More’un Utopia’sında sözü edilen ütopya odasının planı – Mina Urgan
1552 ile 1616 yılları arasında yaşayan ve kendi halinde bir din adamı olan Richard Hakluyt, ömrü boyunca ancak bir tek kez Londra’dan Paris’e kadar yolculuk yaptığı halde, Elizabeth Çağı’nın en ünlü ve en uzun seyahatnamesini yazdı. Bu üç ciltlik kitabın yazılması, o çağa özgü yurtseverlikten kaynaklanmaktaydı gene: Hakluyt, İngilizlerin bir “sluggish security” yani eyleme geçemeyen “tembelce bir güven” içinde yaşamakla suçlandığını duyunca galeyana gelmiş; onların ayrıca gözüpek adamlar olduklarını, son 1500 yıl boyunca en uzak ülkelere en tehlikeli yolculukları yaptıklarını, yeni yeni yerler keşfettiklerini kanıtlamak amacına adamış tüm yaşamını. Bu amacı gerçekleştirmek için, bir yığın kitap okumuş ve 1589’da asıl adı çok uzun olan, ama kısaca Principal Navigations (Başlıca Deniz Yolculukları) denilen kitabı yayınlamış. Hakluyt bu kitapta İngiltere’nin en ünlü denizcilerinin, John Cabot ile oğlu Sebastian’ın, Hugh Willoughby’nin, John Hawkins’in, Francis Drake’in, Humphry Gilbert’in, Martin Frobisher’in, Walter Raleigh’nin ve daha nicelerinin yolculuklarını anlatır; bunu yaparken de kupkuru bilgi vermekle kalmaz, günümüzde bile hazla okunabilecek bir seyahatname yazmanın yolunu bulur.
Sir Philip Sidney’nin (1554-86) şiirleri, düzyazısından daha değerlidir kuşkusuz. Ama otuz iki yaşında ölen bu şair, düzyazının bir edebiyat türü olarak gelişmesine, yani estetik bir amaç güderek düzyazı yazılmasına önemli bir katkıda bulunmuştur gene de. Yaşamı ile şiirleri arasında sıkı bir bağ olduğundan, yaşam öyküsüne Elizabeth Çağı şiiri bölümünde değineceğimiz Sir Philip Sidney’nin kaleme aldığı başlıca iki yapıtı Arcadia ile Apology for Poetry’dir (Şiirin Savunması).
Sidney, içinde şiirler de bulunan Arcadia’yı, başka bir soylu gençle kavga ederek Kraliçe Elizabeth’i kızdırdığı ve saraydan bir süre uzaklaşmak zorunda kaldığı bir sırada, hem belirli ahlak dersleri vermek amacını güderek, hem de kız kardeşi Countess of Pembroke hoş vakit geçirsin diye 1580’de yazmaya başladı. Sidney bu yapıtını beğenmezmiş ve ölmeden önce yok edilmesini istemiş bir söylentiye göre. Ama Sidney öldükten dört yıl sonra, Countess of Pembroke, Arcadia’yı yayımladı; bu yüzden de “The Countess of Pembroke’s Arcadia” denildi kitaba.
Normal bir romandan çok daha uzun olan Arcadia, “pastoral romance” diye tanımlanan türe girer. Yani burada anlatılan olaylar, romanlarda olduğu gibi az çok gerçeklere uygun değil, tamamıyla hayal ürünüdür. İşlenen konunun dekoru da “pastoral”dir. Yani gerçek kırsal yaşamla ve gerçek doğayla neredeyse hiçbir benzerliği bulunmayan; çimenlerin ve ağaçların her zaman yeşil kaldığı; çiçeklerin her zaman açtığı; yağmur çamurun hiç görünmediği; köylülerin ve çobanların, ekmeklerini taştan çıkaracakları yerde, sadece kaval çalarak, dans ederek, birbirlerine aşktan söz ederek yaşadıkları bir hayal ülkesidir. Eski Yunan şairi Theocritus’un ve Romalı Vergilius’un şiirlerinden kaynaklanan pastoral gelenek, yalnız İngiltere’de değil tüm Avrupa’da, özellikle İtalya’da, İspanya’da ve Fransa’da XVI. yüzyılın hemen başında, İtalyan Jacopo Sannazaro’nun 1504’de yayımladığı, Sidney’ninki gibi Arcadia adını taşıyan bir “romance”la başladı. Ünlü başka bir pastoral yazarı da, Portekiz asıllı olduğu halde Diana’yı (1552) İspanyolca yazan Jorge de Montemayor’dur.
Sidney’nin çağdaşları Arcadia’yı çok beğenmişlerdi. Oysa iki nedenden ötürü, bu kitabı okurken bir hayli canımız sıkılır bizlerin. Bu nedenlerden birincisi, Sidney’nin anlatımının fazlasıyla süslü, dolayısıyla zaman zaman neredeyse gülünç sayılacak kadar yapay oluşudur. Örneğin şöyle bir tümceyi “Zelmane, exceedingly sorry for Pamela, but exceedingly that exceedingnees in fear for Pholoclea” öyle saçma buluruz ki, bunu Türkçeye çevirmenin olası olmadığını düşünürüz. Ne var ki, Sir Philip Sidney bir şairdi ve sadece “it is not riming and versing that maketh a poet” (uyakla koşuğun insanı şair yapmayacağını) bildiğinden, düzyazısını şiirsel imgelerle zenginleştirmesini; örneğin bir kadının güzel dudaklarına yaklaşan şarabın sevinçten köpürdüğünü ya da yaralanan bir şövalyenin kanlı kalkanının, efendisini koruyamadığı için utançtan kızardığını söylemesini de bilirdi. Ama kendisi abartmalı bir biçimde süslü bir anlatıma başvuranları eleştirdiği, onları her yemeğe şeker katan ya da daha güzel görünmek için yalnız kulaklarına değil, burunlarına ve dudaklarına da küpeler takan vahşilere benzettiği halde, yazdıklarında bizi tedirgin eden bir yapmacık hevesi vardır gene de. Arcadia’nın ikinci kusuru, anlatılan öykünün aklın alamayacağı kadar karışık olmasıdır. Başlıca kişilerin ikide bir kişilik değiştirmeleri, Shakespeare’in bazı komedyalarında olduğu gibi, genç kızların sevgililerinin peşinden gidebilmek için erkek giysileri giymeleri, işin içine kehanetler ve sevda iksirlerinin karışması, öykünün anlaşılmasını büsbütün güçleştirir. Aslında bir aşk öyküsü anlatılır burada. Daha doğrusu iki aşk öyküsü: Arcadia Kralı’nın iki kızına âşık olan iki prens, saraya girebilmek için kadın giysileri giyerler. Bunun üzerine, prenslerden birine, onu kız sanan kral âşık olur. Ötekine de onun bir delikanlı olduğunu anlayan kraliçe tutulur. Ne var ki, zaten karışık olan bu durum düpedüz anlatılmamış, son derece çapraşık bir yığın olay uzatıldıkça uzatılmış, büsbütün anlaşılmaz bir hale gelmiştir. Neyse ki, her şey sonunda tatlıya bağlanır; prensler ve prensesler birbirlerine kavuşurlar.
Sir Philip Sidney’nin Arcadia’dan çok daha önemli olan öteki düzyazı yapıtı bugün de okunur ve şiirseverler tarafından okunması da gerekir. Sidney’nin ölümünden sonra, 1595’te ilkin Defence of Poesy adıyla yayınlanan aşağı yukarı elli sayfalık bu broşürün öteki baskılarına Apology for Poetry adı verilmiş ve bu ad ilkinden daha geçerli olmuştur. Bunun yazılmasının nedeni, darkafalı bir Püriten, dolayısıyla sanat düşmanı –daha doğrusu insanlara haz veren her şeyin düşmanı– olan Stephen Gosson adlı bir adamın, 1579’da The School of Abuse (Aldatma Okulu) adlı bir risale yazması ve bu risalede şairleri, müzisyenleri ve tiyatro oyuncularını toplumun en zararlı yaratıkları sayarak, yerin dibine batırmaya kalkmasıdır. Bu yobaz Püriten’a göre, özellikle şairler hep yalan uydururlar, “yalanların babası”dırlar (“the father of lies”) ve şiir bir ülkenin gücünü yok eder, erkekleri kadınlaştırır, v.b. Gosson’un saldırısı, sanki Sidney de bu görüşleri paylaşabilecek bir şiir düşmanıymış gibi, her nedense Sidney’ye ithaf edilmişti. Sidney ise, Gosson’un adını hiç anmadan, bu safsataları yanıtlayıp şiiri savunmak gereğini duydu.
Sidney için şiir, her türlü bilginin başlıca kaynağıdır. Şairler, yasaları yapanlardan da, tarihçilerden de, düşünürlerden de üstündürler. Her ülkede uygarlık onlarla başlar. Şairler aynı zamanda geleceği gören kahinlerdir. Onlar bize bir yandan haz verirken, bir yandan da bizi eğitirler. “Doğadakilerden ya daha güzel ya da doğada hiç bulunmayan yepyeni şeyler yaratarak” (“things either better than nature bringeth forth, or quite new forms such as never were in nature”) dünyanın bize daha çekici görünmesini sağlarlar. Şairler sayesinde daha erdemli oluruz. Çünkü düşünürler, ancak bilgili olanlar tarafından anlaşılacak biçimde bize bir şeyler öğretirler. Şairleri ise, herkes hemen anlar. Şiir sadece bir biçim sorunu, yani koşuk ve uyak değildir; çünkü bunları kullanan niceleri şair değildirler aslında; oysa Platon gibi bir filozofun şair sayılması gerekir.
Sir Philip Sidney Apology for Poetry’de şiiri böyle yüceltmekle kalmadı, İngiliz edebiyatının ilk önemli eleştiri yazısını yazdı aynı zamanda. Chaucer’den başlayarak, bellibaşlı şairleri ve oyun yazarlarını gözden geçirdi. Ne var ki, şiiri değerlendirirken doğru yargılara vardığı halde, tiyatro oyunları konusunda yanılgıya düştü. Ölümünden ancak on yıl kadar sonra, İngiliz tiyatrosunun en parlak döneminin başlayacağının hiç farkında değildi. Çağının tiyatro edebiyatını beğenmemesinin nedeni de besbellidir: Sidney eski Yunanistan’ın ve Roma’nın klasik tiyatro kurallarına bağlıydı. Yani komedya ile tragedyanın kesin sınırlarla birbirinden ayrılmasını, üç birlik denilen (“the three unities”) zaman, mekan ve konu birliğinin uygulanmasını istiyordu. Oysa Elizabeth Çağı tiyatrosu, komedya ile tragedyayı biririne karıştıran, Sidney’nin deyimiyle “krallarla soytarıları” aynı sahnede birleştiren, bu yüzden de “ne doğru dürüst tragedya, ne de doğru dürüst komedya” (“neither right tragedies, nor right comedies, mixing kings and clowns”) olan oyunlardı. Böylece Sidney kendi çağının tiyatrosunun, belki sırf klasik kurallara aldırmadığı için özgün ve büyük bir tiyatro dönemi olacağını hiç sezemedi. Ne var ki, Arcadia’dan farklı olarak çok yalın bir dille yazılan Apology for Poetry, Richard Puttenham’ın 1589’da yayınlanan Art of English Poesy’si gibi eleştiri niteliğindeki yazılardan kat kat üstündür gene de.
Şimdi ele alacağımız John Lyly’nin (1554-1604), yalnız düzyazı yazarı olarak değil, ileride göreceğimiz gibi oyun yazarı olarak da Elizabeth Çağı’nda belirli bir önemi vardır. Başlıca düzyazı yapıtı, 1579’da çıkan Euphues, The Anatomy of Wit (Euphues, Zekânın İncelenmesi) ve bunun devamı olarak bir yıl sonra çıkan Euphues and his England’dir (Euphues ile onun İngiltere’si). Bu iki kitaba da “romance” denilir, ama bunlarda pastoral bir dekor yoktur.
Anlatılan öykünün ana hatları da çok sadedir: Birinci kitapta, genç bir Atinalı olan Euphues, Napoli’ye gider. Yolculuğu sırasında Philautus adlı bir İtalyan genciyle yakın dost olur. Ama İtalya’daki ahlak düşkünlüğünün etkisinde kalarak arkadaşına karşı haince davranır, onun sevgilisi Lucilla’yı baştan çıkarır. Bu süre sonra da, Curio adlı üçüncü bir delikanlı, kızı Euphues’in elinden alır. Bunun üzerine Euphues ile Philautus, tüm kabahatin kadınlarda olduğu sonucuna vararak yeniden canciğer olurlar. Euphues ile İtalyan arkadaşını İngiltere’de gösteren ikinci kitapta, gene bazı aşk serüvenlerinden söz edildiği halde, öykü büsbütün duraklar ve Lyly’nin asıl amacı ortaya çıkar. Bu amaç belirli bir olaylar dizisini anlatmak değil, birtakım konuşmaların, mektupların, hatta deneme niteliğinde yazıların yardımıyla aşk, evlilik, yaşlılık, gençlik, eğitim, dostluk, yolculuk gibi çeşitli sorunları tartışmak ve bu arada okuyuculara, ahlak, din ve özellikle yurtseverlik dersi vermektir. Elizabeth Çağı’na özgü bu yurtseverelik, Euphues and his England’de insanı neredeyse tedirgin edecek boyutlara varır. Çünkü İtalya’yı beğenmeyen Euphues, kendi ülkesi Atina’ya döndükten sonra yazdığı mektuplarda, İngiltere’nin kraliçesini, kadınlarını, geleneklerini, kurumlarını, erdemli kişilerini, şusunu busunu sadece öve öve göklere çıkarmakla kalmaz, “there is no beauty but in England” (İngiltere dışında güzellik yoktur) ya da “the living God is the English God” (yaşayan Tanrı İngiliz Tanrısıdır) gibi laflar söyleyecek kadar abartır bu ülkeye duyduğu hayranlığı.
Lyly’nin ününün başlıca nedeni -daha doğrusu tek nedeni- “euphuism” denilen üslubun Euphues adlı kitaptan türemesidir. (“Euphuism” deyimi, herhangi bir şeyi açıkça ve dobra dobra söyleyeceğine, daha nazik ve yumuşak bir biçimde söylemek- örneğin “bu adam enayinin teki” denileceğine, “adamın aklı birazcık az gelişmiş” demek- anlamına gelen “euphemism” sözcüğüyle karıştırılmamalı.) Lyly’nin uydurduğu “euphuism” üslubu XVI. yüzyılın sonunda hiç kimsenin karşı koyamadığı bir moda, hatta toplumun üst tabakalarında herkese bulaşan salgın bir hastalığa dönüştü. Bu “hastalık” sözcüğü ayrıca yerindedir. Çünkü bu aşırı süslü, abartmalı benzetmelerle dolu, tümüyle uydurma anlatım biçimi, İngiliz diline musallat olan bir hastalıktı aslında. O sırada Lyly’nin oyunlarını basan matbaacı Blount, “yeni bir İngilizce” öğrettiği için, ülkenin Lyly’ye gönül borcu duyduğunu, sarayda “euphuistic” üslupla konuşamayan kadınların yüzüne -ne denli güzel olurlarsa olsunlar- hiç kimsenin bakmadığını anlatır. XVI. ve XVII. yüzyılda süslü üslup merakı İngiltere’ye özgü değildi zaten. İtalya’da Giovanni Battista Marino’dan (1569-1625) adını alıp “marinismo” olarak; İspanya’da Gongora’dan (1561-1627) adını alıp “gongorism” olarak; Fransa’da da Moliére’in Les Précieuses Ridicules’de alaya aldığı “préciosité” olarak ortaya çıkmıştı.
Euphuism’in özellikleri şunlardır: Çoğu mitolojiden ya da doğa bilgisinden alınan en acayip, en akıldışı benzetmeleri ve eğretilemeleri yapmak; gerçekte aynı anlama gelen sözcükleri, aynı tümcede ard arda sıralamak; antitezler, yani birbirine karşıt sözcükler kullanarak, birbirine karşıt düşünceleri yazmak, örneğin “my humble love for him, increased his ferocious hatred of me” (benim ona duyduğum alçakgönüllü sevgi, onun bana duyduğu vahşi kini artırdı); sözcüklerin değişik anlamlarıyla oynamak; alliteration’lar, yani aynı harfle başlayan sözcükler, hatta sırasında uyaklar kullanmak, v.b. Sözün kısası, düzyazıyı sözümona zenginleştirmek ve şiir diline yaklaştırmak amacıyla, akla gelen her çareye başvurmak. Ne yazıktır ki, Elizabeth Çağı yazarları uzun süre kurtulamadılar bu yapmacık üslubun etkisinden. Shakespeare bile ilk oyunlarında euphuism’e kapılır zaman zaman. Örneğin Juliet en acı çektiği bir anda bile, aynı sesi veren, ama değişik anlamlar taşıyan “aye” (evet), “eye” (göz) ve “I” (ben) sözcükleriyle oynar. Ne var ki, Shakespeare olgunlaştıktan sonra, ancak alay etmek amacıyla yararlanmıştır euphuistic üsluptan.
İleride göreceğimiz gibi, aynı zamanda oyun yazarı olan Robert Greene (1560-1592), Elizabeth Çağı’nın ilginç düzyazı yazarlarından biridir. Otuz iki yaşında öldüğü halde, en değişik türlerde –kendi iddiasına göre bazılarını acele para gerektiği için bir tek gecede yazdığı– otuz sekiz yayına ve bazı güzel şiirlere imzasını koyan bu genç adam, Cambridge ve Oxford’da iyi bir öğrenim görmüştü. Ama üniversiteden ayrıldıktan sonra bir serseri gibi yaşamaya başladığı, kendini içkiye, kumara ve kadınlara kaptırdığı, özyaşamını anlattığı birçok yazısından anlaşılır. Greene aşırı bohem yaşantısında öyle ileri gitti ki, çağdaşlarından biri, onun aklının cennetten, ahlak düşkünlüğünün de cehennemden kaynaklandığını söyledi. Fransa’da ve İtalya’da bir hayli gezip tozduktan, başından birçok serüven geçtikten sonra, sağlık durumu daha da bozuldu. Eğlence arkadaşları onunla hiç ilgilenmedikleri için, Greene sonunda yoksul bir kunduracının evine sığındı ve orada günahlarından son derece pişman olarak öldü. Gencecik ölmesine neden olan bu serseri yaşantısının bir bakıma yararı da dokunmuştu ona. Çünkü Greene üniversite yıllarında karşılaştığı en kültürlü soylu gençlerden tutun da, en düşük ayak takımına kadar her çeşit insanla tanışmıştı bu sayede. Hatta karısıyla çocuğunu bırakıp, bir süre bir yankesicinin kız kardeşiyle oturduğu için, hırsızlarla bile haşır neşir olma fırsatını bulmuştu.
Robert Greene’in düzyazı yapıtları iki gruba ayrılır. Birinci gruptakiler bizi pek ilgilendirmez. Sir Philip Sidney’nin Arcadia’sına az çok benzeyen Menaphon ya da Pandosto gibi pastoral romance’lardır bunlar. Asıl üstünde duracağımız ikinci gruptakiler ise, kendi yaşamını ve çevresinde gördüklerini gerçekçi bir biçimde anlatan öyküler ve biraz çağımızın röportajlarını andıran risalelerdir. Bunların bir bölümünde, doğrudan doğruya kendi yaşamından esinlenir. Örneğin Never Too Late’de (İş İşten Geçmez Hiçbir Zaman), namuslu eşini bırakıp, ahlaksız bir kadınla yaşayan, gittikçe onurunu yitiren, sonunda iyice perişan olan Francesco’nun öyküsünü anlatır. Bu delikanlı sonunda karısıyla barışıp toparlanınca, Robert Greene kendi yaşamında böyle bir barışma olmadığı için hayıflanır. Öldüğü yıl yazdığı A Groatsworth of Wit Bought with a Million of Repentance’da (Bir Milyonluk Pişmanlığa Karşılık Satın Alınan Bir Meteliklik Akıl) baş kişiye Roberto, yani kendi adının İtalyanca biçimini vererek, özyaşamını daha da açıkça ele alır. Burada, çok zengin bir adamın iki oğlu vardır. Adam ölmeden önce varını yoğunu büyük oğluna bağışlar. Küçük oğlu Roberto’ya da, kendine akıl satın alabilmesi için, bir metelik bırakır ancak. Roberto kötü bir kadınla birleşerek ağabeyini soymaya kalkar. Derken o kadın, iki kardeşi de mahveder. Roberto günden güne düşer, tam bir serseri olur. Öykünün sonunda Greene, yazar arkadaşlarına, tiyatro oyunları yazmak gibi boş işlerle uğraşacakları yerde, daha hayırlı işler yapmalarını salık verir. Bu arada “bizim tüylerimizle kendini güzelleştiren sonradan görme bir karga” (“an upstart crow beautified with our feathers”) diye tanımladığı Shakespeare’e çatar. “Sonradan görme karga”ya içerlemesinin bir nedeni, Shakespeare’in ilk oyunu Henry VI’da Greene ile işbirliği yapmışken, daha sonraları kendi kanatlarıyla uçmaya başlaması, üstelik de başarılı olmasıdır belki de. The Repentance of Robert Greene’de de (Robert Greene’in Pişmanlığı), risalenin adından anlaşılacağı gibi, serserice yaşamasından ötürü kendi kendini suçlar.
Greene’in doğrudan doğruya kendi yaşantısından esinlenmeyen ve toplumca dışlanan suçluların yaşantısını en gerçekçi biçimde yansıtan yazıları da vardır. Örneğin A Disputation between a He-conny-catcher and a She -conny-catcher’de (Bir Erkek Dolandırıcıyla Bir Kadın Dolandırıcı Arasındaki Tartışma) taşradan gelen saf adamları dolandıranların arasında erkeklerin mi, yoksa kadınların mı daha marifetli olduğu konusu ele alınır. The Defence of Conny-Catching’de (Dolandırıcılığın Savunması) büyük dolandırıcılar özgürce istediğini yaparken, küçük dolandırıcıları acımasızca cezalandırmanın haksızlığı anlatılır. The Black Book’s Messenger’ de (Kara Kitabın Habercisi) ancak ölüm cezasına çarptırılınca pişman olan ünlü hırsız Ned Browne’ın yaşamı anlatılır, v.b.
Elizabeth Çağı’nda Robert Greene gibi gerçekçi öyküler yazanlar arasında en ilginci, 1567 ile 1601 arasında yaşayan, yani otuz dört yaşındayken ölen Thomas Nashe’dır. Adı bazen Nash olarak da yazılan bu adam, çağın en önemli dinsel tartışması olan “Martin Marprelate” polemiğine katıldı ilk yazılarında. “Martin” Protestanlığın koruyucusu Martin Luther’dir; “Marprelate” de “rahipbozan” anlamına gelir. Nashe, Anglikan Kilisesi’nin ileri gelenlerini taşlarken, Protestanlığı aşırı boyutlara götüren ve “Martinist” denilen Püriten’lara da karşı bir tutum benimsedi bu polemikte. Ne var ki, daha sonraları yazdığı taşlamalar, dinsel konular üzerine bu taşlamalardan çok daha fazla ilgilendirir bizi. 1592’de yayımlanan Pierce Pennyless, his Supplication to the Devil (Meteliksiz Pierce’in Şeytana Yakarması), adından anlaşılacağı gibi, meteliksiz bir yazar olan Pierce’in, toplumun bozuk düzeni yüzünden şeytana acı acı yakınışını anlatır. Greene burada çağının çeşitli kötü ya da gülünç yanlarıyla, örneğin yıldız falı merakıyla, dış ülkelere kısa bir yolculuktan sonra hemen züppeleşen gençlerle, aptal politikacılarla alay eder. Bu arada değişik sarhoş tipleri çizerken, neredeyse Rabelais’yi andıran bir gülmece yeteneği gösterir. The Terrors of the Night’da (Gecenin Korkuları) çağının boş inançlarını alaya alır. 1593’de çıkan Christ’s Tears over Jerusalem (İsa’nın Kudüs Üzerine Döktüğü Gözyaşları) daha ağırbaşlı bir tutumla, bir yandan ömürlerini kumarhanelerde geçirenleri, süslü giyinmeyi yaşamlarının tek amacı haline getirenleri, din maskesi altında ahlaksızlık yapanları eleştirirken; bir yandan da kendini suçlar, pişmanlık duygularını dile getirir. Nashe’ın, çağın birçok başka oyunu gibi kaybolan, bu yüzden de hiçbir zaman okuyamadığımız The Isle of Dogs (Köpekler Adası) adlı bir tiyatro oyunu yazdığını da biliyoruz. Anlaşılan bu komedyada Nashe’ın taşlaması o denli acımasızdı ki, bir süre hapis yatmak zorunda kalmıştı bu oyun yüzünden.
Thomas Nashe’ın en değerli yapıtı ve bize kalırsa Elizabeth Çağı’nda yazılan uzun öyküler arasında bugün de büyük bir haz duyarak okuduğumuz tek düzyazı örneği, 1594’de yazar henüz yirmi yedi yaşında ve Fransa ile İtalya’dan yeni dönmüşken yayınlanan The Unfortunate Traveller or the Life of Jack Wilton’dur (Mutsuz Yolcu ya da Jack Wilton’un Yaşamı). Uzun öykü dedik ama, aslında İngiliz edebiyatının ilk “picaresque” romanı sayılmalıdır bu. “Picaresque” deyimi, İspanyolcada serseri ya da kerata anlamına gelen “picaro” sözcüğünden türemiştir. Bu tür romanlarda, kentten kente ya da ülkeden ülkeye giderek serserilik eden ve ahlak düzeyi pek yüksek olmayan kişilerin başından geçen çeşitli serüvenler anlatılır. İleride göreceğimiz gibi, İngiliz edebiyatında birçok örneği bulunan picaresque romanların ilki, 1553’de İspanya’da yayınlanan ve yazarı kesin olarak bilinmeyen Lazarillo de Tormes’tir. İkincisi ise, gene bir İspanyol olan Mateo Aleman’ın Guzman de Alfarache’sidir. Çok ünlü başka bir picaressque roman olan Les Aventures de Gil Blas de Santillane (Santillane’lı Gil Blas’ın Serüvenleri) XVIII. yüzyılın ilk yarısında Fransız Le Sage tarafından yazıldığı halde, baş kişi bir İspanyol’dur ve olaylar gene İspanya’da geçer. Thomas Nashe ise, Jack Wilton adlı bir İngiliz gencini baş kişi yapar ve onun ağzından Avrupa’da geçen serüvenlerini anlatır.
Küçük dalaverelerle çeşitli kişilerden çok eğlenceli yöntemlerle para sızdıran Jack Wilton, VIII. Henry’nin sarayında hizmet etmekte ve keyif içinde yaşamaktadır. Londra’da “sweating sickness” (terleme hastalığı) denilen tehlikeli bir salgın yayılıp da, Nashe’ın deyimiyle insanlar alınlarının teriyle yaşayacağına alınlarının teriyle ölmeye başlayınca, Jack Wilton, Almanya’ya kaçar. Orada İmparatora başkaldıran bir grup aşırı dindara nasıl kıyıldığını, elebaşları Leyden’li John’nun nasıl asıldığını görür. XVI. yüzyılda Almanya’da geçen gerçek olaylardır bunlar. Jack Wilton, İngiltere’ye geri dönünce, Elizabeth Çağı şiirini incelerken ele alacağımız şair Earl of Surrey’nin hizmetine girer. Nashe’ın hem şair, hem de insan olarak çok övdüğü Earl of Surrey, sevgilisi Geraldine’dan izin alıp, “ikinci sevgilisi” (“poetry, my second mistress”) olan şiir sanatını incelemek üzere İtalya’ya gitmek ister. Venedik’e varmadan önce, Earl of Surrey ile Jack Wilton, Rotterdam’a uğrayıp, orada ünlü hümanist Erasmus ve Thomas More ile görüşürler. Thomas More, Utopia’da yazacaklarını onlara anlatır. Oradan çağın en rağbet gören Üniversite kenti Wittenberg’e geçerler. Jack Wilton açık havada, yağmur altında yapılan bir üniversite törenini, Latince uzun söylevler dinlerken herkesin nasıl sırılsıklam olduğunu çok güldürücü bir biçimde anlatır. Wittenberg’de Martin Luther ile de karşılaşırlar. Ama Jack Wilton, Protestanlığın önderini pek eğlenceli bulmadığından, fazla söz etmek istemez ondan. Venedik’e vardıklarında, Earl of Surrey ile Jack Wilton şaka olsun diye, kişiliklerini ve kılıklarını değiş tokuş etmeye karar verirler. Herkes Jack Wilton’u Earl of Surrey, Earl of Surrey’yi de Jack Wilton sanır. Derken Thabita adlı ünlü bir fahişe, Earl of Surrey’yi uşağı sandığı adamın yardımıyla öldürmeye kalkınca durum karışır, efendi de uşak da hapse düşerler. Hapiste, kocasının gadrine uğrayıp zina yapmakla suçlanan Diamante adlı çok güzel bir kadınla tanışırlar. Earl of Surrey bu kadına şiirler yazar ama, hain kocasından öcünü alması gerektiği savıyla Jack Wilton’dur onu baştan çıkaran. Üçü hapisten çıktıktan sonra koca ölünce, genç dula bir yığın para kalır. Hâlâ Early of Surrey geçinen Jack Wilton ile sevgilisi, gerçek Earl of Surrey ile vedalaşmak zahmetine girmeden Floransa’ya kaçarlar. Earl of Surrey kaçakları yakalayınca, durumu eğlenceli bulduğundan onları azarlamaz bile. Jack Wilton ile Diamante, Roma’dayken, Nashe’ın tüyler ürpertici bir gerçekçilikle anlattığı bir veba salgını başlar. Binlerce insan ölür, ayrıca cinayetler, ırza tecavüzler olur. Diamante adamın biri tarafından kaçırılır. Bu veba salgını ve Jack Wilton’un İtalya’ya sürgün edilen soylu bir İngilizle karşılaşmasıyla birlikte The Unfortunate Traveller’in havası değişir. Soylu İngiliz, İtalya’ya geldiği için delikanlıyı azarlar. İngilizlerin bu İtalya merakının ne denli zararlı olduğunu, bir İngilizin İtalya’da dinsizlikten ve ahlaksızlıktan başka hiçbir şey öğrenemeyeceğini söyler. İtalya’ya karşı bu saldırı, o çağın İngiliz aydınlarının İtalya konusunda ne denli çelişkiye düştüklerini anımsatır bize. Çünkü İngilizler bir yandan İtalyan Rönesansı’nın görkemine kapılırken, bir yandan da “the Englishman Italianate is the devil incarnate” (İtalyanlaşmış bir İngiliz, ete kemiğe bürünmüş şeytanın ta kendisidir) diyen çağın atasözüne inanırlardı. Artık olumsuz açıdan gösterilmeye başlanan İtalya’da bir hekime satılan Jack Wilton, bilimsel bir amaçla iç organları incelenmek üzere tam canlı canlı kesileceği sırada, Papa’nın metreslerinden biri onu kurtarıp yatağına alır. Başka bazı serüvenlerden sonra, delikanlı erdemli bir biçimde yaşamaya karar verir. Vaktiyle baştan çıkardığı Diamante ile evlenip ülkesine geri döner ve The Unfortunate Traveller, bu roman yazılmadan yetmiş yıl önce, 1520’de İngiltere Kralı VIII. Henry ile Fransa Kralı I. François’nın Calais dolaylarında karşılaşıp anlaştıkları törenin bir betimlemesiyle biter.
Görüldüğü gibi Nashe’in kitabı sadece ilk picaresque roman değil; içinde gerçek olaylar ve Earl of Surrey, Thomas More, Erasmus, Luther gibi gerçekten yaşamış kişiler bulunduğuna göre, İngiliz edebiyatının ilk tarihsel romanı da sayılabilir bir bakıma. Üstelik bu roman yalın olduğu kadar da canlı bir anlatımla, sanki Nashe bizimle konuşuyormuş gibi yazılmıştır. Hatta Nashe öyküsünü kesip “let me drink before I go any further” (devam etmeden önce bir içki içeyim) gibi tümcelerle, anlattıklarına daha da doğal bir hava vermenin yolunu bulur.
Thomas Nashe kadar başarılı olmamakla birlikte, gerçekçi diyebileceğimiz öyküler yazan başkaları da vardı o sıralarda. Bunlardan biri, doğum ve ölüm tarihlerini kesin bilmediğimiz Thomas Deloney’di. 1543 ile 1600 yılları arasında yaşadığını sandığımız Deloney, Nashe ya da Greene gibi üniversite eğitimi görmüş bir aydın değil, kendi halinde bir dokumacıydı ve kendine benzeyen insanları anlatarak, çok daha sonraları gelişecek olan gerçekçi roman türüne katkıda bulundu. Yazdığı başlıca üç öykü üç meslek üzerinedir: Thomas of Reading’de kumaşçıları, Jack of Newbury’de dokumacıları ve The Gentle Craft’da (Kibar Meslek) kunduracıları ele alır. Bu son öyküde, kunduracı çırağıyken yükselip Londra belediye başkanı olan Simon Eyre’nın yaşamı ayrıca ilginçtir. Kendi de aynı sınıftan geldiği için, Deloney, Londra’nın çalışkan orta sınıfının günlük yaşantısını yakından bilirdi. Gülmece yeteneğini de kullanarak, bu yaşantıyı olanca canlılığıyla yansıtabildi yazdıklarına.
İleride göreceğimiz gibi, daha çok tiyatro yazarı olarak tanınan Thomas Dekker (1570-1632), borçlarını ödeyemediği için uzun süre hapis yatan yoksul bir Londra’lıydı ve Deloney gibi, Londra yaşantısını, özellikle toplumun alt tabakalarının yaşantısını çok yakından biliyordu. 1603’te çıkan The Wonderful Year’de (Olağanüstü Yıl) o sırada Londra’yı kasıp kavuran bir veba salgınını anlatır. 1609’da çıkan The Gull’s Hornbook’da (Enayinin Bağa Ciltli Kitabı) sözde onlara nasıl davranmaları konusunda talimat veriyormuş gibi yaparak, Londra’nın akılsız züppelerini taşlar. Bunların tiyatrolardaki kepazeliklerini, oyun başladıktan sonra gelip sırf herkes onlara baksın diye gürültü etmelerini, en acıklı sahnelerde kahkahalar atmalarını, oyunun en heyecanlı yerinde de, ellerinden geldiğince patırtı ederek tiyatrodan çıkıp gitmelerini ayrıca eğlenceli bir biçimde anlatır. The Seven Deadly Sins of London (Londra’nın Yedi Ölümcül Günahı) ve News from Hell (Cehennemden Haberler) gene Londra ile ilgili toplumsal taşlamalardır.
Şimdiye değin yalnız öykülere ya da çağın değişik özelliklerini yansıtan, anı ve röportaj niteliğinde risalelere değindik. Şimdi de düzyazının öteki türlerini, yani denemeleri, incelemeleri ve yaşam öykülerini gözden geçireceğiz.
İngiliz edebiyatında deneme türünün yaratıcısı ve en büyük ustalarından biri olan Francis Bacon (1561-1626) felsefe alanında çok önemlidir. Hali vakti yerinde bir aileden gelen Bacon, daha on iki yaşındayken Cambridge’e girdi. Hukuk öğrenimi gördükten sonra, yirmi üç yaşında parlamento üyesi oldu. Hızla yükselip, çok önemli mevkilerde görev yaptıktan sonra, Lord High Chancellor’luğa, yani başbakanlığa eşit bir rütbeye kadar vardı. Kendisine Baron Verulam ve Viscount St. Albans unvanları bağışlandı. Gelgelelim bu baş döndürücü yükselişin ne yazık ki, çirkin yanları vardı. 1621’de Bacon rüşvet almak ve yetkilerini kötüye kullanmakla suçlandı. “Corruption and neglect” (mevkiinden kötü bir amaçla yararlanmak ve görevlerini önemsememek) suçlarını işlediğini kendi de kabul ettiğine göre, ona kara çalındığını sanmak da pek doğru olmaz. Bacon’ın görkemli bir dimağı vardı. Bilim alanında çağının en üstün dimağı olduğu hiç kuşku götürmez. Ne var ki, kafa açısından ne denli güçlüyse, ahlak açısından da o denli güçsüzdü. Örneğin Kraliçe Elizabeth’in gözdesi Earl of Essex, Bacon’ı her zaman korumuş, onun yükselmesi için elinden geleni yapmıştı. Ama 1601’de Kraliçe ile Essex’in arası açılınca, Bacon, Essex’in suçlu bulunup idam edilmesi için özel bir çaba göstermişti. Alexander Pope’un dediği gibi, Bacon “the wisest, brightest, meanest of mankind”dı (insanların en bilgesi, en parlağı, en aşağısıydı) gerçekten. Kafasıyla kişiliği arasındaki bu hazin çelişki yüzünden Bacon gözden düştü, birkaç gün Londra Kulesi’nde hapis yattıktan sonra, çok büyük bir para cezasına çarptırıldı ve ömrünün son beş yılını kendi halinde bir yurttaş olarak geçirmek zorunda kaldı.
Tarih ve hukuk üzerine de yazılar yazan Bacon’ın felsefeyle ilgili başlıca iki yapıtı, 1605’de İngilizce olarak yayınlanan The Advancement of Learning (Bilginin İlerlemesi) ile 1620’de Latince olarak yayınlanan Novum Organum’dur (Yeni Araç). Bacon gençliğinde yazdığı bir mektupta, “I have taken all knowledge to be my province” (Tüm bilginin egemenliğim altına girmesini istiyorum) demişti. Çağdaş dünyaya özgü bilimsel tutumun öncüsü sayılan Bacon’ın amacı, sadece kendi bilgisini artırmak değil, bilginin gelişmesi ve ilerlemesi için gereken yeni bir yöntem saptamaktı. Bu yeni yöntem, Aristo’dan kaynaklanan skolastik dünya görüşü yerine, doğayı doğrudan doğruya gözlemeye, deneyler yapmaya, deduction yani tümdengelimin yerine, Bacon’ın yeni aracı olan induction’a, yani tümevarıma dayanacaktı. Bilimin başlıca amacı da, insanlara yardım etmek, onların daha rahat yaşamalarını sağlamak olacaktı.
Bacon 1626’da, aynı yıl öldüğü için yarım kalan, ancak elli sayfa kadar tutan New Atlantis (Yeni Atlantis) adlı ütopik bir yapıt da yazdı. Platon’un sözünü ettiği Atlantik Okyanusu’nun ortasındaki mutlu Atlantis Adası’ndan adını alan bu ütopyanın amacı, Thomas More’un Utopia’sı gibi okurlarına kusursuz bir toplumsal düzeni örnek vermek değil, bilimin gelişmesine adanmış bir kurumu gözler önünü sermekti. Görkemli bir saraya yerleşmiş olan bu kurumda, seçkin bilim adamları sürekli araştırmalar yaparlar, bilgi toplarlar, deneylere girişirler. Örneğin yerin yüzlerce metre derinliğinde yapay olarak yeni madenler üretilir. Gene toprağın altında, özel soğutma yöntemleriyle bedenleri canlı korumanın yolu bulunur. Bazı hastalıkları iyileştirmek için, ısısı istenildiği gibi ayarlanabilen özel sağlık odaları yapılır. Hava değişiklikleriyle ilgili gözlemler yapabilmek amacıyla, yüksek dağlara yarım mil uzunluğunda kuleler dikilir. Aşılamalar ve budamalarla, yeni yeni meyveler ve sebzeler, değişik çiftleşme deneyleriyle de, insanlara daha yararlı olabilecek yeni hayvan cinsleri yetiştirilir. İnsan bedeninin nasıl çalıştığını, hastalıklardan nasıl kurtulacağını saptamak amacıyla canlı hayvanlar ameliyat edilir. Laboratuvar sözcüğü henüz kullanılmaz ama, fizik deneyleri için “özel döşenmiş odalar” vardır. Hatta bu kurumda çalışanlar kuşlar gibi uçabilmekte, suyun altından giden gemiler yapabilmektedirler.
Bacon’ın edebiyat alanında bizi ilgilendiren başlıca yapıtı Essays’dir (Denemeler). Gerçi denemeyi ilkin Bacon değil, ondan aşağı yukarı otuz yıl önce dünyaya gelen Montaigne yazmıştır ama, bu türü İngilizcede ilk uygulayan Bacon olduğundan, ona İngiliz edebiyatının ilk deneme yazarı diyebiliriz gene de. Ne var ki, Montaigne ele aldığı sorunlara tamamıyla kendi kişisel açısından, yani öznel bir açıdan bakarken, Bacon çeşitli sorunları nesnel olarak tartıştığı için; Montaigne’in anlatımı sanki daldan dala atlayarak, okuyucularıyla baş başa konuşuyormuş gibi rahat ve akıcı, Bacon’ınki ise mantık silsilesine uygun ve sıkı bir denetim altında bulunduğu için; yani Montaigne “informal essay” (kurallara uymayan deneme) yazarken, Bacon “formal essay” (kurallara uygun deneme) yazdığı için; bu ikisinin denemeleri arasında pek az benzerlik vardır aslında.
Bacon bu denemelerinin hepsini birden belirli bir tarihte değil de ömrü boyunca yazıp, ilk onunu 1597’de, otuzunu 1612’de, elli sekizini birden de ölümünden bir yıl önce, 1625’de yayınladı. Bunu yaparken de pratik bir amaç güttüğü, okuyucularının kendi ahlak sorunlarını ve çevreleriyle ilişkilerini düzenleyebilmeleri için onlara yol gösterdiği, denemelerin tam adının Essays, Counsels Civil and Moral (Denemeler, Toplumsal ve Ahlaksal Öğütler) oluşundan anlaşılır. Bacon’ın anlatımı açık seçik, yalın ve etkileyici olduğundan, tümceleri kolayca belleklerde kaldı ve neredeyse atasözlerine dönüştü zamanla: Örneğin “men fear death as children fear to go in the dark” (İnsanlar ölümden korkar, tıpkı çocukların karanlığa gitmekten korktukları gibi). “It is as natural to die as to be born” (Doğmak ne denli doğal ise, ölmek de o denli doğaladır). “Revenge is a kind of wild justice” (Öç almak bir çeşit vahşi adalettir.) “Why should I be angry with a man for loving himself better than me” (Beni sevdiğinden fazla kendini sevdiği için, neden kızacakmışım bir adama.) “He that hath wife and children hath given hostages to fortune” (Karısı ve çocukları olan, kaderin eline rehineler vermiştir). “Nothing doth more hurt in a state than that the cunning men pass for wise” (Kurnazların bilge geçinmesi, bir devlete en çok zarar veren şeydir). “Some books are to be tasted, others to be swallowed, and some few to be chewed and digested” (Kimi kitapların sadece tadına bakılır, kimileri yutulur, çok az sayıda kitap da çiğnenip sindirilir). “Cure the disease and kill the patient” (Hastalığı iyileştirip hastayı öldürmek) v.b.
Deneme türüyle birlikte “Characters” (Kişilikler) denilen bir düzyazı türü daha gelişmişti Elizabeth Çağı’nda. Eski Yunanlı Theophrastus’u örnek alan bu türde olumlu ya da olumsuz bir insan tipi –örneğin bir cimri, bir yalancı, bir eliaçık, bir vefalı– ele alınıyor ve bu tipin özellikleri anlatılıyordu. Daha sonraları, XVII. yüzyılın ikinci yarısında Fransız edebiyatında Jean de La Bruyere’in en ünlü ustası olduğu bu türle İngiliz yazarları da ilgilenmişlerdi. Piskopos olan Joseph Hall (1574-1656), 1608’de Characters of Virtues and Vices’i (Erdemleri ve Ahlaksızlıkları Temsil Eden Kişiler) yayınladı. 1581 ile 1613 arasında yaşayan Sir Thomas Overbury’nin, ölümünden bir yıl sonra yayınlanan Characters’leri Hall’inkilerden çok daha ilginç, daha nükteli ve daha canlıdır. Overbury başka kişilerin de portrelerini çizebilecekti belki. Onun otuz iki yaşındayken ölmesi, daha doğrusu öldürülmesi yazık oldu bu bakımdan: Overbury kendisini koruyan Earl of Somerset’in Lady Essex ile evlenmesini engellemekle suçlanarak Londra Kulesi’ne hapsedilmiş, orada Lady Essex’in adamları tarafından yavaş yavaş zehirlenerek korkunç acılar içinde ölmüştü. Overbury’nin ölümünden üç yıl sonra meydana çıkan bu cinayetin soruşturmasını Francis Bacon yürüttü. Soylu lord ile lady, mahkûm edildikleri halde mevkilerinden ötürü bağışlanırken, alet olarak kullandıkları dört kişi asıldı.
Elizabeth Çağı’nda denemeler ve kişi portreleriyle birlikte gelişen başka bir edebiyat türü de yaşamöyküleriydi. Izaak Walton (1593-1683) çağdaşlarından John Donne ile George Herbert’in yaşamlarını anlatmış, arkadaşları olan ve büyük bir hayranlıkla sevdiği bu iki şair üzerine bilgi vermişti. Walton’un yazdığı beş yaşamöyküsünün beşi de ilginçtir; ama onun İngiliz edebiyatındaki yerini asıl sağlayan kitabı, 1653’te çıkan The Complete Angler or the Contemplative Man’s Recreation’dır. (Tam Balıkçı ya da Düşünerek Seyreden Adamın Eğlencesi). Konusu açısından can sıkması gerekirken çok sevimli olan bu kitap, balık tutan, kuş yetiştiren ve avcılık yapan üç adam arasında bir konuşma biçimindedir. Her üçünün de eğlencesini savunduğu bu konuşmada, kuş yetiştiren saf dışı bırakıldıktan sonra, balık tutma meraklısı avcıyı da kandırır, çeşitli tatlı su balıklarının nasıl tutulacağını, nasıl pişirileceğini anlatır. Bu arada nefis doğa betimlemeleri yapılır, şiirler okunur, şarkılar söylenir.
Bir din adamı olan Thomas Fuller (1608-1661) tarihsel konular üzerine birçok kitap yazdı. Ama asıl ününü sağlayan yapıtı, ölümünden bir yıl sonra çıkan The Worthies of England’dır (İngiltere’nin Değerli Kişileri). Fuller bu kitapta, İngiltere’nin çeşitli bölgelerini birer birer ele alarak onları betimleyip özelliklerini anlattıktan sonra, o bölgelerde yaşayan ünlü kişiler, din ve devlet adamları, yargıçlar, askerler, denizciler ve yazarlar üzerine, gülmece yeteneğinden de yararlanıp, çarpıcı ayrıntılar üzerinde ayrıca durarak ilginç bilgi verir.
Düzyazı alanında XVII. yüzyılın en özgün iki yazarı, bugün de büyük haz duyularak hep okunan Robert Burton (1577-1640) ile Sir Thomas Browne’dır (1605-1682). Robert Burton herkes gibi evlenmemiş, ailesi olmamış, yolculuk yapmamıştır. Yaşamının dış koşulları üzerine neredeyse hiçbir şey bilmeyiz. Kendi de, “I have lived a silent, sedentary, solitary life” (ben, sessiz, kapalı, ıssız bir yaşam yaşadım) der. Tüm ömrünü Oxford’da kitap okuyarak –bu arada hiç kimselerin okumadığı en acayip kitapları da okuyarak– geçirdiğidir bildiğimiz tek şey. Bu yoldan elde ettiği bilgiye kendi çok renkli kişiliğini de katarak, 1621’de bir tek kitap yayınladı; her biri beş yüz sayfadan fazla tutan üç ciltten oluşan The Anatomy of Melancholy (Melankolinin İncelenmesi). Burton’un “melancholy” dediği şey, bugün bizim ruhsal bunalım, nevroz, psikoz gibi değişik adlar verdiğimiz tüm ruh hastalıklarını kapsar. Burton kitabının tıbbi bir inceleme olduğunu ileri sürer. Gerçi kendi hekim değil din adamıdır, ama ona bakılacak olursa, tıp konusunda çok okumuştur. Üstelik bedenle ruhu ayırmanın yolu olmadığına göre, bir din adamının, hem ruhu hem de bedeni etkileyen bir hastalık olan melankoliden anlaması, “iyi bir din adamının ya iyi bir hekim olduğunu ya da öyle olması gerektiğini” (either is or ought to be a good physician”) savunur.
Birçok eleştirmenin yalnız XVII. yüzyılın değil, tüm İngiliz edebiyatının en özgün kitaplarından biri saydığı The Anatomy of Melancholy, sözümona bilimsel bir düzenle üç ayrı bölüme ayrılır. Melankolinin, başta kendisi olmak üzere “her birimizde doğuştan var olan bir hastalık” (“an inbred malady in every one of us”) olduğunu iddia eden yazar, birinci bölümde bu hastalığın tanımlanması, nedenleri, özellikleri üzerinde durur; ikinci bölümde tedavisini ele alır; üçüncü bölümde de melankoli türlerinden, özellikle aşktan ya da dinsel duygulardan kaynaklanan melankolilerden söz eder. Bu hastalığa karşı, kendi tutumu çelişkilidir. Kitabın başına eklediği bir şiirde bir yandan,
All my joys to this are folly,
Naught so sweet as melancholy
Tüm sevinçlerim saçmadır bunun yanında,
Melankoliden tatlı bir şey olamaz
derken, bir yandan da şöyle der aynı şiirde:
My pain is past cure, another hell;
I may not in this torment dwell!
Now desperate I hate my life,
Lond me a halter or a knife,
All my griefs to this are jolly
None so damned as melancholy
Derdime deva yok, başka bir cehennemdir bu;
Kalamam bu eziyet içinde!
Umutsuzum artık, nefret ediyorum yaşamımdan;
Bana ödünç verin bir ip ya da bir bıçak.
Tüm kederlerim keyiftir bunun yanında,
Melankoliden daha lanetli bir şey olamaz.
Robert Burton bu üç ciltte sadece ruhsal bunalımlar üzerinde durmaz elbette. Zaten başlıca teması insandır aslında; insanların yaşamlarıyla ve düşünceleriyle ilgili her şeydir. Kitabının başına eklediği uzun mektupta, “thou thyself art the subject of my discourse” (söylediklerimin konusu sen kendinsin) der okuyucularına. İşte bu yüzdendir ki, Burton yüzlerce konuya, örneğin cinselliğe (romantik sevdalara pek aklı ermez), dine (bu Hıristiyan din adamı, “one religion is as true as another” “bir din başka herhangi bir din kadar doğrudur” der sonsuz hoşgörüsüyle), ekonomiye, barışseverliğe, yaşlılara maaş bağlanmasına, bataklıkların kurutulmasına, evlerin bahçeli olmasına, tütün içme alışkanlığına değinir: “Tobacco, divine, rare, superexcellent tobacco, (tütün, tanrısal, ender bulunur, her şeyden üstün tütün), ama fazla içilince “hellish, devilish and damned tobacco, the ruin and overthrow of mind and body” (cehennemi, şeytani ve lanetli tütün, dimağın ve bedenin mahvolup yıkılışı).
The Anatomy of Melancholy bir çeşit antolojidir bir bakıma. Burton her türlü kitaptan, eski Yunanlı ve Romalılardan, Avrupalı yazarlardan ve kendi çağdaşlarından bir yığın alıntı yapar; onların öykülerini ya da düşüncelerini alıp yorumlar. Ama ne gariptir ki, kitabın Everyman baskısına bir önsöz yazan Holbrook Jackson’ın dediği gibi, Burton neredeyse her şeyi başkasından özümlediği halde, gene de tamamıyla kendine özgü bir kitap yazmanın çaresini bulmuştur. Üstelik bu kitap Burton’ın kişiliğini öyle açık seçik yansıtır ki, yaşamı üzerine daha önce de söylediğimiz gibi neredeyse hiçbir şey bilmemekle birlikte, bu kitap sayesinde kişiliği üzerine bilmediğimiz kalmaz. The Anatomy of Melancholy öylesine Burton’a özgüdür ki, Holbrook Jackson, başkalarından alınan küçük mozaik parçalarıyla hem yepyeni, hem de tamamıyla kendi eseri sayılması gereken bir resim yapan bir sanatçıya benzetir Burton’ı.
Burton yayınlanır yayınlanmaz beğenilen The Anatomy of Melanhcoly’nin her baskısına yeni eklemeler yaparak, kitabını ölmeden önce beş kez daha bastırdı. Daha sonraları da, hiç kimselerin bilmediği acayip şeyleri öğrenmekten, hiç kimselerin adını bile duymadığı yazarlar üzerine bilgi edinmekten, hiç kimselerin duymadığı öyküleri duymaktan hoşlananlar merak sardılar The Anatomy of Melancholy’ye. Sterne hayran olduğu bu kitaptan, Tristram Shandy’de geniş çapta yararlandı. Kitabın başka bir hayranı olan Lamb, The Anatomy of Melancholy’yi Keats’e verdi ve Keats Lamia adlı şiirinin öyküsünü buradan aldı. Byron ise her zamanki alaycı tutumuyla, bir insanın hiç zahmete girmeden çok kitap okumuş izlenimini vermesi açısından bu kitabın çok yararlı olduğunu söyledi arkadaşı Tom Moore’a.
The Anatomy of Melancholy gerçekten bir bilgi hazinesidir ve işin hoş yanı şu ki, Burton şaka olsun diye zaman zaman ukala tavırlar takındığı, durup dururken Latince tümceler kaleme almaya başladığı halde, aslında hiç ukalalık etmeden sunar bilgisini. Düşünüp taşınıp tümcelerini kuran bir adam gibi değil de, konudan konuya atlayarak, ara sıra ele aldığı konudan uzaklaşıp bambaşka şeylerden söz ederek, bizimle rahat rahat konuşan bir adam gibi yazar bu upuzun kitabını ve kitabın uzunluğuna karşın, merakımızı her zaman canlı tutmanın, bizi her zaman eğlendirmenin çaresini bulur. Böylece garip bir paradoksla, ruhsal çöküntülere adanan bu kitap, bir yaşama sevinci kaynağı olur niceleri için.
Sir Thomas Browne çağın öteki yazarlarına hiç benzemeyişi ve hayal gücüyle görülmedik bilgisi açısından Robert Burton’ı andırır. Aralarındaki başlıca ayrım, Robert Burton’ın tümce yapılarına pek önem vermeden, konuşuyormuş gibi rahat ve kimi zaman dikkatsiz yazmasına karşın, Thomas Browne’ın her tümcesini bir mücevher gibi özenle işlemesi ve bir edebiyat türü olarak İngiliz düzyazısını neredeyse şiir düzeyine yükselten bir üslup ustası olmasıdır. Burton ile Browne’ın yaşamları da çok farklıdır. Browne, Burton gibi kitaplar arasına kapanmamış, insanların içinde yaşamış, evlenip birçok çocuğu olmuştu. Kendi iddiasına göre tıbbi bir inceleme yazdığı için Burton’un hekim olması gerekirken, asıl hekim olan Browne’dı. O çağın başlıca tıp merkezleri bilinen Montpellier, Padova ve Leyden’de tıp öğrenimi görmüştü. Hekim olarak ününden ötürü, kendisine “Sir” unvanı bağışlanmıştı.
Thomas Browne’ın en önemli kitabı, 1643’te çıkan Religio Medici’dir (Hekim Dini). Browne insan olarak başlıca özelliği olan hoşgörüsü sayesinde, çok köklü olan dinsel inançlarını, bir hekim olarak bilimsel tutumuyla bağdaştırır. Zaten her şeyi, en karşıt şeyleri bile bağdaştırabilecek kadar uyumlu ve açık bir iç dünyası vardır onun. Örneğin Protestan-Katolik davasında kan döküldüğü bir çağda, kendi Anglikan Kilisesi’ne bağlı olduğu halde, Katoliklerle yaşamaktan, onların tapınaklarına gitmekten, onlarla beraber ya da onlar için dua etmekten çekinmeyeceğini söyler; ya da putlara tapan bilge Sokrates’in, nice Hıristiyan ermişinden çok daha kutsal bir kişi sayılması gerektiği görüşünü savunur. Browne’a göre, dinin özü tüm insanlara anlayış göstermektir. Her insan bir mikrokosmos, yani başlıbaşına bir küçük dünya olduğu için, bir tek insanı yadsıyan, tüm dünyayı yadsımış olur. Browne din konusundaki bu hoşgörüsünü her konuda gösterir. Kendisiyle aynı görüşü paylaşmadığı için hiç kimseye karşı çıkmayacağını, çünkü birkaç gün içinde o görüşten belki kendisinin de cayabileceğini söyler. Dar bir mantığın sınırları içinde kalmaya katlanmayan Browne, olumsuz yanları olmamakla birlikte kuşkucu diye niteleyebileceğimiz bir tutum benimserken, bir yandan da, dinin akla aykırı görünen gizemliliğinden ve şiirselliğinden hoşlanır. Hatta Religio Medici’de tansıklardan, büyücülerden, meleklerden söz eder. İnanılması kolay olan şeylere herkesin kolayca inanabileceğini, ama kendisinin Tertullian gibi, “certum est, quia impossibile est” (olanaksız olduğu için kesinlikle doğrudur) diye düşünmek istediğini söyler. Bu kitapta ana tema din olduğu halde, Browne tüm hayal gücünden ve olağanüstü bilgisinden yararlanarak ölüm, doğa, uyku, cimrilik, evlilik, sanat gibi en değişik konulara da değinir.
Thomas Browne 1646’da, Saintsbury’nin dünyanın en sevimli kitaplarından biri saydığı Vulgar Errors’u (Yaygın Yanılgılar) yayınladı. Bu kitabın başka bir adı “Pseudodoxia Epidemica”dır. “Pseudodoxia” yanlış şeylere inanmak, kanıtlanmayan şeyleri kesin bir gerçek sanmak anlamına gelir. Browne en uzun yapıtı olan bu kitapta, halkın yanlış inançlarının nedenleri üzerinde durur. Sonra sevimli bir alaycılıkla ve her zamanki engin bilgisiyle, çeşitli yanlış inançları ele alır. Bunlar, fillerin mafsalları yoktur ya da sümüklü-böceklerin gözleri yoktur inancından tutun da, billurun çok katılaşmış buz olduğu ya da mandragora’nın, yani adamotunun kökleri topraktan zorla sökülürken attığı çığlıkların insanı delirttiği inancına değin uzanır. Browne’un son üç kitabı, Urn Burial (Küp Gömütleri), The Garden of Cyrus (Cyrus’un Bahçesi) ve ölümünden yıllarca sonra ancak 1716’da yayımlanan Christian Morals (Hıristiyan Ahlakı) arasında en güzeli, 1658’de çıkan Urn Burial’dır. Burada Browne o güzel düzyazısının en kusursuz örneklerini verir; Norfolk’da içine ölülerin gömüldüğü bazı küplerin bulunmasını çıkış noktası yaparak, çeşitli ülkelerdeki gömülme biçimlerinden, cenaze törenlerinden ve ölümsüzlük umudundan söz eder.
Mîna Urgan
İNGİLİZ EDEBİYATI TARİHİ
YKY



