Leyla Erbil’in ilk kitabı Hallaç’ın ikinci bölümünü Sait Faik’e adama nedeni?

İlk kitabınız Hallaç’ın ikinci bölümünü Sait Faik’e adamışsınız. Bu durum, bir arkadaşa vefanın mı, yoksa Türk yazınında bir geleneği, Sait Faik geleneğini sahiplenişin mi ürünü?

– Keşke birinci bölümü de ona adasaymışım! Cahillik işte! Zaten o ilk kitabı kime adayacağımı şaşırmışım; Bütünü S. Beckett’e adanmıştır: “Nothing is more real then nothing” alıntısıyla. Beckett de ilk çarpıldıklarımdandır. 954′te ‘Waiting for Godot’yu Küçük Sahne’de seyrettikten sonra Beckett’in peşine düştüm. Tüm oyunlarının, romanlarının. Böylece 956′da Molloy’u (Grove Press) elde etmekle de büyük bir yazın sarsıntısı geçirdim. Sait Faik ise bizden bir yazardı: daha yumuşak, sevecen, çekingendi yazını, ama sarsıcıydı. Bize daha yakındı. Türk yazınının yatağını değiştirdiğine, ardıllarına yeni ufuklar sunduğuna inanırım. Gözümden bir perde de o kaldırmıştır. Yerli olsun yabancı olsun başka yazarları akla getirmeyen özgün metinlerdi ortaya çıkardıkları. (Özgünlüğe hâlâ inananlardanım.) Odak noktası daha çok kendisi olan insanı anlattı; kendine özgü biçimi, dili buldu.

Ben onunla tanıştığımda (953 sonu-54 başı olmalı) hayranlığım doruktaydı. Utana sıkıla kendi şiir ve hikâyelerimi okudum. Şiirlerimi eleştirdi, hikâyelerimi övdü. Alıngan, sinirli, dürüst, utangaç ve alabildiğince alçakgönüllü bir adam… Yüreklendirdi beni; ben de kararımı düzyazıdan yana koydum. Oysa aynı yıllarda Ahmed Arif şair olduğumda ısrar ediyordu…

Kaynak:
Hazırlayan: Yılmaz Varol
Düşler Öyküler dergisi, Sayı: 4, Mayıs 1997

KİTABIN TANITIM YAZISI
hallacLeylâ Erbil daha ilk öykü kitabı Hallaç’ta alışılmış öykü yazımını zorlar, öykünün sınırlarını kurcalar. Dünyaya bakışında döneminin öbür yazarlarından farklı bir tutum içindedir. Burjuva yaşamasının yapaylığını, ikiyüzlülüğünü, kaypaklığını gözlemcilikle verir. Hallaç’taki “İncik Boncuk” öyküsünü imleyelim…
Selim İleri

“İyice güzel olduğum bi gündü. Yola çıkmadan önce, garın sinek pislikli aynasında bile görmüştüm bunu. Bakılası, konuşulası, ardına düşülesi bi günümdü. Kız birden, dergilerini yanına atıp nereye gittiğimi sordu. Aldırmayayım, duymazlıktan geleyim de, benim de onu hiç önemsemediğimi anlasın, içerlesin, dedim önce; ama üç dört saat daha bu odacıkta tutsak kalacağım düşünüyle yanıtladım onu. Kendisinin de oraya gittiğini söyledi. Sözden söze geçerek de, annesinden döndüğünü, iki yıldır evli olduğunu, kocasının kırk dokuz numara kundura giydiğini, sevişerek evlendiğini saydı döktü. Ağzını büzerek yarım yarım konuştuğundan, ne dediğini anlayamıyor, hemen hemen her sözünü yeniden söyletiyordum. Bu yüzden, tek konuşmalık süre katmerleniyor, konuları da ilgilendirmediğinden beni, yeniden sıkılmaya başlıyordum. Tüm yolcuların, yolcu olmayanların da, bi annesi, bi kocası-karısı, masası, boyu bosu vardı şüphesiz.”
“İncik Boncuk” adlı öyküden…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir