Sait Faik’i tokatlayan şair kim?

Kim mi?

Ahmed Arif!

Nereden mi biliyoruz bunu?

Kendi sözlerinden!

“22 Mayıs 1954 / Bismil” tarihli mektubunda şöyle yazıyor Leylâ Erbil’e: “… Ben Said’i sevdim. (…) Ve ben onu on yıllık bir acayip merhabalar ve gecelerden sonra tokatladım. Haydar’a da söyledim, şimdi de söylüyorum, pişman değilim. Onu bundan sonra da seveceğim. Ve onu, bence malûm bazı taraflarından ötürü bundan sonra da gayrı insanî bulacağım.”[1]

Görüldüğü gibi tek tanığı / tek bileni “anlatan”ı olan bir olay söz konusu burada. Üstelik yüz ağartıcı, eyleyenine “Aşk olsun!” dedirtecek nitelikte bir olay da değil bu. Hatta tam karşıtı, eyleyenini küçültücü / küçük düşürücü nitelik taşıdığı bile söylenebilir. Hele de bu kişi mektuplarında en çok mertliği ve yiğitliği ile övünen bir kişi ise!

Ama ne oluyor?

Kendisinden en az yirmi yıl büyük ünlü bir öykücüyü tokatlıyor! Yetinmiyor, bir de marifetmiş gibi ballandıra ballandıra anlatıyor bunu.

Kime mi?

Vurgunu olduğunu dillendirdiği kadına, Leylâ Erbil’e yani!

Bütün bunları “yiğitlik zagonu”na sığdırabiliyor demek ki!

İlişkilerinin tarihi ve niteliği

Aktardığım mektubunda verdiği bilgiye göre Sait Faik’le 1944’ten önce tanışmış olması gerekiyor Ahmed Arif’in. Ancak yaşam serüvenine ilişkin bilgiler bunu doğrulamıyor. Şevket Beysanoğlu–Vecihi Timuroğlu ikilisince –zaman zaman Ahmed Arif’in görüşlerine de başvurularak– hazırlanan Ahmed Arif – Hayatı Sanatı Şiirleri’nde şöyle deniliyor çünkü:

“Ahmed Arif, Afyon Lisesi’ni 1945’te bitirdi. (…) Aynı yıl askere alındı. Yedeksubay olarak Karadeniz Boğazı’nda yaptığı bu vatanî görevi, çok rahat geçti. (…)

11 Mart 1947 tarihinde terhis edildi.”[2]

Bu durumda Afyon Lisesi yatılı öğrencisi Ahmed Arif’in 1944 öncesinde Sait Faik’le tanışmış olması olanaksız. Öyleyken “on yıllık bir acayip merhabalar ve gecelerden” söz ediyor, edebiliyor. Dahası aynı mektubunda son derece derinlikli bir ilişkiye gönderme yapıyor: “… ben Said’i senden çok önce tanıdım. (…) Ben Said’i sevdim… Sanırım, Sait de arkadaş ve artist olarak yalnız beni sevebildi. (…) Son günlerde onu ayakta tutan bendim. Övünme şeklinde anlaşılır diye sana daha önce söylemedim. Benim sert ve fırtınalı hayatım gençliğimin pervâsız tahammülü, inanır mısın ona umut ve şevk veriyordu. O ki müthiş hasis ve egoistti. Ama bana ‘Dülger Balığım, aslanım, canavar olmadım değil mi?’ dediği zaman bonkör, insan ve babaydı.”[3]

Bunlar da tek tanığı / tek bileni anlatanı olan sözler. Ama olguların terazisine vurulduklarında çıkan sonuç pek iç açıcı olmuyor.

Ahmed Arif, “Son günlerde onu ayakta tutan bendim.” diyor Sait Faik için. Demesine diyor, ama son günlerinde Sait Faik’in yanında bulunduğuna ilişkin sözleri olgularca pek desteklenmiyor. 1951 TKP (Türkiye Komünist Partisi) Tevkifatı’nın “Esbab– ı Mucibeli Hüküm”ünde Ahmed Arif Önal’ın durumu şöyle: “8 Eylül 1952 tarihinde tevkif edilen ve mahkemece 13 Nisan 1954 tarihinde tahliyesine karar verilen maznun (Ahmed Arif Önal– M. E.) gizli komünist (Cemiyete) partisine girmek ve parti içerisinde faaliyet göstererek partinin sevk ve idaresine katılmak iddiası ile mahkemeye sevkedilmiş, hakkında T.C.K.nun 5844 sayılı kanunla değişen 141. maddesinin 1. fıkrasına göre ceza tâyini talep edilmiş, iddia makamı esas hakkındaki mütalâası sırasında suçun mütemadi olduğundan ve sevk ve idareye giren fiilinin af kanunundan evvele rastladığından bahisle 5. fıkra ile ceza tâyinini istemiştir.

(…) maznunun hücre sekreterliğinin af kanunundan evvele ait bulunduğu anlaşıldığı ve suç mütemadi suç vasfını taşıması ve af kanundan sonra tevkifine kadar geçen zaman içerisinde alelâde bir üye durumunda kalması nazara alınarak T.C.K.nun 5435 sayılı kanunla değişen 141. maddesinin 3. ve 5. fıkraları gereğince İKİ SENEmüddetle ağır hapis cezası ile tecziyesine, aynı kanunun 173. maddesine göre SEKİZ AY müddetle URFA’da Emniyeti Umumiye nezareti altında bulundurulmasına, (…) A. Mh. Us. K.nun 277. Maddesine tevfikan son defa mevkuf kaldığı müddetin ve 10 Şubat 1951 tarihinde tevkif edilip 13 Haziran 1951 tarihine kadar mevkuf kaldığı müddetin (netice men’i muhakeme kararı alması sebebiyle 6 Mart 1940 gün ve 5 esas 68 karar sayılı tevhidi içtihat kararı nazara alınarak) cezasından sayılmasına, suçla ilgisiz olup arama sırasında tetkik edilmek için alınmış yazılı belgelerin maznuna iade edilmesine.”[4]

Konumuz açısından önemli olan, 1951 TKP Tevkifatı bağlamında 8 Eylül 1952 tarihinde tutuklanan Ahmed Arif’in, 13 Nisan 1954 tarihinde salınması burada. Sait Faik ise 11 Mayıs 1954 tarihinde ölüyor. Ahmed Arif’in salınması ile Sait Faik’in ölümü arasında yirmi sekiz günlük bir süre var. Bu süre içerisinde Ahmed Arif’in tüm o söylediklerinin gerçekleşmesi pek de olanaklı gibi gözükmüyor. Kaldı ki Sait Faik’in son günlerine ilişkin başka bir sav da var.

Sait Faik’in son günlerinin kanıtlı tanığı

Savın sahibi, Özdemir Asaf. Üstelik savı pek de boşlukta durmuyor. Onu ayakta tutan, doğrulayan göstergeler var. Onlardan yola çıkarak bir yazı da yazmıştım. Konumuzu ilgilendiren bölümlerini aktarıyorum: “Sait Faik, sağlığında yayımlanan son kitabı Alemdağında Var Bir Yılan’ı (ilk basımın adı böyle– M. E.) şu sözlerle ‘sunmuş’ Özdemir Asaf’a:

“1954 Mart 27

Lavinya’nın dostu

olan şair bizim de

dostumuzdur, Özdemir.

Özdemir kardeşim

bir aydır beraber

ölüyoruz bu demek-

tir ki kırk sene

beraber yaşadık, arka-

daşlık ettik.

Sait”

“Sunu”nun üzerindeki tarih son derece ilginç. Bu tarihten tam otuz altı gün sonra, 11 Mayıs 1954’de dünyamıza ‘elveda’ demiş Sait Faik. Bu bilindiğinde ‘beraber ölme’nin çağrışım alanı oldukça genişliyor. Anlaşılan o ki ölüme doğru uzanan yoldaki yürüyüşünde Sait Faik’in yol arkadaşı, Özdemir Asaf’tır. Son günlerinde en yakınında bulunan; ‘beraber öl’düğü kişi odur. Öyle olduğuna değgin tanıklıklar da var. Örnekse Salâh Birsel. (…)

Ölümünden beş gün sonra, 16 Mayıs 1954 tarihli ‘Vatan’ın sanat sayfası’nda ‘başlıksız’ bir şiiri yayımlanıyor Sait Faik’in. Yenilik dergisinin Haziran 1954 tarihli 6. sayısına ‘Vatan’dan’ göndermesi ile aktarılan şiire (…) eşlik eden bir de not var:

‘Aşağıdaki şiirin adı yok. Sait Faik bunu geçenlerde bir gün Kumkapı’da beraber dolaşırken Şair Özdemir Asaf’a okumuş ve okuduktan sonra da yırtıp atmış. Özdemir Asaf, kâğıt parçalarını Sait Faik’in gözü önünde toplayıp saklamış, bize verdi. Şiir büyük boy, ince, sarı bir kâğıda Sait Faik’in kendi el yazısiyle eski Türkçe olarak yazılmıştı.”[5]

Özdemir Asaf’ın anlattıkları kanıtlı tanıklıklar. Ortada Salâh Birsel’in söyledikleri var; Sait Faik’in yırtıp attığı, ancak Özdemir Asaf’ın parçalarını toplayıp sakladığı ve ölümünün ardından Vatan gazetesinin sanat sayfasında yayımlattığı isimsiz şiir var; hepsinden önemlisi de Alemdağında Var Bir Yılan’a yazdığı sunu var. Olmayan tek şey, Ahmed Arif! Evet, Özdemir Asaf’ça çekilen fotoğrafta Ahmed Arif’in yeri yok. Öte yandan Ahmed Arif de Sait Faik’in son günlerinden söz ederken Özdemir Asaf’ın adını anmıyor. Ama bir başkasınınkini de anmıyor o. Özdemir Asaf’ın kanıtlı tanıklığına karşılık o kanıtsız tanıklık yapıyor. Sadece söylediklerine Leylâ Erbil’in inanmasını istiyor, bekliyor. Dolaylı olarak bizim de!

Ahmed Arif’in fotoğraftaki yeri

Neden eldeki verilere göre gerçekle örtüşmeyen sözler ediyor Ahmed Arif?

İki nedenden söz edilebilir.

İlki, yazı(n) dünyasında dolaştırılan ağır ve suçlayıcı dedikodulardan Leylâ Erbil’in etkilenmesini önleme isteği. O günlerin sanat çevrelerinde dolaştırılan dedikodu şöyle: Leylâ Erbil’le ilişkisinde arkadaşlık sınırlarını zorlayan beklentiye girip de isteği karşılıksız kalınca, Sait Faik, sağlık koşullarının elverişsizliğine karşın aşırı ölçüde içmeye başlamış ve bu da ölümünü çabuklaştırmıştır. Bu dedikoduyla imlenmek istenen, dahası imlenen Sait Faik’in ölümünde Leylâ Erbil’in payı olduğu. Anlaşılan o ki Leylâ Erbil içine düşürüldüğü durumdan duyduğu üzüntüyü Ahmed Arif’le bölüşüyor. Ahmed Arif de “22 Mayıs 1954 / Bismil” tarihli mektubuyla onu avutmaya çalışıyor: “Bu işte, yani (Sait Faik’in– M. E.) ölümünde, senin hiçbir –ama hiçbir– günahın, kusurun ve hatân yok. Onu, cemiyetimizin rezil ve taşlaşmış kayıtsızlığı, sağırlığı, korkaklığı, berbat şarapları, her biri birer korkunç zehir olan Şark yemekleri öldürdü. Türkiye’de vasati yaş 28’dir. Düşün o 50 yıl yaşadı. Yine de iyi. (…) Bütün bunlar seni avutmaz biliyorum. Ama bak ruhum, sevgilim, bana inan. Kimselere inanma. Senin hiçbir kusurun ve kabahatin yok. Onu sevdinse bu, senin büyüklüğün, hatta dünya kadınlık tarihinin şaheser bir olayıdır. Çünkü ciddi söylüyorum inan bana, hiçbir kadın onu sevemezdi. Ve eğer sen, kendi deyiminle ‘madden’ onun olsaydın, insanlığından tiksinirdin. Ben eminim asıl o zaman onu tabanca veya bıçakla öldürürdün. Bu dediklerime kızma, beni anla biraz. Bunu bana 1946’da sevgilisi Fatma anlattığında ben de inanmamıştım. Son günlerde Sait de itiraf etti. İtiraf değil bir nevi savunmaydı. ‘Kadını anlayamıyorum, anlayamam’ diyordu.”[6]

İkincisi, tutkulu âşık kıskançlığı kisvesine büründürülmüş aşırı özseverlik. Leylâ Erbil’in kendisinden başkasını önemsemesini sindiremiyor Ahmed Arif. O nedenle hem Sait Faik’ten, hem de Leylâ Erbil’le kurduğu yakınlıktan küçültücü bir dille söz ediyor. Tek kanıt yukarıdaki sözleri değil. Sonraki mektuplarında da söz Sait Faik’e geldiğinde aynı dili kullanıyor.

“26 Haziran 1956” tarihli mektubunda, “Nevzat ve Sait, senin ‘ümit verip vazgeçen’ tipte bir kız olduğunu iddia ederlerdi. Yanılmıyorsam ilk günden beri böyle bir hâl görmedim sende.” diye yazıyor örneğin.[7] “31 Aralık 1956” tarihli mektubunda daha pervasız bir dil kullanıyor:

“… Bak canım, her ikisine de bir saygısızlığım, bir özel sevgisizliğim yok ama beni Said’le, Nevzad’la bir tutmanı gene de – aşağılanma demeyeyim – ‘sıradan biri gibi tutulma’ sayıyorum. Bunu, SENİN yapman asıl, yıkar beni. Yoksa başkaları bana ulaşamaz ki aşağılasınlar ya da yüceltsinler.

(…) Said, sende bir yakınlık, korkusuz, işkilsiz, aldanmasız yatabilecek bir kadın görüyordu. Nevzat’sa hiç sevmedi, etine buduna, harikulâde benzersiz yüzüne ve biraz da ileri görünen davranışlarına meyil verdi. Memleketimde içinden bir şeyler yapmak, kendini bir şeylere vermek isteyen, ama bir tarafıyla bok makinesi bu düzene bağlı kalan, ondan kopamayan iki entelektüel tipi bunlar. Beşerî ve olağandır bu da. Ben onlar kadar okuyabilme fırsatına eremedim. Dil de bilmem. Nem varsa şahsî kabiliyet ve yürük başkalığına borçluyum. Şimdi sana büyük bir laf edeyim: İster dost, ister arkadaş, ister sıradan bir tanış, ister bir sevgili say. Arada bul bakayım benim gibisini.”[8]

Dil yorumu gereksiz kılacak ölçüde açık. Sait Faik (ve Nevzat) Leylâ Erbil’in “‘ümit verip vazgeçen’ tipte bir kız olduğunu iddia e”tmelerine karşılık o, “ilk günden beri (onda) böyle bir hâl görmedi”ğini belirtiyor. Öte yandan Leylâ Erbil’in kendisini “Said’le, Nevzad’la bir tutma(sı)nı”, öyle demek istemediğinin altını çizen sözde incelik eşliğinde, “aşağılanma” olarak gördüğünü vurguluyor. Yetinmiyor, restini çekip postasını da koyuyor: “Arada bul bakayım benim gibisini.” Terazinin bir kefesine Sait Faik’i (ve Nevzat’ı da) oturtuyor Ahmed Arif, öteki kefesine ise kendisi kuruluyor. Ayakları yerden kesilense Sait Faik (ve Nevzat) oluyor!

Ahmed Arif’in Sait Faik’le tanışmadığını söylemek istemiyorum. Hatta Sait Faik’i Leylâ Erbil’den “çok daha önce tanı”mış bile olabilir. Dahası belirttiği gibi “Sait de arkadaş ve artist olarak yalnız onu sevebil”miş de olabilir. Ama Ahmed Arif’in Sait Faik’li günlerine ilişkin elde herhangi bir veri yok. Kanıtsız bir tanıklık yapıyor o. Sait Faik’in cinsel kimliğine ilişkin sözlerini doğrulamak için onları “1946’da sevgilisi Fatma”dan dinlediğini belirtmenin dışında tek kanıt olsun gösteremiyor. Ama ne Fatma’nın kim olduğuna değiniyor, ne de onunla nerede ve nasıl tanıştığına. Kaldı ki Sait Faik’in şu ya da bu nedenle ilişkili olduğu kadınlar arasında Fatma adlı biri yok Kısacası, yine tek tanığı / tek bileni anlatanı, yani Ahmed Arif olan bir durum söz konusu burada da. Bununla birlikte, “22 Mayıs 1954 / Bismil” tarihli mektubunda yazdıklarından, 13 Nisan 1954 tarihinde salınmasından sonra başlayan ve 5 Mayıs 1954’den önce biten –süresi konusunda bilgiden yoksun bulunduğumuz– Leylâ Erbil’li günlerde Sait Faik’le karşılaştığı anlaşılıyor. Anlaşılan bir başka şey de aralarında “on yıllık bir acayip merhabalar ve gecelerden” örülü bir tarih olduğunu belirttiği Sait Faik’in kendisini anımsamadığı:

“… beni hatırlayamadığına, unuttuğuna, hafızâsının kuyusunda gecelerce araştırıp bulduktan sonra özür dileyişine hiç kızmadım.”[9]

Eklenmesi gereken son bir nokta da, Sait Faik’le aralarında “on yıllık bir acayip merhabalar ve gecelerden” örülü bir tarih olduğundan, İstanbul’da bir aradayken Leylâ Erbil’e söz etmemesi. Gerekçesi ise son derece ilginç: “Övünme şeklinde anlaşılır diye sana daha önce söylemedim.”[10]

Ahmed Arif’in “kişisel tarihi”ne ilişkin olarak verdiği bilgiler, giderilmeleri ayrı bir yazıyı gerektirecek ölçüde çelişkili. İlk şiirinin ne zaman ve nerede yayımlandığı gibi salt belleğe yaslanan konularda değil, doğum tarihi, hangi zaman aralığında askerlik yaptığı, tutuklulukları ve tutukluluk süresi, sürgünlüğünün başlama ve bitme tarihleri… gibi temel konularda da çelişkiler var. O nedenle Sait Faik’e ilişkin / Sait Faik’le ilgili sözlerini de sakınımla karşılamak gerekiyor.

Karşılığı, Sait Faik’i tokatlama onurunu elinden almak bile olsa!

mehmet_ergun56@hotmail.com

[1] Leylim Leylim Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar, 6. B., İstanbul Eylül 20013, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 12.

[2]Şevket Beysanoğlu–Vecihi Timuroğlu (Hazırlayanlar), Ahmed Arif – Hayatı Sanatı Şiirleri, Ankara Ocak 1992, Diyarbakır Tanıtma, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı Yayınları: 1, Şevket Beysanoğlu–Vecihi Timuroğlu (Hazırlayanlar), s. 32.

[3] Agy, s. 12 – 14.

[4] 1951 TKP (Türkiye Komünist Partisi) Tevkifatı (Esbab– ı Mucibeli Hüküm), İstanbul Haziran 2000, BDS Yayınları, s. 238 ve 240.

[5] Mehmet Ergün, “Sait Faik ve Özdemir Asaf”, yaba – edebiyat, S: 60, (Eylül – Ekim 2009), s. 12 – 13.

[6] Leylim Leylim Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e Mektuplar, s. 13 – 14.

[7] Agy, s. 127.

[8] Agy, s. 162 ve 165.

[9] Agy, s. 14.

[10] Agy, s. 13 – 14.

Mehmet Ergün
Evrensel Kültür 2015 Şubat sayısı

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here