Ken Loach: Eğer dünyanın bu haline öfke duymuyorsanız, ne biçim bir insansınız?

ken-loach“Öfkeli? hımmmmm,” diyor Loach, konuşması zorlukla duyuluyor. Her zamanki senaryo yazarı Paul Laverty ile birlikte araştırma yaparken tanıştıkları insanlardan bahsediyor; buzdolabında yiyecek hiçbir şeyi kalmamış ve 3 gündür doğru dürüst bir şey yememiş olan genç bir adamdan, aşevinde yemek kuyruğuna girmekten utanan kadından, bir sonraki vardiya için 5.30’a kadar beklemesi söylenen, bir saat sonra da kendisine ihtiyaç olmadığı söylenerek gönderilen adamı anlatıyor; “Hayatta kalmak için sürekli aşağılanmak eğer sizde öfke uyandırmıyorsa, ne biçim bir insansınız siz?” diye soruyor.

Ken Loach, yüreği ağzında, elleriyle oturduğu sandalyeyi kavrıyor, başı omuzlarının arasına gömülmüş, soru işareti şeklinde sıska bir adam. Hiç bu kadar mahcup bir adam görmemiştim. Konuşmaya başlıyor.

Loach son elli yılda öfke dolu filmler çekti, en öfkeli son filmi ise bu yakınlarda dağıtıma giriyor. 2016 Cannes Film Festivali’nin en iyi filmi seçilen Ben Daniel Blake (I, Daniel Blake) İngiliz sosyal güvenlik sistemi tarafından yıkıma uğratılmış bir adam hakkında. Doktoru, ölümün kıyısından döndüğü bir kalp krizinden sonra artık sağlığının çalışmaya uygun olmadığını söylüyor ama çalışma ve sosyal güvenlik kurumu sağlık durumunun malulen emekliliğe uygun olmadığına karar veriyor. Sağlığına uygun olmayan işi bulmak için yeteri kadar çaba göstermediği anlaşılınca işsizlik maaşı da kesiliyor. Böylece Daniel Blake, kendisini aşağıya doğru yuvarlandığı bir spiralin içinde buluyor. Film bir mesel olabilecek kadar sade ve öz ve bir o kadar da etkileyici; özellikle de aşevinde Blake’in arkadaş olduğu kadının vahşetin sınırlarında dolaşan bir kriz geçirdiği sahne.

“Öfkeli? hımmmmm,” diyor Loach, konuşması zorlukla duyuluyor. Hep birlikte çalıştığı senaryo yazarı Paul Laverty ile araştırma yaparken tanıştıkları insanlardan bahsediyor; buzdolabında yiyecek hiçbir şeyi kalmamış ve 3 gündür doğru dürüst bir şey yememiş olan genç bir adamdan, aşevinde yemek kuyruğuna girmekten utanan kadından, bir sonraki vardiya için 5.30’a kadar beklemesi söylenen, bir saat sonra da kendisine ihtiyaç olmadığı söylenerek gönderilen adamı anlatıyor; “Hayatta kalmak için sürekli aşağılanmak eğer sizde öfke uyandırmıyorsa, ne biçim bir insansınız siz?” diye soruyor.

Londra’da, Soho’daki ofisinin yakınlarında bir kafede oturuyoruz. Loach kahve ve kruvasan sipariş veriyor mahcup bir üslupla. Ama mahcupluğu sizi yanıltmasın, kahve siparişi verirken ne istediğini tam olarak belirtiyor; “Bir bardak su ve kahveye de çok az soğuk süt lütfen, teşekkür ederim,” deyip devam ediyor, “Kendi dünyalarına tutunma yeteneğini kaybetmiş, aşağılanmış ve yıkıma uğratılmış o kadar çok insanla karşılaştık ki.”

Ben Daniel Blake, Loach’un, 1966 yılı yapımı genç bir ailenin evsiz kalmasını anlatan Cathy Eve Gel filmiyle birçok açıdan benzerlikler taşıyor. Film, Parlamento’da tartışmaya yol açmış ve evsizlerle ilgili kamunun aydınlatılmasını sağlamıştı. Ancak Cathy gerçek bir değişim yaratmasına rağmen, Loach, Daniel’in toplumsal bir öfke uyandırmayacağını öngörüyor; Daniel’in sosyal güvenlik kurumu tarafından aldatılmasını ya da genç, yalnız bir annenin bir viraneye sığınmak için Londra’dan Newcastle’a gitmesinin olağan karşılanacağını düşünüyor.

Kimin dünyasını paylaşacağını soruyorum, Cathy’nin mi, Daniel’in mi? “Bu problemli bir soru. Cathy’nin dünyasında, aşınmış olmasına rağmen, henüz refah devletinin temel öğeleri var. Sağlık hizmetlerine herkes doğrudan ulaşabiliyor. Doğalgaz, elektrik, su ve tren yolları henüz kamu malı. Cathy’nin dünyası toplumsal sorumluluk duygusunun daha güçlü olduğu, yaşamak için daha uygun bir yer. Evsiz olduğu anlaşılınca insanlar öfkeleniyorlar bu duruma. İnsanlar birbirine daha bağlı. Şimdi ise toplum dağılmış durumda. Thatcher ve Blair, insanların birbirine karşı sorumlu olduğu ve her birimizin kardeşlerimizi kollamakla yükümlü olduğu duygusunu aşındırdılar. Bu anlamda Cathy’nin dünyasını tercih ederim.”

60’lar ve 70’lerde Loach küçük sol gruplar içindeydi, Sosyalist İşçi Birliği (Devrimci İşçi Partisi’nin öncülü), Enternasyonel Sosyalistler, Enternasyonal Marksist Grup; bu grupların hepsi hem Batı kapitalizmine hem de Stalinist Sovyetler Birliği’ne muhalifti. Marksizm konusunda inekliyorlar, aralarında derinlemesine tartışıyorlar ve dinlemeye hevesli herkese kapitalizmin sürdürülebilir olmadığını anlatıyorlardı. Kapitalizmin süreç içinde kendisini ve işçi sınıfını tüketeceğini söylüyorlardı. Ama hepsi tahmindi, o dönemde iş bulmak kolaydı ve göreceli olarak iyi finanse edilen refah devleti kapitalizmin aslında gayet iyi işlediğini düşündürüyordu.

Loach, öngördükleri çöküşün şimdi gerçekleşmeye başladığını söylüyor. “Her krizin işçi sınıfına daha çok yük, daha çok sömürü anlamına geleceğini söylüyorduk ama söylemlerimiz soyuttu. İnsanlar 0-saatli -patronun çalışana minimum çalışma saati garantisi vermediği- sözleşmeleri, taşeron çalışmayı, aşevlerini hayal edemiyorlardı. 60’larda aşevlerine gönül indirmedikçe aç kalmanın normal hale geleceğine kim inanırdı? Bu durumu şimdi kabul etmiş olmamız ise zaten çok acayip.”

Kapitalizmin, özellikle de küresel dünyada, nihai olarak neden toplumun çöküşüne, yol açacağını basit ve güzel bir örnekle anlatıyor; “Her şirket daha düşük maliyetlerle daha çok satış yapmak istiyor, kâr sürekli azalıyor, bu nedenle her neredeyse en ucuz işçiyi bulmak zorundalar, işte bu yüzden kapitalizm hiçbir zaman istikrarlı hale gelemez.”

Her şeye rağmen Loach iyimser. “Sanırım insanlar dünyanın bu şekilde devam edemeyeceğini anlıyorlar artık,” diyor. “Syriza, Podemos, Bernie Sanders ve İngiltere’de Jeremy Corbyn arkasındaki itici güç, başka bir dünyanın mümkün olduğuna duyulan inanç. Artık gerçekten de bir şeyleri değiştirmemiz gerektiği duygusu var.”

Loach’la ilk söyleşimi, senaryosu Jim Allen (1999’da ölene kadar Allen’la beraber çalıştı) tarafından yazılan Taş Yağıyor [Raining Stones] filmini çektikten hemen sonra, 23 yıl önce yaptım. Film, kızına vaftiz töreninde giyeceği elbiseyi alacak para bulamadığı için tefecilerin eline düşen bir adamla ilgiliydi. Tam bir Loach filmi; işsizliğin onur kırıcılığı, işçi sınıfının direnci ve mizah duygusu. Birlikte Soho’da yürüdüğümüzü, Loach’un merhametin sağcı bir kavram olduğunu anlatırken, bir sepet çilek almak için bir marketin tezgahında durduğunu hatırlıyorum; büyük Amerikan sendikacısı Joe Hill’in dediği gibi her yenilgiye verilecek tek bir yanıt vardır; “Sızlanmayı bırak, örgütlen!”

Bu yakınlarda Loach’ın Büyük Ateş‘ini [The Big Flame] seyrettim, 1963 yapımı bir televizyon filmi. Film, 10.000 liman işçisinin katıldığı bir işyeri direnişini anlatıyordu. Liman işçilerinden biri gitarıyla Joe Hill şarkısını tıngırdatırken, bir diğeri Hill’in o ünlü repliğini hangi koşullarda söylediğini anlatıyordu; cinayetle suçlanıp idam mangasının önüne konulduğu zaman. Loach, günümüzde çok sayıda işçinin teknik olarak kendi işinde çalıştığı, bir kolektifin parçası olmadığı için örgütlenme mücadelesinin çok daha zor olduğunu anlatıyor. Yine Joe Hill’den alıntılar yapıyor konuşmasında.

Eleştirmenler Loach’ın zayıf yönünün hiç değişmemesi olduğunu söylüyorlar; bugün de 50 yıl önce olduğu gibi aynı Marksist vaazı tekrarlıyor. Hayranları ise bunun Loach’un gücü olduğunu söylüyorlar. Yaklaşık 80 yaşında olan Loach ise “Sistem aynı, ben niye değişecekmişim,” diyor.

Loach her zaman solcu değildi. Okulda kurmaca bir seçimde Muhafazakârları temsil etmişti. “Bundan çıkarılacak pek bir şey yok,” diyor. Şeytanın avukatlığını yaptığını ya da geçici bir ergenlik durumu olduğunu düşünmüştüm, ama “hayır” diyor; “ben bu değerlerle büyüdüm.” Anlatıyor;Loach’un babası Nueaton’da çalıştığı fabrikada ustabaşı olmuş bir elektrik teknisyeni, tam bir işçi sınıfı Muhafazakârı, annesi de kuaförmüş. Loach’un babasına yönetimde bir görev teklif edildiğinde reddetmiş, çünkü bu, sarı zarfta haftalık nakit yerine, her ay bankaya yatırılan elektronik para anlamına geliyormuş (borçlu olmaktan nefret edermiş ve her zaman paranın nakit olarak elinde olmasını istermiş). Babası akıllı, parlak bir çocukmuş, lisan okulunun sınavlarını kazanmış ama annesinin okul üniforması alacak parası olmadığı için okula gidememiş. Büyük hukukçuların kitaplarını okur ve oğlunun bir gün avukat olacağını düşünürmüş.

Kenneth gençken akıllı ve hırslıymış. Lisan okuluna gitmiş (işçi sınıfından bir kaç çocuğu ‘başarı’ için yaşamlarından koparıp alan ve diğerlerini başarısızlığa mahkum eden bir eğitim biçimi olduğu için nefret ettiğini söylüyor), öğrenmeye karşı doymaz bilmek açlığı varmış. Yatak odasının ışığının söndürülmesi gerektiği zaman yorganın altında gizlice Shakespeare okurmuş. Eve Daily Express gazetesi alınırmış ve Loach hiç sorgulamadan başından sonuna okurmuş. Ona göre gazete dünyayı yansıtıyormuş; utanarak, “takım tutar gibi Muhafazakârları tutuyordum,” diyor. Ne kadar bu takımı tuttuğunu soruyorum; “Muhtemelen 19 yaşına, askere (Kraliyet Hava Kuvvetleri) gidene kadar.”

Hava Kuvvetleri’nden sonra hukuk okumak için Harvard’a gitmiş. Tiyatro kolunda çalışmış, Dudley Moore’la skeçler yapmışlar, sonra oyun sahneye koymaya başlamış, akademik anlamda biraz gevşemiş, 3. dereceyle mezun olmuş ve geleceğinin tiyatroda olduğuna karar vermiş. Babası yıkılmış.

Loach her zaman oyuncu olmak istemiş; “15 yaşımdan beri başımın etrafında bu arı dolaşıyordu,” diye anlatıyor. Örnek aldığı bir oyuncu olup olmadığını sorduğumda, Marius Goring adlı yaşlı bir oyuncuyu III. Richard’ı oynarken hatırladığını söylüyor; “Arının iğnesi işte oydu. Yapmaya çalıştığım şeyde sanırım onun etkileri vardı.” İyi miydin bari? diye sorduğumda kıkırdıyor, “İyi diyemem ama yaptım işte bir şeyler.” Bugün bile bir oyuncu olabileceğini düşündüğü anlaşılıyor. Kocasına bir askerin komutanına duyduğu sadakatten daha fazlasını duyan karısı Lesley ise oyuncu olarak umutsuz vaka olduğunu, kendi filmlerinde hiçbir zaman rol vermeyeceği türden bir oyuncu olduğunu söylüyor. Eşinin sözleri sanki biraz batıyor; “Belli de olmaz tabii.”

Northampton’da yönetmen yardımcısı olarak bir iş bulduğunda; “hâlâ bir iki küçük rol oynayabileceğimi düşünüyordum ama yönetmenin bu konuda bana hiç güven duymadığı belliydi. Pandomim de bile bir rol vermedi. Ben de yönetmenliğe odaklanmaya karar verdim.”

1963 yılında stajyer yönetmen olarak BBC’de çalışmaya başladı, kısa bir süre sonra Z-Arabaları adlı polisiye dramanın yönetmeni oldu. BBC’de, Troy Kennedy Martin, Roger Smith, Neil Dunn, Barry Hines, Jeremy Sandford gibi genç sosyalist yazarlarla tanıştı. Bu yazarlar Loach’u en iyi eserleri ile desteklediler, onu politize ettiler.

Evrim geçiren politik düşüncelerini babasıyla tartışıp tartışmadığını soruyorum; “Hayır,” diyor, “Oğlunun kendisine meydan okuması fikri hoşuna gitmezdi. Sanırım benim ne konuştuğumu bilmediğimi düşünüyordu. Ne konuştuğunuzu bilmeniz için, O’nun çalıştığı yerde çalışmalı, O’nun muhatap olduğu insanlarla muhatap olmalı ve günışığını görmeden çalışmanın ne demek olduğunu bilmelisiniz.”

Başarılarından en çok kim gurur duydu? Annen mi, baban mı? “Sanırım bir türlü paylaştılar. Babam beni övmedi ama olup biteni anladı. Batı Midslandli bir işçiydi babam. Orada insanlar katıdırlar. 1950’lerde öyle kentli kucaklaşması denen şey yoktu.”

Z-Arabaları kirli gerçekliğinden dolayı (polisler önyargılı ve kokuşmuş olabilirlerdi) övgüye mazhar olmasına rağmen Loach yeteri kadar gerçekçi olmadığını düşünüyordu. Böylece ilk ilkesine geri dönüp en beğendiği filmleri, Çek yeni dalga filmlerini ve İtalyan yeni gerçekçilerini tekrar inceledi; “Bu filmlerde insanlar var oluyordu, rol kesmiyorlardı ve benim yaptığım ise oyuncuların performansını ortaya çıkarmaktı. İnandırıcı gelmedi. Hatalarımdan yeni şeyler öğrendim.”

Ustalığını parçalara ayırdı, başkalarından ödünç aldığı yeni tekniklere (doğal ışığı kullanmak, mümkün olan her yerde profesyonel oyuncuların yanına sokaktan insanları dahil etmek), kendi geliştirdiklerini (kronolojik olarak çekim yapmak, oyunculara senaryoyu parça parça vererek oyunlarını daha gerçekçi hale getirmek, doğaçlama çekimleri metne sıkı sıkıya bağlı çekimlerle birlikte montajlamak) ekleyerek, yeniden birleştirdi. Belki de filmlerini diğerlerinden ayıran en önemli şey gerçekçilikte ulaştığı düzey. Carol White’ın muhteşem oynadığı Cathy karakteri, çocuğu elinden alındığında şok geçirmiş gibi bakar çünkü oyuncu, yani Kes‘te (Kerkenez) elden ele geçerken ağlayan oğlan zaten kendi oğluydu.

1960’ların ortalarından, 10 yılın sonuna kadar Loach’ın yaptığı her şey gündemi belirledi ve başlıklarda yer aldı. Filmleri sadece farklı görünüp, farklı bir his bırakmıyordu, konu da radikaldi. Kesişme [The Junction] merdivenaltlarında yapılan kürtajlarla, Büyük Ateş [Big Flame] işçi hakları, Üç Güneşli Pazar [Three Clear Sundays] ölüm cezası hakkında tartışma yarattı. Bu çıkış 1969 yılında Kes filmiyle zirve yaptı. Film, bir kerkeneze duyduğu sevgiyle kabuğundan çıkan bir işçi çocuğunu anlatan Hines’in romanını temel almıştı. Duygusuz olduğu kadar yürek burkuyordu, haşin olduğu kadar güzeldi de ve sinema tarihinin en komik futbol sahneleri vardı filmde; Bobby Charlton forması giymiş, Brian Glover’ın oynadığı futbol hocası sahaya çıkıyor, karar verilmemiş olan penaltıyı atmakta ısrar ediyordu.

1971 yılında Loach’un dünyası yıkıldı. M1 otoyolunun dış şeridinde arabasıyla yol alırken, orta şeritteki bir arabanın lastiği patladı, Loach’un arabasına çarptı ve köprünün sağ direğine doğru savruldu. Beş yaşındaki oğlu Nicholas, Lesley’in büyükannesi öldü. Lesley uzun süre bir ölüm kalım savaşı verdi. Loach bir yıldan uzun bir süre çalışmadı. “Çocuğumuzu kaybettik, bütün ekip, bize ait olan her şey bu kayba odaklandı. Böyle bir durumda yas tutmaktan başka bir şey yapacak duygusal boşluğa ya da güce sahip olamıyorsunuz ve bu çok uzun bir süreç.”

Bu olayı anlatırken cümleleri dağınık ve kırık dökük hale geliyor. Loach oğlundan ya da çocuğundan bahsediyor ama adını ağzına almıyor hiç. Zor mu geliyor adını söylemek? “Bilmem, ben her zaman, evet… Nicholas.” Bu adı o kadar hızlı söylüyor ki, duymakta güçlük çekiyorum. “Çünkü yara çok derin. Ve sanki bu da sorunun bir parçası. Sanırım biz hiç yas tutamadık ve bu olayı çözümleyemedik. Şimdi ise, matemini ifade etmek için insanı cesaretlendiren ve bir tür uzlaşmaya varmanı sağlayan bazı süreçler var. Başkalarının durumlarından ders çıkarmaya çalışsak da, o zamanlar böyle şeyler yoktu. Bir an bunun yapılması gerektiğinin bilincine varıyoruz, bir sonraki anda ise başlamak için çok güçsüz ve yaralı hissediyoruz kendimizi.”

Çalışmaya, Çehov’un kısa hikayesi Talihsizlik‘in bir televizyon uyarlamasıyla (Misfortune), alışık olmadık bir biçimde geri döndü. Arkasından 1. Dünya Savaşı’nın bitimiyle, 1926’daki Ulusal Grev arasındaki dönemi anlatan ünlü Tv dizisi Umudun Günleri [Days of Hope] ve bir madencilik felaketini işleyen Kömürün Bedeli [The Price of Coal] geldi; ama sinema kariyeri sallantıdaydı. En vefakâr hayranı bile 1981 yılında yaptığı Görünüşler ve Gülüşler‘i [Looks & Smiles] insana acı verecek kadar kötü buldu, Loach ise sadece 1980’de yaptığı Anavatan‘da [Fatherland] çuvallamış olduğunu söylüyor.

Güven kaybından başka bir sorun daha vardı; sürekli yasaklanıyordu. 1983’te, işçilerin sendika yetkililerin ihanetine uğrayıp uğramadığını sorgulayan Liderliğin Sorunları [Questions of Leadership] adlı diziyi çekti. Ama projeyi ısmarlayan Channel 4, filmin dengesiz olduğunu söyleyerek yayınlamayı reddetti. Melvin Bragg’ın Güney Yakası [South Bank Show] için 1984 yılında çektiği grevdeki madencilerin şarkıları ve şiirleri hakkındaki film, Kimin Tarafını Tutuyorsun? [Which Side Are You On?] çok politik olduğu için London Weekend Televizyonu tarafından yayından kaldırıldı. 1987 yılında, siyonist liderlerle Naziler arasındaki gizli işbirliğini irdeleyen Jim Allen’ın Perdition adlı oyunu, açılış gecesine 36 saat kala Max Stafford-Clark tarafından iptal edildi. 80’lerin sonunda ne para ne de aşk için, iş yapamaz hale geldi. İşte bu arada yaşamı boyunca utanç duyacağı bir şey yaptı; McDonald’s için bir reklam filmi çekti.

Bu yakınlarda yayınlanan belgesel film Versus: Ken Loach’un Yaşamı ve Filmleri‘nde [Versus: The Life and Films of Ken Loach] kendisine ihanet edenlerden konuşmaya başlayana kadar Ken Loach yumuşak ve sevgi dolu bir insan olarak çıkıyor karşımıza. Birdenbire Stafford-Clark’a korkak diyor, sözlerinin keskinliği dudak uçuklatıyor.

Soruyorum, düşman kazanmaktan korkmuyorsun? Duruma göre diyor. “Annem barışçıldı, ben de kişisel sorunlarda barışçılım, çünkü kişisel çatışmayla başa çıkamam. Korkunç gelir bana.” Loach ve Lesley’in hayatta olan 4 çocuğu var, ikisi, Jim ve Emma’da film yapımcısı. “Güvendiğim ve değer verdiğim insanlarla tartışamam çünkü bedeli ağır olabilir. Ama dış dünyaya çıkıp yüzleştiğimde, kendine güvenen çıksın karşıma.”

Önceki sorumu tekrarlıyorum. Politikada ve kamusal yaşamda düşman kazanmaktan korkar mısın? “Hayır, çünkü onlar zaten düşman. 80’lerde o filmleri yaptığımız zaman sağcı sendikacılar, işçi partisinin sağcı kanadı ve onlarla işbirliği yapanlar yaptıklarımı yok etmek istediler ve yok ettiler.”

Acımasız olduğunu düşündün mü hiç? diye soruyorum. “Hayır,” diyor. “Mesajın açık olmalı. Bu kişisel bir şey değil, eğer herhangi biri yaratacağı sonuçlardan korktuğu için yaptıklarını sürekli olarak sabote ederse bu bağışlanamaz. Özellikle de bizim iş kolumuzda. Politikacıysan, bazen kamu yararı için geri adım atman gerekebilir. Bu bir taktik meselesidir. Ama film yapımcıları ve gazetecilerin görevi temel fikirleri ve ilkeleri dile getirmektir. Ve bu insanlar buna göre değerlendirilir. Max Stafford-Clark’ın ortadan kaldırdığı oyun ve sağ kanat işçi partili politikacıların sansürlediği belgesel işte bunları dile getiriyordu.”

Film kariyerinin sona erdiği hiç aklına gelmiş miydi? “Evet, 80’lerin sonunda, tekrar hukuk alanına dönmeyi düşünmeye başlamıştım, oysa bu alanda hiç vasfım yoktu ve kötü bir dereceyle mezun olmuştum. Ne yapacağımı bilemiyordum. Belki film hocası olabilirdim. Borçlanmak zorunda kaldık, iki yakamızı zor bir araya getiriyorduk.” Sustu, özür diler gibi, “Orta sınıf yoksulluğundan bahsediyorum. Hâlâ başımızı sokacak bir evimiz vardı. Ama ne yapacağımı bilemiyordum.”

Ertesi gün, Loach’un ofisinde tekrar buluştuk. Dar merdivenlerin üstünde 1990 yılı yapımı Gizli Gündem [Hidden Agenda] filminin posteri asılıydı, Kuzey İrlanda’daki devlet terörünü anlatan ve Loach’un beyazperdeye dönüşünü haber veren film. Doğal olarak film sorun yaratmıştı. Loach, film eleştirmeni Alexander Clark tarafından İngiltere’ye ihanet etmek ve IRA propagandası yapmakla suçlandı. Rebecca O’Brien’ın yapımcı olduğu ilk filmiydi, bu filmden sonra hep birlikte çalıştılar.

O günden sonra üst üste film çekmeye ve ödül kazanmaya başladı. Küçük bütçelerle, biraz İngiltere’den biraz kıta Avrupası’ndan bir araya getirilen paralarla yaptığı her filmin kalbinde; İspanya İç Savaşı’ndan (Ülke ve Özgürlük -Land & Freedom), Nikaragua’da Sandinistlere karşı yürütülen kontra savaşına (Carla’nın Şarkısı -Carla’s Song-), ABD’de sendikal haklardan (Ekmek ve Güller -Bread & Roses-, Kuzey Amerika’da çektiği tek film), İrlanda’nın bağımsızlık savaşına (Özgürlük Rüzgarı -The Wind That Shakes the Barley-) bir mesele vardı. Her şeyden önemlisi, iş, onur ve adalet için mücadele vardı filmlerinde (Taş Yağıyor -Raining Stones-, Afili Delikanlı -Sweet Sixteen-, İşte Özgür Dünya -It’s a Free World-, Benim Adım Joe -My Name is Joe-, Meleklerin Payı -Angel’s Share-‘de, bu mücadele vardı). Loach birçok oyuncuyu yıldız yaptı (Ian Hart, Peter Mullan, Cillian Murphy) ama çok az oyuncuyla birden fazla çalıştı. Oyuncularının ona koşulsuz olarak gelmelerini tercih ederdi, yüz ne kadar tanınmamışsa hikaye o kadar inandırıcı hale gelirdi. Filminde rol olan tek şöhret Eric Cantona’ydı, Hayata Çalım At [Looking for Eric] filmine adını veren oyuncu. Bu istisnanın nedeni ise büyülü gerçekliğin içine daldığı bu filmde Eric Cantona’nın kendisini oynamasıydı.

Jim Allen’ın ölümünden sonra Loach senaryolarının hemen hepsini Paul Valery yazdı. Ara sıra düzenlediği partilerde Loach pek de istemeyerek yapımcı Tony Garnett ve yazar Roger Smith gibi eskiden beraber çalıştığı insanları yenileriyle bir araya getirir. Söylediğine göre aile ve arkadaşlarla uzak düşmek istemezmiş.

Ofisteki şöminenin üstünde Cantona’nın tek kaşlı bir maskı, Ben Daniel Blake‘de gördüğümüz bir ayağı olmayan köpeğin fotoğrafı ve kazandığı iki altın palmiye var (ilk altın palmiyeyi Özgürlük Rüzgarı‘yla kazanmıştı). Hepsinin üstünde de kırmızı bir köpek tasması asılı. Bunun ne olduğunu sorunca Loach gülmeye başladı, “Bu köpek palmiyesi, en etkileyici köpekler için verilen ödül. Bize üç ayaklı köpekler için yaşam boyu başarı ödülü verildi.”

Ayak Takımı – Riff-Raff filminden Ricky Tomlinson’ın çıplak bir fotoğrafına bakıyorum. Filmde, sosyetik bir apartman dairesinde çalışırken, dairenin banyosunda duş keyfi yapan bir inşaat işçisini oynuyor. Loach’ın filmlerinde hemen hemen her zaman, Tomlinson’ın kaba eti veya Daniel Blake’in iş bulma kurumunda duvara çizdiği grafiti şeklinde olsun, karakterlerden birinin otoriteye ‘hareket çektiği’ bir an gelir. “Bu bir yenişememe durumudur,” diyor Loach, “direnişin eril sembolüdür. Ricky Tomlinson’ın kaba eti veya Blake’in çizdiği grafiti? İnsanlar savaşmadan vazgeçmez. Onlar kurbanlık koyun değildir. Sağcı sanatta, filmlerde, kitaplarda vb.lerinde, yardımseverlik politikası gereği yoksulu hep mazlum olarak görmek isterler -köşkün hanımı Noel’de gezintiye çıkar. ‘Yoksul hep bizimledir, toplumun düzeni sabittir ve yoksula karşı merhametli olmalıyız.’ Sol politika ise yoksulluğun sınıflı toplumun yan ürünü olduğunu ve insanların buna direnmesi gerektiğini söyler. İşte göstermek istediğimiz, değer vermek istediğimiz ve kutlamak istediğimiz bu direniştir. Daniel Blake dilenmez, onurlu bir insandır.”

Bilmiş, bilmiş gülümsüyor; “Guardian yerine Morning Star‘ı okursanız her gün, birçok hikayede, eyleme geçen insanları görürsünüz. Örneğin asistanlarına eğitim veren Durham’ı okursunuz. Sizin bu hikayeyi haberleştirmeniz yıllar aldı. Ücretlerimizin kesilmesini ve işlerimizin elimizden alınmasını kabul etmiyoruz diyorlar.”

Son yıllarda Loach, Respect and Left Unity (Saygı ve Sol’un Birliği) gibi kendisini İşçi Partisine alternatif olarak ortaya koyan politik partilerde faaliyet gösterdi (30 yıl İşçi Partisi üyesi olarak kaldıktan sonra Tony Blair’den duyduğu tiksinti nedeniyle partiyi terk etti). İşçi Partisi başkan yardımcısı Tom Watson Troçkistlerin partiye sızdığını söylerken Loach benzeri insanları mı işaret ediyordu? “Ben henüz İşçi Partisinde değilim.” Loach hâlâ Sol’un Birliği partisinin üyesi. “Ama (Sol’un Birliği) Corbyn lider olduktan sonra seçimlere katılmadı ve İşçi Partisine karşı bir muhalefet yürütmüyor.” Sol’un Birliğinden ayrılıp tekrar İşçi Partisine katılmayı düşünüyor musun? “Bu bir olasılık, çünkü asıl tartışma İşçi Partisi çatısı altında gerçekleşecek ve Jeremy Corbyn ben 50 küsür yıldır ne savunduysam aynı şeyleri savunuyor.”

Corbyn hakkında yaygın eleştirinin iktidara gelmektense hareketi büyütmek olduğunu söylüyorum. “Bence bu saçmalık,” diyor. “Hareket ne kadar güçlü olursa seçimleri kazanmak o kadar mümkün olur. Bu bir hareket olmalı, sadece bir seçim aparatı değil. Blair ve yardakçılarının anlamadığı ya da istemediği şey buydu. Onlar sadece kendi kliklerini iktidara taşıyacak aparatın peşindeydiler. Oysa İşçi hareketi demokratik sürece aktif olarak katılan bir kitle hareketidir.” Geçmişte, 60’larda sadece küçük grupların kendi aralarında konuştuğunu, oysa şimdi birçok insanın tartışmanın içinde yer almasının çok sevindirici olduğunu söylüyor.

Politik atmosfer sanki kendisine çalışmak için yeni bir iştah kazandırmış gibi. 2013 yılında Rebecca O’Brien Loach’un son uzun metrajlı filmini çektiğini, bundan sonra belgesel çekeceğini yazmıştı. 3 yıl sonra bugün, emeklilikle ilgili tüm konuşmalar unutulmuş görünüyor. Loach yutkunuyor, “Sadece lafın gelişi konuşmuştum. Biraz fazla yayıldı o cümle.”

Nasıl oluyor da yönetmenlerin büyük çoğunluğu bu kadar uzun bir kariyer için yeterli güce sahip olabiliyorlar? diye soruyorum. “Film yapmak, gösterime çıkması ve insanların seyretmesi büyük bir ayrıcalıktır.” Sinatra gibi iki de bir emekli olacağım deyip geri dönmeyeceksin değil mi? “Hayır, hayır, lütfen bu konuyu kapatalım.”

80 yaş, insanın çok duyarlı olduğu bir yaş ve fiziksel olarak yeterli olduğu sürece Loach film yapmaya devam edecek. Hiç yaşını hissetmiyor musun? Sırıtıyor, “Sabah kalktığımda kendimi 85 yaşında hissediyorum ama güzel bir kahveden sonra 79’a düşüyorum. İnsanlar artık daha uzun yaşıyorlar, değil mi? Üzerinde fazla düşünülecek bir şey değil zaten, pedal basmaya devam et sadece!”

[The Guardian’da yer alan 15 Ekim tarihli İngilizce orijinalinden Murat Karadeniz tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir