Kelimelerin Efendisi ile Ruhların Kaşifi Bir Kahvede Buluşursa…
Yazan: Jungish
Bu ecnebi memleketlerinin âlimleri yok mu… Bazen öyle zıt kutuplardan iki adamı alıp karşı karşıya getiriyorlar ki, insan “Bunlar birbirini gırtlaklamadan nasıl durmuş?” diye hayret ediyor. Geçen gün elime öyle bir yazı geçti. Tutmuşlar, Viyana’dan Ludwig Wittgenstein isminde, her kelimeyi bir cerrah neşteri gibi kesip biçen bir mantık filozofuyla; İsviçre’den Carl Jung isminde, rüyaların, masalların, ruhun en karanlık dehlizlerinin haritasını çıkaran bir ruh hekimini aynı kefeye koymuşlar.
Bu, efendim, sanki her şeyi santimi santimine ölçen bir mühendisle, yıldızlara bakıp gaipten haber veren bir müneccimi atışmaya tutuşturmak gibidir. Biri der “Görmediğim şeye inanmam!”, öteki der “Asıl mühim olanlar, o göremediklerimizdir!”
Birinci Adam: Wittgenstein, O Pek Titiz Lisan Müfettişi
Evvela şu Wittgenstein Efendi’yi bir tanıyalım. Bu adam, dil ve lisan meselesini o kadar ciddiye alırmış ki, sanki kelimeler onun askerleriymiş de, hepsi hizaya gelmeden rahat edemezmiş. Onun felsefesi pek bir basit, pek bir acımasız:
“Eğer bir şeyi açık, seçik, mantıklı bir şekilde tarif edemiyorsan, o şey hakkında susacaksın!”
Yani diyor ki, “Aşk nedir? Ruh nedir? Tanrı nedir?” gibi suallerle aklı bulandırmayın. Bunlar kelimelerin sınırını aşan, manasız, boş laflardır. Bizim dünyamız, dilimizin sınırları kadardır. Dilimizin yetmediği yerde, macera aramaya lüzum yoktur. Orası, hakkında konuşulmayacak, sessiz kalınacak bir uçurumdur.
Bu adamı bizim mahalleye getirseniz, kahvedeki o ateşli “memleket kurtarma” sohbetlerini duyunca cinleri tepesine çıkar, “Efendiler! Lütfen tarif edebileceğiniz, ispatlayabileceğiniz şeyler hakkında konuşun! Bu ‘vatan aşkı’, ‘millet ruhu’ dediğiniz laflar, boş birer gürültüden ibarettir!” diye ortalığı velveleye verir.
İkinci Adam: Jung, O Esrarlı Rüya Tercümanı
Gelelim öteki ahbaba, Jung Efendi’ye… Bu adamın bütün derdi, bütün mesaisi, tam da o Wittgenstein’ın “Susun!” dediği yerde başlar!
Jung’a göre, asıl hayat, asıl mana, o kelimelere sığdıramadığımız, mantıkla tarif edemediğimiz o karanlık diyardadır. Rüyalarımızdaki o acayip canavarlar, masallardaki o bilge ihtiyarlar, içimizdeki o isimsiz korkular ve sevinçler… İşte ruhumuzun asıl hazinesi bunlardır.
Ona göre, “aşk”, “ruh”, “tanrı” gibi kelimeler, manasız birer gürültü değil, ruhumuzun en derinindeki o koca koca “arketip” denilen kalıpların, okyanusun yüzeyine vuran küçücük dalgalarıdır. Susmak mı? Asla! Tam aksine, bu dalgaları takip edip, okyanusun derinliklerindeki hazineyi bulmalıyız.
Bu adamı bizim mahalleye getirseniz, en çok vakti bizim meczup Salih Efendi’nin o kimsenin anlamadığı hezeyanlarını dinleyerek geçirir, “Hah işte! Kolektif bilinçdışının en saf hali!” diye notlar alırdı.
Velhasıl Kelam: Haritacı ile Kaşifin Kavgası
İşte bu iki adamın kavgası, bir harita mühendisiyle bir kâşifin kavgasına benzer.
Wittgenstein (Haritacı): “Elimizdeki harita budur. Sınırları bellidir. Bu haritanın dışında kalan yerler hakkında konuşmak, abesle iştigal etmektir. Orası bilinmeyendir ve bilinmeyen hakkında susulur.”
Jung (Kâşif): “Aman efendim! Asıl macera, asıl hayat, tam da o haritanın bittiği yerde başlar! O karanlık ormanlara, o isimsiz dağlara gitmezsek, yeni bir dünya nasıl keşfederiz? O bilinmeyenden korkmak değil, onu anlamaya çalışmak lazımdır.”
Biri, aklımızın aydınlık ve düzenli şehrinin bekçiliğini yapar. Öteki ise, o şehrin surlarının dışındaki o vahşi, o tekinsiz ama bir o kadar da bereketli ormanın rehberliğine soyunur.
Diyeceğim o ki azizim, bu iki ecnebi âlimin ikisi de bir yandan haklı. Hem aklımızın o düzenli haritasına ihtiyacımız var hem de ruhumuzun o vahşi ormanlarına… Marifet, ne zaman haritaya bakıp susmak, ne zaman da haritayı bir kenara atıp o ormanın fısıltılarına kulak vermek gerektiğini bilmektir.
Yoksa ya aklımızın o sıkıcı şehrinde hapsolur kalırız ya da ruhumuzun o karanlık ormanında kaybolur gideriz. Denge mühim vesselam, denge!



