Modernite – Nejdet Evren

Politika her zaman bir iktidar mücadelesi olarak ele alınmış ve bu şekilde algılanmıştır. Çok yüzlü anlamında Latince’de poli tika dan üretilerek günümze kadar gelmiştir. Poli-tika-cılar ise her zaman yöneten, yönetmeye aday ve bu yönde çaba harcayan kişilerden oluşmuştur. Her hal ve şartta iktidarı ele geçiren kesim/klik ya da sınıf yönetme gücünü diğerleri üzerinde bir baskı aracına dönüştürmüştür. Sınıfın kendini sönümlendireceği bir iktidar şekli var mıdır, ya da sınıflar-üstü bir politik söylem-edim mümkün müdür? “Benim esas konumum temelinde önremek istediğim şey,  insanların siyasetle genellikle bağdaştığı anlamda – ucuz manipülasyon, yolsuzluk, iktidar mücadelesi vs. gibi – siyaset değildir, dünyadaki hayatımız ve tamamen sorumluluk almak zorunda olduğumuz kolektif kararlar hakkındaki temel kararlar anlamında siyasettir”.(1) Siyasetin bu tanımı onu sınıflar-üstü bir boyuta taşır mı? Kesinlikle hayır demek gerekecektir. Zira, proletarya klasik tanımının ötesinde bir noktaya taşınmış bulunmaktadır. Modernitenin gelmiş olduğu aşama itibariyle kimliksiz, etnitesiz, ötekileştirilen gecekondularda/gettolarda yaşayanların da dahil edildiği yeni bir proleter tanımına gereksinim vardır. Yönetimin ortaklaştırılabilmesi, tavandan değil tabandan demokrasi anlayışı ve yönetişimin sağlanması belki de yüz yıllardır çok yüzlü poli-tika-nın yüzünü uno-tika-laştırıp/ tekleştirecektir.

Doğa kendince devinir,bir amacı yoktur. “yaratıcı akıl” ile günmüze devşirilen modernite/geliştirdiği teknoloji sayesinde önceki zaman dilimlerinde doğal olup ta gizemli görünen bir çok doğal süreçleri açığa çıkartmış, aydınlatmıştır. “aydınlanma çağı”  gök-tanrıları yer-yüzüne indirerek “aklın üstünlüğü”ne temas etmiş, ancak oryentalist yaklaşımla sakatlanmıştır. Buna rağmen bilimsel bilgi birikimi, uygarlaşan insanın son yüz yıllarda kat ettiği mesafenin hiç de göz ardı edilemeyecek boyutlarda olduğunu göstermektedir. Her ne olursa olsun, doğada  – salt doğada – iyi, doğru, etik-estetik bir yargı mevcut değildir. “a priori, önceden, doğa tarafından belirlenen bir ortak iyi yoktur.” (2) İyilik kötülük, güzel çirkin, doğru yanlış şeklindeki tüm yargılar insana dairdir. Doğanın kendince uyumlu olma gibi bir kaygısı da yoktur; uyumlu olmak da insanın korumak istediği yaşam biçimi/statüskosunu koruma çabasının bir ürünüdür. Doğanın mükemmel bir uyum içierisinde olduğu şekindeki yaklaşımlar mistik/metafizik düşünceler olmaktan öteye geçememektedirler. Büyük patlamanın kendisi bile tarif edilemez bir kaostur ve kaos evrende sürekli varlığını korumaktadır. Yıldızlardaki nükleer patlamlardan, kara deliklere kadar evrenin kendisi ne mükemmel ne de uyumlu değilidr. Olması da gerekmemektedir. Bu gereklilik insanın meyil ettiği korunmacılık düşüncesinin bir ürünü olmaktan öteye geçemez. Bunlara bir de uygarlaşmanın eklediği sosyal-politik kaotik durumları eklediğimizde yaşanılan güzüde dünyanın kaotik olduğu gerçeği ap-açık oraya çıkmaktadır. İnsan doğası gereği statükocudur; var-olan durumu sürdürme eğilimi taşır; her hal ve şartta bir karar vermek durumunda kalır ve o karar tüm yaşamı etkiler.  “Uyum için, ne istediğimize ve ne için mücadele ettiğimize ve savaşacağımıza karar vermemiz gerekir.”  (3) 

Aydınlanma dönemi “aklın üstünlüğü” felsefesi ile burjuvazinin, palazlanan tüccarın ruhban ve aristokratlara karşı kendilerini var ettikleri bir dönemi ifade eder; ki, Avrupa merkezlidir. Bireysel kimliğin tanınması, bireyin gerçek önemi de bu zaman diliminde önceki tüm zaman dilimlerinden daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmış, söz de olsa da otorite, ruhban, toprak ağasına karşı bireysel özgürlükler ön plana çıkmıştır. Pre-kaptalist Avrupa ölçeklerinde aydınlar bunun normatif değerlerini ortaka koyduklarında merkezin üstünlüğü fikrinden kendilerini alı-koyamamış; oryentalizm böyle doğmuştur;  üstün akıl Avrupalıların  eseri olduğuna göre çevredekiler onların üstünlüğüne boyun eğmeli, onların eğitimine tabi olmalıydırlar; kolonyalizm özünde felsefi temellerini bu şekilde bulurken, Asya-nın, Arfika-nın keşfi hem heyecan uyandırmış hem de burjuvaziye yeni pazarlar oluşturmuştur. “aklın üstünlüğü” ne diyecek yoktur….Teknolojik olarak daha geri olan Asya ve Afrika ülkeleri/toplulukları önceleri askeri, daha sonra politik işgale engel olamamış ve işgal edildikleri ölçeklerde devşirlmişlerdir. Oryentalizm aslında Avrupanın kabulü ile değil, Asya ve Afrika-nın onu kabul etmesi ile gerçek kisvesine bürünmüştür. Zira kralı kral yapan olgu salt kendisi değil, ona kral diyen reayası/biat edenleridir. Mumbai, Zimbamwe ve, Zaire  örnekleri ortadadır.( Kolonyalistler sırasıyla Bom Bahai/Bombay, Güney Rodezya, Kongo olarak isimlendirmişlerdi)  Aydınlanma dönemi üzerinden çok zaman geçmiş ve dünya artık iki-yüz-yıl öncesinden çok ötelere taşınmış insan ve topkuluklardan, inanç, anlayış ve yargılardan oluşmaktadır; geçen zaman dilimi içinde Franz Fanon, J.P. Sartre gibi çok istisnai aydın ve filozlar dışında gerçek manada Avrupa kökenli olup da bunun öz-eleştirisini yapan filozof olmuş mudur? Akılın-üstünlüğü temelde gök-tanrıyı yer-yüzüne indirmiş ve fakat bu kez kendisi tanrılaşmıştır; son iki-yüz-yılda teknolojinin kat ettiği mesafe uygarlaşmanın milyonlarca yıl kat ettiği mesafeden çok yüksek olmasına karşın, bir virüs, KOVİD-19 karşısında kalınan çaresizliğin bir açıklaması olsa gerek; artık, akıl-düşünce bir tabu olmaktan çıkarılmalıdır….”Küresel liberal sistemle birlikte, köktenciliği biz yarattık”.(4) Köktencilikten kast edilenin radikal-islamcılık olduğu açıktır. Tek-tanrılı dinlerin tümü Zerdüşt temelinde Orta-asya-da doğmuş ve ancak tüm dünyaya yayılmıştır. Tanrılar ve dinler üzerinden savaşlar hiç bitmemiş ve egemen olanın dini, tanrısına dönüşüp durmuştur. Lakin İsa batının temel aldığı dinsel dogma olarak doğu karşısında üstün olduğuna inanmıştır. Rönesans ve reforum ile batı kapitalist toplumları seküler toplumsal yapıyı ruhbana dayatmış ve kabul ettirmiştir. Katoloik inanışa karşın protestanların galibiyeti, ekonomik politik olarak burjuvanın ruhban ve aristokratlara karşı bir kazanımı olarak gerçekleşmiştir. Modernite ile Avrupa din denilen inanışı vicdana sığdırmış, ekonomik-politiğini bunun dışında taşımıştır. Bu süreçte doğu toplumları içine kapanarak radikalleşmiştir. Oysa İskenderiye’deki kütüphane klasik Yunan filozoflarının temel kaynağı olmayı hep sürdürmüştür. Onbinler savaşı, Haçlı seferleri ve tümü din temelli ekonomik-politik savaşlar olarak tarihte yer almışlardır. Öykünen Avrupa bir ilke daha imza atmıştır; faşizm…Fransız İhtilali ile düşünsel temllerini atan burjuvazi çok öncesinden Magna Karta ile ekonomik-politik temellerini atmıştır…Fransız İhtilali ile birlikte ulusların varlığı, kaderlerini tayin etmeleri gibi felsefi sosyal-politik kavramlar gündeme taşınmış ve ulusalcılık pre-kapitalizmin mihmandarlığını yürüttüğü bir felsefe olmuştur; daha sonra pıtırak gibi uluslar ortaya çıkmış ve ulusların kavgası başlamıştır; bu kavga nihayetinde son yüz-yılda İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler’i yaratmıştır; faşizm…İspanya’da Franco, Şili’de Pinhoce, Pakistan’da Ziya Ülhak, Irak’ta Saddam…Hepsi bu kadar olsa!?…Walter Benjamin diyor ki; “Her faşizm, başarısız bir devrimin işaretidir.” (5) Gerçekten böyle midir? Sorgulamak gerek, Alman ve İtalya’da boy gösteren faşizm örnekleri hangi başarısız devrimin işareti olarak değerlendirilmelidir? 1917 Ekim Devrimi tüm dünyada eşi benzeri görülmemiş yeni bir sosyo-ekonomik-politik gerçeğin var-olabileceğine dair devasa bir kapı aralmıştır. Reel-sosyalizm tartışmaları bir yana bırakılacak olunursa, bu devrim Spartaküs hareketinden sonra uygarlaşma tarihinin belki de en büyük politik devrimi, hareketi olarak kabul etmek gerekir. Dolayısı ile, 20. yy bu devrime göre biçimlenmiş demek abes olmayacaktır. Ekim Devriminden hemen sonra yükselişe geçen Alman ve İtalya faşizmi elbette Ekim Devriminin başrısızlığının bir ürünü değildi; belki de, Marx’ın sanayide gelişmiş ülkelerde olmasını beklediği devrimin köylü bir toplumda filizlenmesi ve buna karşı Avrupa merkezli hiçbir devrimin eşlik etmemesi karşısında Avrupa’nın göbeğinde yükselen bu faşist yönetimlerin ortaya çıkmalarının temel nedenini başka yerde aramak gerekecektir. Şöyle ki, Ekim Devrimi tabiri caiz ise emperyal-kapitalizmin yüreğine saplanmış bir hançerdi, bu hançerin sökülüp atılması gerekiyordu, yoksa bu durum kapitalizmin, yayılmacılığın, emperyal-talanın sonunu getirecekti. Aydınlanmanın şafağında doğmuş burjuvazi, reform, rönesans ile ruhban ve aristokrasiyi üretim halkasından söküp atarken tüm dünya kaynaklarının gerçek efendisi olduğunu düşünmüş, istemiş ve buna yönelmiştir. Ketlenmeyi kabul etmesini elbette beklemek doğru olamaz. Almanya ve İtalya’da yükselen faşizmin temllerinde Ekim Devrimi ile baş-gösteren işçi sınıfının/sömürülenlerin tarih içerisinde ilk kez sahip olduğu iktidarı yıkmak olmuştur. Avrupa merkezli emperyal-kapitalist var-olma biçimi karşı-devrim olarak doğmuş ve nazi orduları son hamlesini Rusya’ya yöneltimiştir. Hitler’in yenilgisi Avrupa kökenli değildir; Bolşevik Ordusu karşısındaki yenilgi ile sona ermiştir. Alman faşizminin temel belirlediği üç düşman olan  yahudi, komünist ve çingeler burjuvazinin kendi ideoloji etrafında toplanmayı sağlamaya yönelik bir edimdir ve sermayenin el-değiştirmesini sağlamak içindir. Yanı sıra, işçi sınıfının iktidarını düşünen tüm düşüncelerin bastırılmasını sağlamaya yöneliktir. 1936 yılında başlayan İspanya iş-savaşında emperyal-kapitalizm zor anlar yaşamış, burjuvalar iktidarı kaybetmek üzere iken Barcelona’da anarşistlerin iktidara karşı yaklaşımı ile iktidarı ele geçirmişlerdir. Franco dönemi böylece başlamıştır. Tüm yaşanılan bu çalkantılarda, Çekoslavakya, Küba, Vietnam, Çin, Irak, Mısır gibi bir çok dünya ülkesinde yeni bir dünya ve yaşam tarzı üzerine bir çok kalkışmalar-devrimler gerçekleşmiş emperya-kapitalis burjuvalar heyecanı yatırştırmak ve sindirmek için Marşall planıyla başlayarak sosyal-devlet , katılımcı devlet anlayışı ile ipleri gevşetmişlerdir. _uzun vadede başarılı oldukları görülmektedir- Dünya ölçeğindeki tüm örgütlenmelerin kapitalist ülkelerin koynunda olmasının bir açıklamasının olması gerekir.

Kapitalizm son ik-yüz-yılda kendini temsili demokrasi ile tanımlamıştır. “Kapitalizm ve demokrasi arasındaki evlilik sona erdi.” (6) Temsili demokratik yapı ilk zamanlar kapitalistlerin işine gelirken son zamanlarda ayaklarına bağ olmaya başladı; zira, neo-liberalizmin palazlandığı 1980 li yıllardan bu yana özellikle korkulan komekom ortaklığının dağılması ile birlikte artık temsile gerek kalmadı, ekonomiler-tek-elden yönetilebilmeliydi…Çok değil yarım yüz yıl  geriye gittiğimizde sokağa çıkma yasaklarının hak ihlali olarak görüldüğü zamanlardan, insanların bunu bir sağlık gereksinimi olarak görüp kapanmaları gerçekten analışılır bir durum değildir. Demek ki; “Eğer hiçbir şey yapmazsak, çok açık ki yeni bir otoriter düzene ulaşacağız.” (7) 

İktidar ve şiddet iç-içedir; hiçbir iktidar şiddetten azade değildir, şiddet içermeyen iktidar olamaz. Ancak şiddet, iktidarın bir yüzü olsa da, iktidarın başka-başka yüzleri de bulunmaktadır; “”..İktidar yapısı tamamen küçümseyicidir, “ Ne istiyorsan söyle! Nasılsa bildiğimi okuyacağım.” Bu aynı zamanda çok tehlikeli bir küçümseyici-eğilimdir.”” ( 8) Küçümsemek özünde karşıdaki kişiye sen bir hiçsin demekten başka bir şey değildir.

Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan/başka bir filozof tabiri ile “yeryüzünün sefilleri”, proleterler/işçiler/emekçiler/yaratan ve yok edenler…İşçi sınıf olarak ilk kez Marx tarafından kavramlaştırılmış sınıfsal konumuna oturtulmuştur; halen de varlığını korumaktadır.  Marx’ın işçi sınııfna yüklediği misyon bu gün aynı şekilde olmayabilir. Zira “üretim aletleri”ndeki gelişmeye, değişim dönüşüme paralel olarak “üretim ilişkileri” de değişmiştir. Bu durum yeni bir ilişki tarzını zorlayacaktır. Sınıfların konumlandırılması çok tartışılan konulardan biridir ve her ne olursa olsun konumlandırılma bir şekilde yapılmış ve yapılmatadır. Son yüz-yılda bu konumlandırıma hep küçük burjuvalar tarafından yapılmıştır. Bu durum sınıfın önüne geçilmesi nedeniyle  istenen sonucu doğurmadı ve sınıf-bilincinin gelişmesini sağlayamadı. Çok zaman kaybedildi. Bu gün bir virüse pratik çözüm ürten devrimci sayısı elin parmaklarını geçmeyecek kadar az ise bu durum endişe vericidir. Dünyayı değiştirmeye muktedir olmayanın sözü lafta kalmaya mahkumdur.  “Proleter konum nosyonu hakkında söylemek istediğim şey, sıfır düzeyine düştüğünüzde, artık eskisiyle aynı olmayan başka bir özne ortaya çıkacak olmasıdır.” (9) Zizek haklı olarak proleter kavramı içinde yer alması gereken güncel başka unsurların da eklemlenmesi düşüncesindedir. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan sözde hür köleler yanında hiç zinciri olmayan yok sayılan sözde hür olanlar da eklemlenmeli. “”…bu günlerde en fakir olanlar çalışanlar değil, işsiz olanlar, dışlananlar vesairedir. Bu yüzden tek bir özneye bakmamamız gerek. Buna da farklı proleter konumlar diyelim…Bir kez daha, değişimin failleri, tanımladığım gibi, benim farklı proleter konumlar fikrime benzer şeylerdir. Bu insanlar, ekolojik, pskolojik kurbanlar, özellikle de ırkçılığın dışlanmış kurbanlar vs. gibi sağlamlıktan yoksun kimselerdir. Gecekondu sakinlerinin özelliklerinin etkili bir şekilde eski Marksist proleter devrimci özne belirlenime uyması şaşırtıcıdır: Kelimenin iki anlamıyla da “özgür”lerdir, hatta (tüm maddi bağlarından “özgürleşmiş”, devletin polis düzenlemelerinin dışında, boş bir alanda hayat süren) klasik proletaryadan da farklıdır, zorla bir araya getirilmişlerdir, birlikte olmanın bir biçimini uydurmak zorunda oldukları ve dini ve aynı zamanda etnik yaşam biçilerinde miras kalan geleneksel yaşam biçimlerinde herhangi bir destekten yoksun bir durma “atılmış”lardır””. (10)

Teknolojinin geldiği aşama itibariyle yazılım teknolojisinin hayatın her alanında etkili olmaya başladığı ve neredeyse onsuz hiçbir devinimin kalmadığı görülmektedir. Tekelci burjuva her şeyi mülkiyetine/sermayesine dahil etttiğinden fikrive snaii hakları da mülkiyetinde tutma eğilimindedir. Bu eğilim doğal olabilir ancak haklı olamaz. Zira, “Fikri ürünler, çok naif bir anlamda, doğası gereği komünisttir” (11) Bilinmektedir ki gettolarda/gecekondularda milyonlarca insan yaşamaktadır. Her coğrafyada bir öteki olarak görülmüş, dışlanmışlardır. Sanayileşme ile sermaye büyütme eğilimideki kapitalis için kırda yaşayanların şehirlere yönlendirilerek ucuz emek-pazarı oluşturulması gerekiyordu. Şehirlerin çekim merkezi olmalarının temelinde ekonomik-politik tercihler sonucunda insanların zorunlu olarak yaşadıkları tarihsel sürgünün yaşatılması sürecidir. Sözde/yazıda/normatif tüm yasalarda insan doğduğu andan itibaren özgür ve eşit doğmaktadır. Realitede bunun karşılığı ne kadardır? Öteki ve dışlananlar yalnızca gettolarda yaşayanlar değildir. Toplumsal etik değerlere karşı gelen tüm bireyler özellikle cinsel tercihlerinden dolayı bir öteki olarak ayrımcılığa tabi tutulmaktadırlar.  Ötekileştirilenlerin ortak paydası ise dışlanmış olmalarıdır.   Bu nedenle, “”Dolayısıyla yirmi birinci yüzyılın ana görevi gecekondu sakinlerinin “bozunmamış kitlelerini” siyasallaştırmak ve disipline sokmaktır. Bugünün tarihi durumu bizi proleter konumu, proletarya kavramını bir kenara bırakmaya mecbur bırakmamaktadır; aksine, bunu Marx’ın hayal ettiğinin çok ötesinde onu varoluşsal bir düzeyde radikalleştirmeye zorlamaktadır….Bu yüzeden, yeni özgürleşme siyaseti artık belirli bir toplumsal failin eylemi olmayacaktır, farklı faillerin patlayıcı bir kombinasyonu olacaktır…Gecekondu sakinleri yeni ortaya çıkan sınıflara, sözde “sembolik sınıf”a (yöneticiler, gazeteciler, halkla ilişkiler uzmanları, akademisyenler, sanatçılar vs) karşı bir karşı-sınıftır.””(12) 

“”…”Evrensel iyinin tek yolu hepimizin kendimize yabancılaşmasıdır” Kendinize bir yabancının bakışıyla, yabancının gözleriyle baktığınızı düşünün. Bunun insanlıktaki en muhteşem şey olduğunu düşünüyorum.””(13) Buradaki yabancılaşmadan kastın  insanın kendine yabancılaşması olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Sözü edilmek istenen değerin bir ötekinin gözü ile kendini görüp yargılayabilmek olsa gerek.  Buna empati yapmak da denebilir ve fakat empatiyi aşarak kişinin bir ötekinin gözü ile kendisini yargılayıp hatasını, doğrğsunu ve yanlışını bulup çıkarması yönleridnen ampatiyi aşmaktadır.

Mümkün olan ile imkansız olan arasında kapanmaz bir uçurum vardır. İmkansızı mümkün kılabilmek fizik olgularda mümkün değilse de sosyal olgularda neden mümkün olmasın ki? “Mümkün olanla imkansız olan arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmak ve onu yeni bir biçimde yeniden tanımlamak gerekir.”(14) 

Nasıl mı?

Nejdet Evren,
Mart/Nisan, 2020
Karantina zamanları….

Esin Kitabın Künyesi: 

Slavoj Zizek, İmkansızı İstemek, Doğu Kitapevi, Şubat, 2014, Can Semercioğlu Çevirisi Editör, Yong-june Park, 160 sayfa

  1. Age, s: 15
  2. Age, s: 21
  3. Age, s: 23
  4. Age, s: 37 ve 38
  5. Age, s: 38
  6. Age, s: 43
  7. Age, s: 43
  8. Age, s: 51 ve 52
  9. Age, s: 69
  10. Age, s: 74 ve 117
  11. Age, s: 77
  12. Age, s: 121 ve 122
  13. Age, s: 151
  14. Age, s: 160

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir