Kontrolün Sessiz Dalgaları: Deleuze, Baker ve Spinoza Üzerinden Bir Distopik Okuma

 

Denetimin Gündelik Dokusu

Gilles Deleuze’ün “kontrol toplumu” kavramı, modernitenin disiplin toplumlarından daha akışkan, görünmez ve yaygın bir denetim biçimine geçişini tarif eder. Ulus Baker’in Türkiye’deki otoriter rejim eleştirileri, bu kavramı yerel bir bağlamda yeniden yorumlar; devlet aygıtının, medyanın ve toplumsal normların bireyi nasıl kuşattığını gösterir. Spinoza’nın “korku” etkilenimi ise bu iki düşünürün analizine felsefi bir derinlik katar: korku, bireyin özgürleşme potansiyelini törpüleyen bir duygudurum olarak, kontrol toplumunun temel taşlarından biridir. Bu metin, Deleuze’ün evrensel distopyasını, Baker’in yerel eleştirilerini ve Spinoza’nın etkilenim felsefesini bir araya getirerek, bireyin modern dünyadaki yerini çok boyutlu bir şekilde inceler.

Denetimin Akışkanlığı: Deleuze’ün Kontrol Toplumu

Deleuze, disiplin toplumlarının (Foucault’nun panoptikon modeline dayanan) yerini, daha esnek ve sürekli bir denetim ağına bıraktığını savunur. Fabrikalar, okullar, hastaneler gibi kapalı mekanların yerini, dijital izleme, veri toplama ve algoritmik yönlendirme alır. Bu sistemde birey, özgür olduğunu sanırken, hareketleri, tercihleri ve hatta arzuları sürekli kaydedilir ve yönlendirilir. Deleuze’ün distopyası, bireyin kendi varlığını bir “sayı” ya da “kod” olarak deneyimlediği bir dünyayı resmeder. Türkiye bağlamında bu, bireyin sosyal medya profilleri, devlet veritabanları ya da tüketim alışkanlıkları üzerinden izlenmesiyle somutlaşır. Kontrol toplumu, bireyi fiziksel bir hapishaneye kapatmaz; onun yerine, görünmez bir ağın içinde hareket etmesine izin verir, ancak bu hareket her zaman izlenir ve öngörülür.

Otoriterliğin Yerel Yüzü: Baker’in Eleştirileri

Ulus Baker, Türkiye’deki otoriter rejimlerin, ideolojik aygıtlar ve medya aracılığıyla bireyi nasıl şekillendirdiğini analiz eder. Baker’e göre, otoriterlik yalnızca devlet baskısıyla değil, aynı zamanda toplumsal normların, dilin ve kolektif belleğin manipülasyonuyla da işler.  Baker’in eleştirileri, Deleuze’ün kontrol toplumuyla örtüşür; çünkü her iki düşünür de bireyin özgürlüğünü kısıtlayan mekanizmaların, artık yalnızca zorla değil, rıza üretimiyle de çalıştığını vurgular. Örneğin, Türkiye’de bireyler, otoriter rejimin söylemlerine karşı çıkmasalar da, bu söylemlerin günlük hayatta nasıl bir baskı oluşturduğunu hissettiklerinde, Deleuze’ün tarif ettiği “sürekli denetim” hissini deneyimlerler. Baker’in analizinde, bu denetim, tarihsel ve kültürel bağlamlarla yoğrulmuş, yerel bir tat kazanır.

Korkunun Felsefesi: Spinoza’nın Etkilenimi

Spinoza, korkuyu, bireyin “üzüntü” temelinde oluşan bir etkilenimi olarak tanımlar. Korku, bireyin eyleme gücünü azaltır ve onu dışsal güçlere daha bağımlı hale getirir. Spinoza’ya göre, korku, bireyin akıl yürütme ve özgürleşme kapasitesini zayıflatır, çünkü korkan birey, güvenliği için otoriteye sığınmaya eğilimlidir. Deleuze’ün kontrol toplumu, korkunun bu işlevini sistematik bir şekilde kullanır: bireyler, ekonomik güvencesizlik, sosyal dışlanma ya da devlet baskısı gibi korkularla sürekli bir belirsizlik içinde tutulur. Baker’in Türkiye analizinde de korku, otoriter rejimin temel araçlarından biridir; vatandaşlar, muhalefet etmenin bedelinden korktukları için, rejimin söylemlerine sessizce rıza gösterirler. Spinoza’nın felsefesi, bu korkunun yalnızca bireysel değil, kolektif bir duygudurum olduğunu gösterir; toplum, korkuyla yönetildiğinde, ortak bir özgürleşme projesi üretemez.

Toplumsal Dinamikler: Rıza ve Direniş Arasında

Kontrol toplumunun ve otoriter rejimlerin gücü, bireylerin bu sistemlere rıza göstermesinde yatar. Deleuze, bu rızanın, bireyin kendi arzularının manipülasyonuyla üretildiğini belirtir; örneğin, tüketim kültürü, bireye “özgürlük” vaadi sunarken, onu daha derin bir denetime tabi tutar. Baker ise Türkiye’de bu rızanın, tarihsel travmalar (darbe dönemleri, etnik çatışmalar) ve kültürel kodlar (itaat kültürü, kolektif kimlik vurgusu) üzerinden inşa edildiğini gösterir. Ancak her iki düşünür de direniş olasılığını göz ardı etmez. Deleuze, kontrol toplumunda direnişin, “kaçış çizgileri” yaratmakla mümkün olduğunu savunur; yani, sistemin öngöremediği, yaratıcı ve beklenmedik hareketlerle. Baker ise, Türkiye’de direnişin, entelektüel üretim, alternatif medya ya da sivil toplum hareketleri gibi mikro alanlarda filizlendiğini belirtir. Spinoza’nın felsefesi, bu direnişi, korkunun yerini neşeye ve ortak eyleme bırakmasıyla açıklar: bireyler, korkudan kurtulduklarında, kolektif bir güç oluşturabilirler.

Tarihsel ve Antropolojik İzler: Denetimin Kökleri

Kontrol toplumunun ve otoriter rejimlerin kökenleri, yalnızca moderniteye özgü değildir; bunlar, insanlık tarihinin derinliklerinde yatar. Antropolojik olarak, toplulukların hayatta kalma ihtiyacı, hiyerarşi ve denetim mekanizmalarını doğurmuştur. Tarihsel olarak ise, modern devletlerin ortaya çıkışı, bireylerin yaşamlarını düzenleme ve disipline etme çabasını yoğunlaştırmıştır. Türkiye’de bu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan devlet-toplum ilişkilerinde kendini gösterir; birey, tarih boyunca “tebaa” ya da “vatandaş” olarak, otoriteye bağlı bir konumda tanımlanmıştır. Deleuze’ün kontrol toplumu, bu tarihsel mirası, teknolojinin sunduğu yeni araçlarla yeniden üretir: birey, artık bir “tebaa” değil, bir “kullanıcı”dır, ancak bu değişim, denetimden kurtuluş anlamına gelmez. Spinoza’nın korku kavramı, bu tarihsel sürekliliği anlamak için de bir anahtar sunar; korku, her dönemde, bireylerin otoriteye bağlılığını pekiştiren bir araç olmuştur.

Dil ve Anlam: İktidarın Söylemsel Ağı

Dil, kontrol toplumunun ve otoriter rejimlerin en güçlü araçlarından biridir. Deleuze, dilin, bireyin düşünce ve davranışlarını şekillendiren bir “makine” olduğunu belirtir; örneğin, dijital platformlarda kullanılan algoritmalar, bireylerin dilini ve etkileşimlerini yönlendirir. Baker, Türkiye’de dilin, milliyetçi ya da muhafazakâr söylemlerle, bireyin kimliğini ve aidiyetini nasıl daralttığını analiz eder. Spinoza’nın perspektifinden bakıldığında, dil, bireyin etkilenimlerini (korku, sevgi, umut) düzenleyen bir araçtır; otorite, korku yaratan bir dil kullandığında, bireyin özgürleşme potansiyelini zayıflatır. Türkiye’de, örneğin, “terör” ya da “dış güçler” gibi kavramlar, korkuyu besleyen dilbilimsel araçlardır. Direniş ise, bu dili sorgulayan ve alternatif anlamlar üreten bir karşı-dille mümkündür.

Sonuç: Denetimden Özgürleşmenin İmkânı

Deleuze’ün kontrol toplumu, Baker’in otoriter rejim eleştirileri ve Spinoza’nın korku felsefesi, modern bireyin karşı karşıya olduğu distopik gerçekliği anlamak için güçlü bir çerçeve sunar. Bu üç düşünür, bireyin özgürlüğünün, görünmez ağlar, otoriter söylemler ve korkuyla nasıl kısıtlandığını gösterirken; direnişin, yaratıcılık, kolektif eylem ve neşe yoluyla mümkün olduğunu vurgular. Türkiye bağlamında, bu analiz, bireylerin hem yerel hem de evrensel bir mücadeleyle karşı karşıya olduğunu ortaya koyar. Soru şu: Birey, kolektif bir neşe yaratmadan, bu denetim ağlarından kurtulabilir mi?