“Korku Cezadan Daha Berbattır”

Stefan Zweig’ın Korku adlı novellası hakkında…

20. yüzyıl Avrupa kültürü ve edebiyatında derin izler bırakan Stefan Zweig, savaş karşıtı düşünceleri, barışçı çabalarıyla takdir edilen önemli bir düşünce ve eylem insanıydı; mücadelesi, evrensel bütünlüğün kurulması ve korunması içindi. Kültürler arası iletişime verdiği önem doğrultusunda dünyanın her tarafında konferanslar veriyor; evrensel barışı savunuyordu.
Stefan Zweig “kültürlerarası arabulucu” kimliğini özellikle yazdığı biyografilerde ortaya koydu; önemli bir biyografi yazarı olarak dünya edebiyatı tarihinde yerini aldı. Dostoyevski, Verlaine, Rimbaud, Kleist, Hölderlin, Nietzche, Tolstoy, Baudelaire, Balzac, Dickens… gibi yazar ve şairlerin yaşamöykülerini, psikolojik boyutlar katarak oluşturdu. Çok yönlü bir sanatçıydı Zweig; şair, öykücü, romancı, düşünür kimliği taşıyordu.

Tarihler 1933’ü gösterirken Nazilerin yakmaya başladıkları kitapların arasında Zweig’ın yapıtları da yer alıyordu. Yoğun baskılar üzerine Zweig ömür boyu sürecek bir sürgün yaşamını ve yurtsuzluğu seçti; önce Londra’ya, sonra dünyanın başka kentlerine gitti. Zweig’ın yaşamı, yüzyılın şiddet, kıyım, ırkçılık kasırgalarına karşı direnmeyle geçti. Evrensel barışın egemen olduğu, ortak mutluluğa ulaşılmış, savaşsız bir dünya için uğraştı ve yaşamını bunun gerçekleşebileceğini kanıtlamaya adadı. Yıllar süren yurtsuzluk ve daimi göçmenlik yaşantısı Zweig’da büyük bir ruh çöküntüsü yaratıyordu.

1939’da Max Herman Neisse’ye “İnsanlık her yerde var ama bu her yer çok az… Bununla birlikte insanlık nerede bulunuyorsa orası bizim gerçek vatanımız olsun.” diye yazmıştı. Dil, din, ulusal kimliklerin ötesinde, evrensel kültürün zaferi için çalıştığı dünya, hızla ellerinden kayıyordu. Düşündükleri ve idealleriyle çelişen bir dünyada yaşamak, ona korkunç acı veriyordu. Savaşın en yıkıcı yılında, geride bir mektup bırakarak, karısı ile birlikte intihar eden Zweig’ın ruhu, insanlığın acıları için ölebilecek kadar yüceydi. Kleist biyografisinde belirttiği gibi, “kendi yaşamından bir şiir yaratarak” ölmüştü.

Hareketli yaşamının paralelinde yoğun bir yazma süreci yaşayan Zweig, biyografilerin yanı sıra birçok öykü, novella (uzun öykü), roman ve sahne oyunu yazdı. Freud’dan aldığı esinle, insan ruhunun derinliklerine inen, iç çelişkilerini gün yüzüne çıkaran, karanlık labirentlerinde gezinen metinler üreten Zweig, özellikle karakterler üzerinden gerçekleştirdiği ruh tahlillerindeki çarpıcılıkla unutulmaz yazarlar arasında yerini aldı. Okuyanların, kendi derinliklerini keşfederek kendileriyle yüzleşme duygusunu yaşadıkları eserlerinde Zweig, insan ilişkilerini, bu ilişkilerdeki kırılma noktalarının ruhlarda yarattığı sessiz fırtınaları da işledi.

Zweig, Satranç adlı uzun öyküsünde, Naziler tarafından dört duvar arasında korkunç bir yalnızlığa mahkûm edilen satranç ustasının yaşama tutunma mücadelesini simgesel bir dilin içinde ifade eder. Amok Koşucusu, Bir Kadının Yirmi Dört Saati, Clarissa, Olağanüstü Bir Gece, Merhamet… gibi uzun öyküleri ölümsüzleşen Zweig’ın Dünün Dünyası kitabı, kendi yaşamını ve yaşadığı kültürel çevreyi anlattığı önemli bir otobiyografik çalışmadır. Zweig, iyi bir öykü kurucusudur; ilk sayfalardan itibaren yarattığı atmosferle okuru öykünün içine çeker. Adım adım ilerleyen merak ve gerilimi doruğa ulaştırdıktan sonra okurunu bırakmayan, son sayfaya kadar sürükleyiciliğini devam ettiren uzun öykü metinleri kurgular. Çoğu zaman bir olay etrafında şekillenen bu öyküler, karakterlerin çevreleri ve kendileriyle çatışmalarının anlatımıyla dramatik bir boyut kazanarak ilerler. Bu dramatik yapılanma, Zweig öykülerinin sinemaya uyarlanma nedenlerinden biridir.

Stefan Zweig’ın unutulmaz uzun öykülerinden biri olan Korku, insan psikolojisine; insana özgü zaaflara, yanılgı ve korkulara genç bir kadının dünyası içinden bakan, kısa ve derinlikli bir metin. Yazar, ilk sayfadan başlayarak, bir aşk üçgeninin içinde sıkışıp kalan Irene’in iç yaşantılarına çeviriyor dikkatimizi.

Irene, başarılı bir avukat olan Fritz’le sekiz yıldır mutlu bir evlilik ve iki çocuklu rahat bir yaşam sürdürürken, kendine bile açıklamakta zorluk çektiği bazı nedenler ve bir zaaf ânı sonucu; genç piyanist Eduard’a gönlünü kaptırır, aralarında gizli bir ilişki başlar. Irene’in bu gönül macerasına yönelmesinde, piyanistin yüz hatlarında, burjuva sınıfındakilerde görmediği belirip kaybolan bir hüzün gölgesinin de payı vardır: “Irene için bu hüzünde o daha üstün âlemin idraki bulunuyor; Irene elinde olmadan, gündelik duyguların kenarından bu idraki seyretmeye eğiliyordu.” diye anlatılır metinde. “Ama bu yeni ilişki yüzünden kurulu düzenini bozmamış, sanki hayatına yalnız yeni bir şey eklemişti.” sözleriyle Irene’in burjuva kayıtsızlığı da sezdirilir.

Belirli zamanlarda Eduard’ın evine giden Irene, yine bir gün onun evinden ayrılırken giriş kapısında aniden karşısına dikilen şirret bir kadın tarafından suçlanır; her şeyi bildiğini ve durumu kocasına bildireceğini söyleyen kadın, Irene’i rahat bırakmaz, şantaja da başlar. Irene’in iç dünyası karmakarışıktır; kendini müthiş bir korkunun ve tedirginliğin kollarında bulur. Her an o kadın tarafından izlendiğinden ve kocasının durumu sezeceğinden korkan, kaygı yüklü kâbuslarla huzuru kaçan, vicdanıyla sürekli hesaplaşan, yaptıklarından utanç duyan Irene, sevgilisiyle bir daha asla görüşmemeye karar verir. Her şeyi göze alıp son kez buluştuğu sevgilisine kararını bildiren Irene, şantajcı kadından bahseder; ancak genç adam, kadını tanımadığını, böyle bir durumdan haberi olmadığını söyler. Her şey iyice karmaşık bir hal alır. Şantajcı, isteklerinden vazgeçmez; Irene ona para yetiştirmekte zorlanınca, parmağındaki değerli yüzüğü rehine verir… ve olay sürer…

Stefan Zweig, Korku’da sıkça işlenen bir öykü konusunu psikolojiyle, canlı bir gerilim duygusuyla derinleştiriyor; okurun ilgi ve merakını ustalıkla ayakta tutuyor. Irene’in yaşadığı korku, dehşet ve kaygıyı hissettiriyor; sanki okurunu karakterinin heyecanına ortak ediyor. Sürprizli finalin bu öyküye farklı bir tat kazandırdığını da belirtmek gerek. Irene’in güvenli, rahat yaşamından kaynaklanan sakin iç dünyasının, yasak aşk ve sonrasında gelen şantajla bir anda darmadağınık olması, kaybetme korkusuyla ve “bilinmeyen” karşısında insanın yaşadığı korkuyla açıklanabiliyor. Zweig, korkuyu maddi ve manevi boyutlarıyla işliyor, sezdiriyor bu novellada. Korku; kaygı ve vehimle el ele yürüyor; alınganlığı çoğaltıyor, büyük bir bunalıma zemin hazırlıyor Irene’de.

Evde kocası tarafından kurulan sembolik bir mahkeme, küçük kızlarının bir yaramazlığı ve yalanının cezalandırılmasını gösterirken sanki Irene’i de itirafa zorluyor. Ceza verildikten sonra kızın daha sakin oluşuna değinilerek şöyle devam ediliyor: “Korku, cezadan daha berbattır, çünkü ceza bellidir, ağır veya hafif; bilinmeyene, sınırlandırılmamışa kıyasla ceza daha az ürkütür.” Korku’nun özü saklı duruyor bu cümlede. “İçerdeki gözyaşları dışarı akandan daha fenadır.” sözü ise başka boyuta açıyor içte gizli kalanları; “Sanıklar en çok gerçeği gizlemelerinden mustariptirler; suçun anlaşılması tehlikesinden, bir yalanı ufak tefek ve gizli yüzlerce hücuma karşı savunmak zorunda kalmanın dehşet verici baskısından mustariptirler.” ifadesi suçlunun iç dünyasına ayna tutuyor. İtirafın ardından gelen ceza, suçu yalanlarla gizlemek kadar acı vermiyor insana. Suçunu gizleyenin iç karmaşası ve yaşadığı korku, kitabın satırlarını aşarak adeta okurun yüreğini titretiyor. Ünlü İtalyan yönetmen Rossellini’nin aynı adla beyaz perdeye uyarladığı Korku, bir solukta okunan kitaplardan. Behçet Necatigil’in akıcı ve güzel çevirisi de eserin hakkını veriyor.

Olağanüstü Bir Gece’de “Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.” diyen 20. yüzyılın en değerli hümanistlerinden Stefan Zweig’ın eserleri, edebiyatın ölümsüz vicdanında yaşamaya devam ediyor.

Hülya Soyşekerci
romankahramanlari.com

Stefan Zweig, “Korku”, Çev: Behçet Necatigil, Yordam Kitap, 2013

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir