Kurucu Ontolojik Unsurlar Olarak Korku ve Kuşku – Josef Kılçıksız

Havariler üç günün sonunda İsa’nın mezarının girişine yuvarlanan büyük taşın yana çekildiğini ve mezarın boş olduğunu farkettiler. Bu ezoterik gösteriden sonra içlerindeki tüm güvensizliği, kuşku ve korkuyu attılar mı? Bence İsa’nın dirilmiş olması umurlarında değildi. Söylencesel, feerik bir tiyatro sahnesinin kapanıp yeniden açılmış perdesi niteliğinde bir olaydı. Önce karınlarını doyurdular ve ardından kendi evlerine döndüler, kendi yataklarına yattılar ve mülkleriyle isimlerini korumayı sürdürdüler. Çünkü Tanrı’nın gücü çok uzaktaydı. Onun iktidar alanın dışındaydılar.  Dünyevi iktidar talepleri, giderek artan korku ile özgür istenç arasında gerilimli bir ilişkiye neden oluyordu.

İnsanın korkular aracılığıyla içine inşâ ettiği bir umutsuzluk çölü var. Pascal gibi düşünürler ancak Tanrı gibi sonsuz ve sınırsız bir objenin bu devasa çölü doldurabileceğini düşünüyorlardı. Ontik kanıtlar konusunda tatmin edilmemiş varlığın dünyadaki yaşam serüveni boşlukta bir uğraş bulma ediminden başka bir şey değildir. Varoluş kendi içinde yetkin bir şey olsaydı bu amansız boşluk, bu kuşku korku ya da bunaltı olmazdı. Etrafındaki varlığı gayesel olarak yorumlayan insan, bütün olarak evrene ve kendi varlığına yöneldiğinde evrenin ve kendisinin gayesini de öğrenmeyi arzu eder. İnsanın içindeki gaye arzusunun tatminine yönelik talep onu, evrene aşkın olarak evreni ve insanı yaratan bir tanrı olgusuna yönlendirebilir. Gaye arzusunun tatmininin gerçekleşmediği durumlarda ümitsizlikler başgösterebilir.

İnsan boyun eğme ve kendine yön verme eğilimlerinin yarattığı çatışma ve antagonizmalarla dünyaya gelir.

Hıristiyan tanrıları zaman zaman tiranların müttefiki ve demokrasi düşmanı tavırlar sergilediler. Bir yandan da ayak takımının ruhunu nedamet ve kurtuluş düşüncesiyle terbiye etmeyi amaçladılar. Vahşi bir canavarın terbiye sırasında kaybolan bir görkemi vardı. Efendisinin arzularını doyuran insan korkudan ve dehşetten bir nebze kurtulduğu yanılsamasına kapılmıştı. Zamanla efendilerinden kurtuldu ya da onları tüm dünyaya yıkım saçan, doyrulamaz ve sınırsız arzuları olan yarıtanrılar ile ikâme etti.

Organları yeniden birleştirilerek Frankenstein kişiliğinde hayata döndürülen şey aslında, insanın mal mülk ve eşya tutkusunu, egosunu, güçlü benlik duygusunu, zulüm ve şiddetini ve libidosunu birleştirerek diktiği, yıkıcı zihinsel haritaları üzerindeki kendi mezar kazıcısıdır.

Biçimleri bozarak biçim kazanan, barbarlaştırarak uygarlaşan, yoksullaştırarak zenginleşen, içindeki her olumlamanın bir olumsuzlamayı gerektirdiği kapitalist üstaklın insanın doğasına karşılık gelen iç canavarıdır Frankenstein. Frankenstein kapitalist üretim süreçlerinin gözalıcı bir metaforu, bir dış canavardır aynı zamanda.

Her insan artık bir kanun koyucu olmak istiyor, kategorik buyruklara göre hareket etmek yerine egoya uyarlanmış eylemler uyarınca yaşamak istiyor. Bunu yaparken toplum sözleşmesini devreden çıkarıp ötekiyle arasına mesafe koyuyor.

İnsan toplum denen güvenli ve belirlenmiş noktada tek başına durur. İnsan orada devasa steplerin içinde yalnız bir kurt gibidir. Sosyalliği homo homini lupus ve mesafe ilkesi üzerine kuruludur. Ancak insan yarattığı mesafelerle giderek taşlaşmakta ve çoraklaşmaktadır. Homo homini lupus’taki kurt insanın yüreğindedir.

İnsanın kendisini ve sahip olduklarını içine kapattığı sığınak Platon’un mağarasını andırır niteliktedir. Her eylemi, sosyal sözleşmeyi kerhen imzaladığı öteki insanları belirli bir mesafede tutmaya yöneliktir.

İnsan beslenme zincirinin tepesine bir sıçramayla çok hızlı çıktı. Aslan ve köpekbalığı gibi büyük avcıların geçirdiği zorlu ancak kendilerine olağanüstü derecede özgüven aşılayan süreci yaşamadı. Ateşi bulması ona bu ayrıcalığı kazandırdı. İnsan daha yakın zamana kadar savanın kırılgan ve vasat yaratığıydı. İşte bu çok hızlı gerçekleşen sıçrama nedeniyle Homo sapiens hâlâ korku, endişe ve kuşkularla dolu bir varlıktır ve bu da onu fazlasıyla zalim ve tehlikeli kılmaktadır.

Homo sapiens korku ve endişeden yaratılmış ve aynı korku ve endişe tarafından boğulan bir varlık. Korkuyu savanda diğer vahşi avcılara karşı duyulan hayatta kalmanın kaygı ve korkuları olarak değil, Heideggerci Angst anlamında bir çeşit varoluş boğuntusu olarak okumakta fayda var. Bu anlamda korku insanın kendi ölümüyle tanışması gereken bir hazırlık sürecidir. Bu hazırlık sürecinin kapladığı uzam ve zamana hayatın alanı (Lebensraum) da diyebiliriz. Angst anında özneye bütün kimlikler birden batar, hiçbiryerdelik, hiçkimselik ve yersizyurtsuzluk öznenin başat kimliği haline gelir. Bu yersizyurtsuzluk hâli, öznenin düşmanca bir dünyaya savrulmuş olma ve ona karşı yabancılaşma duygusunu ifade eden bir kimlik(sizlik) durumudur. Korku bu bağlamda kimliği çözen bir şey. İnsan korkuyu bir amaç, özerk bir gerçekik alanının ve makânın bir ikâmesi haline getirip onun uzanım duygusuna ve sağlamlık yanılsamasına saldırmasına izin veriyor. Özne, kuşku ve korkuların yarattığı iktidar ve bu iktidarın içinde saklanan giz ile uyumludur. Ama kuşku ve korku yalıtır. Korkunun yarattığı iktidar alanı içinde kendini yalnızlaştıran özne, bu yalnızlığın içinde büyüyüp onu daha çok yakmasına rağmen ona bir aidiyet bahşettiği için onu özenle korumayı sürdürür. Yalnızlık ve korkular üzerinden kimlik inşâsı, aslında sürekli bir mağduriyet hâlinden beslenmektir. Mağduriyetle deneyimlenen şey, görüntülerin kırık bir aynada en çılgın ve en imkânsız olasılıklara dönüştüğü ânların toplamıdır.

İnsanın ezeli travması olan kuşku ve güven kaybı, savrulduğu dünyayı cehenneme çeviriyor. Aslında kuşku ve güvensizlik dünyanın gizli yüreğinde zaten vardı, mesafe zaten vardı.

İçimizde yüksek duvarlar var. İçimizdeki ve dışımızdaki iktidar alanının içindeyiz. Devlet’in iktidar alanından kaçtığımız yanılsaması, bir kedinin yakaladığı farenin kaçmasına izin verdiği kadardır, onunla giriştiği ölümcül oyun kadardır. Devletin egemen olduğu uzam, kurbana verdiği sahte umut dahil olmak üzere onu kurumları ve güvenlik aygıtıyla dikkatle izlemesi ve onu boğma niyeti makro iktidarın fiili gövdesini oluşturur. Hayatımız boyunca bu makro iktidara içkin olarak uzamda ve zamanda bir genişleme sözkonusudur. Buna dış iktidar alanı da diyebiliriz. İç iktidar alanı ise, öznenin kendi benliğinde topladığı birçok beni, nice kişi ve karekteri bir kişide toplama ve yaşama potansiyelinden oluşan bir alandır. İnsanın bu mikro iktidar evreni antagonizmalardan, kuşkulardan, güvensizlikten ve mesafeden oluşan devasa bir düzlüktür. Bu mikro iktidar evreninin mekânsal genişliği, öyle her yana savuran yazgısı onu daraltacağına genişletiyor. Mikro iktidar alanlarımıza doldurduğumuz kuşku, korku ve güvensizlik, V. Woolf’un kendini akıntıya bırakarak yaşamına son vermek için ceplerine doldurduğu taşlardan çok daha ağırdır.

Platon’un mağarasından ısrarla çıkmamayı seçen bir insan profili, uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldığı düşüncelerin aslında kuşkuyla karşılanan, değişik koşul ve uzamlar içinde değişik sonuçlar veren, aksinin bile doğru olduğundan emin olmadığı göreceli ve eksik kuramlar olduğunun ayırdına varsa bile yine bu düşünceleri hamasetle savunmaya devam ediyor.  Korkarım, insanlar “bir şeyi ne kadar az bilirlerse; o şeyi o kadar şiddetle müdafaa ederler.” B. Russel.

Az bilmenin bazen bir yazgı ama çoğu zaman bir tercih olduğunu düşünmüşümdür. Örneğin reaksiyonistler evrim teorisine karşı geçerli bir savları olduğunu düşünselerdi, onun öğretilmesini yasal yollarla engellemezlerdi. Bu insanların dünyadan el çekme ahlâkı acaba savundukları metafizikle uyuşur nitelikte midir? Keşke V.Hugo stilinde bir ahlâkî fanatizmden yana olsalardı.

Siyaset ve din nefret ateşini körüklerken o oksijeni nerden bulur? Sorgulamayan, olgular hakkında yarım yamalak fikirlere sahip olan ama buna rağmen kuşku taşımayan, az bilen insan profilinden diye düşünüyorum. “Akıllılar hep kuşku içindeyken aptallar küstahça kendinden emindir” diyen B. Russel’ın bu fikrine katılmmak elde değil. İnsanlar, bulundukları çağda geçerli olan inançların doğruluğundan kuşkulanmadıkları sürece, onlar uğruna zulüm de yaparlar. Nefret eylemlerini, adalete olan aşkları ve benzeri yüce amaçlar için yaptıklarını ileri sürerek temellendirmeye çalışırlar.

Hakikati bulmak ve ona hazırlıklı olmanın ilk koşulunun her şeyin sorgulanabilir olduğunu kabul etmekten geçtiğini çoğumuz bilir ama bir çoğumuz da bize konfor, güvenlik ve istikrar sunan ideolojik sığınaklarımızdan çıkmak istemeyiz. Dölyatağındaki çabasız varlığa geri dönmek isteyen kişi ile kendisini dönüşümün atılımcı karakteri ve yaratıcı gizilgücüne korkusuzca bırakan kişi aslında aynı möbius şeridi üzerinde duran aynı varoluştur. Bence hayatı olduğu haliyle değil neye dönüştüğüne göre kabul edip sevmek gerekir.

Platon’un mağarasından dışarıya çıkmayı başaran mahkûmun içerdeki mahkûmları, gölgelerin gerçekliği temsil etmediğine bir türlü iknâ edememesi, gerçeği görüp hakikatı redetmekle onu almaya hazır olmamakla ilgili bir şey. Çünkü dönüşümün akışkanlığı mağarada olanlardan esirgendi. Dönüşümün sonuçları üstelik fazla belirsiz. İnsan dönüşümden korktuğu zaman kuşku ve endişeye kapılıp dural ve donuk tutumlar içine girer.

Tüm yiyeceğini altına dönüştüren kralın aç kalacağını unutması gibi güven ve konformizmi yeğleyen tutum ölümcül derecede duraldır. Ancak olabilirliğin ve olasılığın alanında sarsak ve sallantılı belirsizliğe maruz kalmak ruhu yorar. Sorgulamanın ilk şartı şüphe etmektir, şüphe edileni de sorgulamak gerekir. İnsanı ad infinitum sorgulamaya kadar sürükleyen bu gerçek, bir çoğumuz için ürkütücü ve sarsıcı bir şeydir. Bu sürekli kuşku duyma ve olguların arkasını, altını, üstünü eşeleme durumu insanı mitlerin rahat iç mekânının ılık sıcaklığından alıp kuşku ve korkunun korunaksız dışsal serin ayazına bırakıp şaşkına çevirir. Mitleri yıkmak bu yüzden kolay bir şey değildir.

Doğru denen şey bilgiye ait bir niteleme, gerçek ise bir varlık kategorisi. Burada varlık kavramına irca eden şey hakikatin ruha uyguladığı teyakkuzdur. Kuşkunun ve endişenin gücü hiçbir kesin varoluş zamanını kuşatmaz.

 “Asla inançlarım uğruna ölmek istemem zira yanlış olabilirler.” der B. Russel. Gerçeğin usumuzdaki tezahürlerine bağlı olarak hepimizin kendi doğruları var. Hakikâte ulaşmak için alışkanlıkları, korkuları, ölümcül aidiyetleri, dural kimlikleri, önyargıları, inançları, ideolojileri ve şablonları bir kenara bırakmak gerekir. Gerçekler ve doğrular ancak sadece gerçeklerin peşinde olanların dünyayı yönetmesiyle bir olabilir. ”İnsanoğlu, bilgeliği sevenler siyasi gücü ellerine alana kadar veya siyasi gücü ellerinde tutanlar bilgeliği sevene kadar sorunların bittiğini göremeyecek.” Platon.

Kuşku belki ancak avcılık dönemine geri dönülerek giderilebilir. Heyecan arzusunun dorukta olduğu avcılık döneminde adrenalin ihtiyacı, avı kovalamak ve savaşla tatmin edilebiliyordu. Öznenin arzu akışkanlığını kesen ahlâk kuralları, ceza yasaları ve din yoktu. Mağara adamının eş kabul ettiği kadının başka bir erkekle ilişkiye girmesi yüzünden cinayet işlemediğini büyük bir olasılıkla varsayabiliriz. Ancak binlerce yıl sonra aynı mağara adamının ışığa çıkmak için onu iknâ etmeye çalışan filozofu öldürmesi onun uygarlaşma serüveninde ne kadar yol katettiğine dair bir kanıttır.

Can sıkıntısı ve korkuyla başlayıp, mülkiyet, sömürü, devrimler, karşı devrimler, doğanın tahribatı, vahşi ve dizginsiz nufüs artışları, hastalıklar, sosyaldarwinist toplumsallık, yalnızlık, intihar, vb.’ne kadar varan illiyet nedensellik zinciri içinde tarım, önemli kırılmaları içinde kristalleştiren bir halka ve insanın yıkıcı büyük lanetlerinden biri.

Homo Sapiens’in medeniyet deyip ona süperlatifler atfettiği şey aslında ziraat ve hidrografinin yönlendiriciliğinde süren bir yıkım eylemi. Tarımın bulunmasıyla birlikte hayat, geniş halk yığınları için giderek gerilim ve endişelerden oluşan sıkıcı bir şey olmaya başladı. Çünkü tarım etrafı çitlerle çevrili toprak demekti, mülkiyet ve onu koruma teyakkuzu demekti. Habil-Kabil anlatısında anlamını bulan şey, hala avcılık döneminde yaşadığını düşünüp sürüden uzağa düşmüş zayıf ve yaralı avın avlanmasında etik bir sorun görmeyen avcılar ile acıma duygusunu savaşılması gereken bir güçsüzlük sayan Nietzsche’ci ahlâkın temsilcileri aracılığıyla ete ve kemiğe bürünen şeydir.

Paternal kapitalizmin Sosyal Darwinizmi keşfetmiş protagonisti kardeşini öldüren modern Kabil’de yansımalarını bulur. Arkaik bir ethos’u dinlendiği gömütten alıp hayata döndürme çabası bir acze işaret eder. Çünkü bir mitin yok olmasından doğan boşluğu başka bir mitle doldurmak pek bir anlam ifade etmiyor.

Görüldüğü gibi, simgeler, kin ve hoşgörüsüzlük, mutlak arzu akışkanlığı, mülkiyet hırsı, korku ve kuşkular, dogmalardan, mitlerden, kahramanlardan sembolik, ideolojik ve ezoterik manzumelerden oluşan metafizik ve kural koyucu normatif ahlâkın ışığa dirençten oluşturulmuş algı haritaları, çarpık bir zihinsel, siyasal ve sosyal topografya ortaya koyuyor.

“Yüz kişiden doksan dokuzu ahlak kurallarını ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz. Doksan dokuzuncu kişinin yaptığı ortaya çıktığında, yüz kişi arasında gerçekten masum olan bir kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür doksan sekizi de, kendilerinden de kuşkulanılabileceği korkusuyla, onun peşinden giderler.” vurgusu yapan B. Russel, insanlığın hypocrisy uğrağında iki tür ahlâkı olduğuna dikkat çeker. Bunlardan biri, sözünü edip uygulamadığı, diğeri de uygulayıp sözünü etmediği ahlâk. Görüldüğü gibi hipokrit ve ahlâkçı tek bir toplumun iki yüzü.

Homo Sapiens’in karmaşık süreçler içinde ulaştığı zihinsel yetkinliğin kırılgan bir düzenek olduğuna vurgu yapmak açısından karınca kolonisi çarpıcı bir örnek. Bir karınca kolonisinin işleyişinde bize zeka gibi görünen olgu aslında, yeterli karmaşıklığa (karınca nüfusunun ulaştığı yoğunluk, eşik, koku ve salgılar, rüzgar etmeni, vs.) ulaştığında işleyen düzeneğin gizeminden başka bir şey değildir. Bize zeka gibi görünen koordinasyon, karınca nüfusunu belli bir eşiğin altına düşürdüğünüzde çöker. Dışardan karınca yuvasını gözlemleyenlerin bu koordinasyona atfettiği zeka, onun hangi eşikte ya da eksiltilen karıncaların hangisiyle beraber yok olduğuna dair bir akıl yürütmeyi öncelemek yerine, gizemli metafizik yönüne gönderme yapan ezoterik bir bakış açısını önceler. Oysa nicelik eğer sisteme eşit olarak yayılmış olsaydı zekadaki düşüşün lineer bir degressivite izlediği görülecekti. Neden sonuç ilişkileri içinde düşünmemek, antropik prensipte tanrı ya da tanrıların, başka bir deyişle moleküllerin yeterli karmaşıklığa ulaşmasını sağlayan metafizik ince ayarcılarla mükemmele bir tasarımcının varolması gerektiği yargısına götürür. Bu sözüm ona mükemmel tasarımcı muhtemelen Tanrı’dır.

Epilog

Freud’un bilinçaltı ve libido kuramında savladığının aksine insan içgüdülerinin dinamiğinin iktidar içgüdüsü olduğunu düşünmüşümdür.

İçgüdüsel yapımız iki bölümden oluşur. Birincisi yaşama aşkını, sevgiyi ve sevginin bir kolu olan sanatı içerirken, ikincisi ise rekabeti, milliyetçiliği ve savaşı ihtiva eder. Geleneksel ahlâk birincisini bastırmak ve ikincisini yüreklendirmek için her seyi yapar.

Perikles Atinası’nda bedeni ve ruhu eğitilmiş cesur insan profili yerini gelecek kaygılarıyla korkudan titreyen bir ödlekler kliğine bırakmışsa, yurttaşların diğerkam sosyalliği gözönüne alınarak inşâ edilmesi gereken kamusal alan yerini giderek modern kent insanının yalnızlık duygusuna karşılık gelecek şekilde dikey bir mimariye bırakmışsa bunun nedeni Homo Sapiens’in genetiğine kodlanmış ben merkezli iktidar ve tahakküm güdüsüdür, Homo Sapiens’in kendi ben’ine yabancılaşmasıdır.

Homo Sapiens büyük olasılıkla Neandertal ile çiftleşmiş melez bir varlıktır. Biyolojik melezliğine karşın kültürel anlamda eşcinsel ve hybrid olanaklara kapalı bir varlıktır. Kendine sosyal rahatlık alanı yaratma güdüsüyle sadece kendi düşüncelerini onaylayan ve kendi yaşam tarzlarını destekleyenlerle yüzeysel ilişkiler kuran, bahçesinin etrafını sadece çitlerle değil yüksek geçirimsiz duvarlarla örmüş, mülkiyet saplantısı olan, kendi kendini sokmaya kalkışan bir akrep ilkesince yaşayan, korkak, sefil ve iktidarsız bir varlıktır Homo Sapiens.

Onda bilinç gelişimi denen şey, evrimin bir alt sürecinden ibaret biyolojik bir olay olarak kalmıştır. Homo Sapiens’in milyonlarca yıl ömrü olsaydı diğer türlerle uyum içinde yaşama olanaklarını araştırmak yerine sanırım nasıl tanrısallaşacağının, kime zulüm edip hükmedeceğinin hesaplarını yapardı.

Bağımsızlığa doğru attığı her adımı ürkütücü bir tehdit olarak yaşayan, sosyal yetilerini kontrol etme becerisi göstermediği oranda reddedilme ve yenilgi ya da sevgiyi ve özgürlüğünü yitirme olasılığının arttığı varlık, korkudan doğan bir varlıktır. Ancak korkuyu yapıcı ve dönüştürücü bir güce çevirmek mümkün.

Sevgiye olan inanç, derin bilgiye ve sanata olan merak ve insanlığın çektiği acı için duyulan diğerkam, merhamet ve duygudaşlık kanımca insanca bir dünya kurmanın dinamikleri olarak işlev yüklenmeyi sürdürecekler.

Yıkıcı ve dönüştürücü kurgusuyla farklı bir tarihin ve geleceğin mümkün olduğunu işaret eden sanat insanlığın en büyük estetik tanrılarından biri. Bu bağlamda devrimin, aşkın ve tutkunun nihilist gücünü temsil eder.

Felsefi içerikli sanat, bir yandan yaşama tutun(ama)ma sorunsalını işlerken, diğer yandan ontolojik olarak bireyin bu düzenle çelişki içindeki bunaltısı için yeni perspektifler sunmaya çalışır.

Sanat öznelliğin hakikâti ve hakikâtin öznelliği arasında bir varoluş durumudur, bu bakımdan fizikî evrenle bağlarımızı tümüyle koparmadan, metafizik düzlemde birlikte kilometrelerce yol alabileceğiniz bir müttefiktir.

Josef Kılçıksız

Kaynakça                                                                                                          

Bertrand RUSSEL, Praise of Idlenes, (Aylaklığa Övgü), Çeviren Mete Ergin, 2018

Bertrand RUSSEL, The Problems of Philosophy, Our Knowledge of the External World, Reissued by George Allen & Unwin Ltd. 1989.

Von A. MEINONG, Über die Bedeutung des Weberschen Gesetzes. Beiträge zur Psychologie des Vergleichens und Messens. Hamburg und Leipzig: Leopold Voss, 1996.

  1. J. DELAPORTE, Essai Philosophique sur les Géométries non-Euclidiennes, 1973.

Green LONGMANS, Mysticism and Logic and Other Essays, 2009

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir