlanan ?Eskizler?i, ?Manifestolar?ı, Seçilmiş Hikayeler?de ve sonra Dost?ta yayınlanan öyküleri, bazı şiirleri Ulus?un basıldığı basımevlerinin odalarında yazdım.
– Şemdinli Röportajı için neler söylersiniz. Şemdinli…
– Ben Şemdinli?de idim. Yıl 1963. Eylülün son günleri.
Akşam geç vakit gazinoda, Komutan Tibet Rıza?nın karşısındaydım, asker misali ?hazırol?da. Tibet Rıza, Kore turistlerinden! Şemdinli?yi şenlendirmeye göndermişler.
Beni oturtuyor Komutan. Sana içip içmeyeceğini soran olmadı, diyor. Rakı mı, şarap mı? Tabii ki rakı.
Sabah gözlerimi oğuştururken Komutan görünüyor. Veteriner, senin ayakların mı kaşınıyor!
Rubaruk?a gidecekmişim. Bölüğün koyunlarında hastalık varmış, acele veteriner gelsin, demişler. Rubaruk iki gün uzakta. Geceyi Gerdi-Şapatan?da, köyün açığında, kırlık bir yerde geçiyoruz. Sabah ben iki muhafızımla önden gidiyoruz. Emrime verilen ?değiştirme bölüğü? bizi izleyecek. Biz dereden gittik, bölük tepeden gitmiş. Ben de birliğin komutanıyım. Akşam kararırken Rubaruk?a vardık iki muhafızımla. Bizden önce gelen değiştirme birliğini saklamışlar. ?Hani Birlik?? diyorlar. ?Koyunlar!? diyorum. Biz onları kesiyor ve yiyoruz, diyorlar. Hastalık!… Ha şu mesele. Gelsin de görsün Veteriner: ?Vatanın her yanı bir mi??
Şemdinli Röportajı, 45 yıldır vitrinde. Burada neler yok ki: Mahabad Kürt Cumhuriyeti; Molla Mustafa?nın (Barzan) 800 peşmergesiyle Bay?dan Sovyet tarafına geçişi; Nesturi?ler (ilk kez Türkiye?de, Mahabad Kürt Cumhuriyeti de). Mevlana Halid?in Kürtelinde Nakşibendiliği yaymakla görevlendirdiği Seyit Taha. Nehri?de türbesinin fotoğrafını çekiyorum. Şemdinli aşiretleri (ve bu aşiretlerin üretim ilişkileri). Nehri İsyanı. Şeyh Abdullah, babası Kürt Teali Cemiyeti Başkanı Şeyh Abdülkadir?in Diyarbakır?da idamı üzerine, Irak ve İran?dan topladığı adamlarıyla, Nehri taburunu ve karakolları basması yedi komutanın (biri hariç) öldürülmeleri. Mezarları Gerdi Şapatan?da.
Ben Nehri Şeyhleri?nin taş yapılı iki katlı konağının yıkılmış fotoğraflarını çektim. Nikitin?in sağlam olarak çektiği fotoğraflarıyla birlikte yayınladım.
Kışın kaymakamla köylere geziye çıkmıştık. Her evin radyosu vardı. Kürtçe türküleri ordan sevdim. Bazılarını Şemdinli Röportajı?nda yayınladım. Ama Şeyh Mahmut Türküsünü yayınlamadım.
Şeyh Mahmut Berzenci, Süleymaniyeli Kürt. Süleymaniye?ye İngilizler ?Hakim? tayin ediyorlar. Şeyh Mahmut?un düşü ise ?Kürdistan Kıralı? olmak. İsyan ediyor. İngilizlerle amansız bir savaş Sürdaş dağında. Fettah Töre, yere bağdaş kurup oturmuş, radyonun düğmesini çeviriyor, sesini yükseltiyor. Şeyh Mahmut türküsü, geceye, dağların sessizliğine ince bir duman gibi yayılıyor. Şemdinli tütününden sardığı sigaradan bir nefes çekiyor, içiyor. Türküyü mü, tütünü mü? İkisi birbirine karışıyor. Fettah Töre, Kürtçe türküyü çeviriyor bana: ?Ne fayda Türkün imdadı uzaktadır / Kürtler hain??
Ben, ?Kürtler hain? sözü nedeniyle Şemdinli Röportajı?na almadım. ?Şeyh Mahmut Türküsü?nü. Ama şunları yazdım:
?Güzel atları oldu mu, sanmıyorum. At, engin düzlük ister. Toynağı, yumuşak toprak ister. Sert ve çetindir doğası. Onun içindir ki, güzel atları belki hiç olmadı. Ama güzeldir insanı. Ekmeklerini yemezseniz gücenirler. Konuk olmazsanız gönül korlar. Güzel atları olmayan güzel insanların yurduna! Şemdinli?ye, yıllar sonrasından yürekten ?merhaba?.
– Sol Yayınlar?
– Ankara?ya geleli bir aydan fazla oldu. Ama Ulus gazetesinde bıraktığım işime almıyorlar. Her eve dönüşümde soruyor Barışta, işe alındın mı, diye. Çünkü işe alınınca çanta alacağım diye söz vermişim.
Ulus?un dışında da öyle? Ya kapı yok, ya da kapalı. Sol Yayınları?nı kuruyorum. İlk dört kitabı Kasım 1965?de yayınlanıyor.
Yayınların 25. yılında, 1990 katalogunda Barışta, bana soru sormuş. Ben de yanıtlamışım. Sorular da, yanıtlar da iyi bir belge. Ben ilk soruya verdiğim yanıtları buraya almakla yetineceğim:
?İç Anadolu?dan, yarı-köylü bir kasabadan, yarı-kasabalı bir aileden geliyorum. Dede evinde varlıklı sayılırdık, baba evinde yoksul. Benim sosyalizme yönelmem yoksulluktan, yoksulluğu sona erdirmek düşüncesinden kaynaklanmaz. İlkin, düşünsel bir sistem olarak geçmişten geleceğe toplumsal varlığı kavramama olanak sağladığı için; ardından, insanlığın özgürleşmesinin, kölece boyun eğişten kurtulmasının biricik yaşam biçimi oldu¬ğunu kavradığım için, sosyalizmi seçtim.
Ama, yayınları, bu tutkumu ve sevgimi pay¬laşmak için çıkarmadım. Ülkemde, herkesin özgür¬ce okuyabilmesine, kendi özgür iradesiyle sosyaliz¬mi öğrenmesine, kararını kendi özgür iradesiyle vermesine olanak sağlamak amacıyla yayınladım. Yayınların kendisi, yayınlanmış olması, sosyalizmin öğrenilmesinin olanağını sağlamaktan önce gele-nekselleştirilmiş baskıyı geriletmesi, özgürleşmeye katkısı bakımından ayrı bir önem taşır. Bu yayınları Türkçede yayınlamak, yayınlanmasının hukuksal ve yasal olanaklarını, toplumsal ortamını kendi öl¬çeğimde açmak, pekiştirmek tutkusu, bana sürekli güç verdi.
Yayıncılığın kurumsallaşmadığı ve özellikle bi¬limsel sosyalist yayınların kurumsallaşmasının siya¬sal baskıyla geciktirildiği bir dönemde kurdum Sol Yayınları’nı. Başlarken yüklendiğim, topluma karşı sorumluluk yüklendiğim bu işe, sonuna değin sahip çıktım ve bir bakıma da onunla bütünleştim
– İnsan hakları? İnsan hakları kaldı arada!…
– İnsan hakları mı? Evet, ya öyle bir şey vardı bir zamanlar. Kendisi yoktu da, aramaya çıkanlar vardı, ?Nerde bu insan hakları?? diye soranlar da?
Ben de koştum bir zaman ?insan hakları?nın ardından. İşkence raporlarından cezaevi kapılarına, açlık direnişlerinden, cezaevi kapısına dikilen anadil yasaklarından yollara döşenen tuzaklara değin.
İnsan Hakları Derneğinin Ankara Şube Başkanıyken, Ankara İşkence Raporlarını yayınladım. 1988 raporu küçüktü. 1989 ve 1990-91 raporları gövdeli. Son iki raporu, İlhan Selçuk Köşesinde yazmıştı. Şimdi ne o İHD var, ne benim hazırladığım raporlar, ne de İlhan Selçuk?un yazıları.
İnsan Hakları Derneğinin kuruluşuna katkılarım küllense de yokunsanamaz. Çalışmalarımı, katkılarımı sıralamak da istemem. Çünkü ?kirletilmiş? bir ?insan hakları? içinde boğuldum.
Birkaç yıl önce, Patika dergisinin sorduğu soruya yanıtım şöyleydi:
-İHD?den (İnsan Hakları Derneğinden) gönüllü tart;
-TİHV?dan (Türkiye İnsan Hakları Vakfından) gönülsüz terk;
-TİHAK?ta (Türkiye İnsan Hakları Kurumunda) zoraki kalebend.
?Nasıl bir kale-bentlik?? diye sorabilirsiniz.
10 Aralık 2007?de, yani İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin yıldönümünde. TİHAK tarafından düzenlenen ?İnsan Hakları Günü?nü açış konuşmamda, birbirini tamamlayan değil, birbirine bir bakıma karşıt iki insan hakları anlayışı olduğunu ve TİHAK?ın, insan haklarını kucaklayış biçimini açıklamıştım. Şöyle:
?Biri, uluslararası sermayeye kumanda eden ve küresel egemenliğin kendi tarihsel mirası olduğunu savlayan küre¬sel faşizmin belirlediği insan hakları. Öteki, 23 Nisan 1920 ve 29 Ekim 1923?ün ulusal bağımsızlık temelinde yükselen laik Cumhuriyetin, devrimci demokratikleşme perspektifine uyarlanmış insan hakları. Yani varolma ve ulus olarak va¬rolma, bağımsız olma, özgür olma, demokratikleşme ve devrimcileşme yolunda insan hakları.
?TİHAK, insan haklarını, ulus olma ve ulus olarak varlığını koruma emeli üzerine inşa ediyor ve insan haklarına, küresel sermayenin küresel perspektifinden bakan anlayışa karşı, insan haklarını, ulusal bağımsızlık temeli üzerinde savunuyor.
?TİHAK, ülkenin varlığını, bağımsızlığını, Cumhuriyetin temel ilkelerini koruyarak demokratikleşmeyi ve devrimcileşmeyi esas alan insan haklarını gündeme taşımanın kavgasını veriyor.?
– İlhan dedik ama yarım kaldı.
– İlhan?ı 32 yıldır yazıyorum. 7 Kasım (1980) İlhan?ın öldürüldüğü gün 7 Kasımdan 7 Kasıma yazdığım yazıları, konuşmaları bir kitapta yayınlıyorum. Bu yıl, 7 Kasımda, geçen yıl 7 Kasımdan bu yıl 7 Kasıma değin yazdığım yazıları topladığım kitaba ?Nefes Alamıyorum? adını koydum. ?Nefes Alamıyorum?, İlhan?ın son sözleri. Ve kitaba, ?Nefes Alamıyorum? bölümündeki, İlhan?ın mezarı başında yaptığım konuşmalardan bazılarını aldım. Bu konuşmalarda vurguladığım sözlerimden bir-ikisini, okurla yeniden paylaşmak istedim:
İlhan?ın Mezarında. 7 Kasım 2005. Son satırlar:
?7 Kasım. Bir beden olarak İlhan bir battaniye arasına sığıyor. Bir ölü olarak Türkiye coğrafyasına sığmayacak. Bir beden olarak 80 santim enindeki bir parselin içinde İlhan. Bir ölü olarak tarihe sığmayacak.?
7 Kasım 2010. 30 yıl sonra, gene İlhan?ın mezarındayım.
Şöyle bitirmiştim:
Bugün iki İlhan var. Biri, burada, toprağın altında sonsuzluğu soluyor.
Biri, toprağın üstünde, yeryüzünde her gün büyüyor.
Şiirlerle, ezgilerle, çizgilerle, yazılarla, anlatılarla, anılarla büyüdü İlhan.
O, sininde, toprağın altında, sonsuzluğu uyurken, doğruldu. İlhanlar olarak büyüdü, İlhanlar olarak çoğaldı İlhan.
Büyüdü ve çoğaldı İlhan. 12 Eylülün zindanlarında, boğulan, yakılan, asılan, demire gömülenlerin karanlığından, zulme karşı, faşizme karşı, direnişin ve direncin özgür bayrağı olarak doğruldu İlhan.
İnsandı, insanlık oldu. Direncin ve özgürlüğün bir simgesi de İlhan oldu.
29 Ekim 2012
DÜŞE YAZANLAR