“Dünya çığırından çıkmış. Ah kör talih, onu düzene sokmak için ne yazık ki ben doğmuşum.” Shakespeare

“Dünya çığırından çıkmış. Ah kör talih, onu düzene sokmak için ne yazık ki ben doğmuşum.”
William Shakespeare [Hamlet]

Kötülüğü felsefi bir şekilde anlamlandırmaya çalışan yaklaşımlar, ahlakın ontolojisine ve epistemolojisine ilişkin sorular sorarak, kötülüğü genel soyutlamalar yoluyla felsefi kategorilere dönüştürmeye eğilimlidirler. En somut örneğini, her şeye gücü yeten ve mutlak iyi bir varlık olan tanrının, neden dünyada kötülüğe izin verdiğini tanrının varlığını olumlayarak açıklamaya çalışan ‘Teodise’ girişiminde bulan bu yaklaşım tarzı, kötülüğü özcü bir şekilde ele alarak toplumsal ilişkiler ağından soyutlar. Ontolojik temelini ötekiyle kurulan ilişkide bulan politika da ise, kötülük ancak toplumsal ilişkiler, iktidar tertibatları ve siyasi konfigürasyonlar bağlamında anlamlandırılabilindiği takdirde, kötülük problemine politik bir veçheden yaklaşılabilinir. Politika arenasında vuku bulan kötülük, çoğu zaman kanıksadığımız politik ilişki ağları içerisinde cereyan ettiği için kendisini açıkça ifşa etmez fakat tarihin belirli momentlerinde bütün bir şiddetiyle kendisini dışa vuran kötülüğü görmemek imkansız hale gelir ve bu tarihi olaylar, kendisinin uzun vadede nedeni olan kanıksadığımız ilişki ağları içerisinde süregelen sıradandaki kötülüğe ışık tutarak, onu anlama imkanını verir. Bu yazıda, Nazi rejimine ilişkin teorik çözümlemeleri aracılığıyla kötülüğe politik bir perspektiften yaklaşan Hannah Arendt’in teorik açılımlarının izi sürülerek, ‘sıradan kötülük’ ve politikada kötülüğü sıradanlaştıran etmenler tartışılmaya çalışılacaktır.

Radikal Kötülük ve Sıradan Kötülük
Bütün bir insanlığı hayrete düşüren dehşet anlarından kuşkusuz en başta gelenlerinden biri, hayatı bütünüyle kuşatma ve bireyselliği her alanda silme gayretindeki totaliter bir rejim olan Nazi Almanyası’nda meydana gelen “Nihai Çözüm” (The Final Solution) projesi kapsamında gerçekleşen soykırımlardır. Ari Alman ırkı yaratama tasarısı doğrultusunda, başta Yahudiler olmak üzere diğer bazı etnik unsurların tehcire tabi tutularak veya fiziksel olarak imha edilerek ortadan kaldırma girişimi olarak anlamlandırılabilinecek “Nihai Çözüm” projesi, o zamana tanıklık etmiş çoğu entelektüel gibi Yahudi asıllı Alman filozof Hannah Arendt’i de derinden etkilemiştir. Söz konusu olay bağlamında kötülük problemini, ‘Totalitarizmin Kaynakları’ ve ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ isimli eserlerinde farklı perspektiflerle ele alan Arendt’in bakış açıları arasındaki gerilim, felsefeci Arendt ile siyaset bilimci Arendt arasındaki gerilim olarak okunabilir. ‘Totalitarizmin Kaynakları’ isimli eserinde, totaliter rejimlere ilişkin politik çözümlemelerde bulunan Arendt, söz sırası kötülük meselesine gelince Nazi rejiminde meydana gelen kötülüğü, daha önce Kant tarafından kullanılan ‘radikal kötülük’ mefhumunu farklı bir bağlamda ele alarak, kötülüğü felsefi bir şekilde anlamlandırma işine girişir. Totaliter Nazi rejimi ve radikal kötülüğün birbirlerini bütünlediği tezinden hareketle, radikal kötülüğün anlaşılmasını için totaliter rejimlerin doğasının anlaşılması gerektiğini söylemesine rağmen Arendt’e göre, radikal kötülüğün ”insanın anlayabileceği güdülerden çıkarsanması olanaksızdır” (Arendt,2014:12). Kötülüğü anlamlandırmak adına ilk başvurulabilinecek hınç, nefret, çıkar, düşmanlık gibi güdülerin radikal kötülüğü anlamlandırma konusunda yetersiz kalması hasebiyle, Arendt radikal kötülük kavramının muhtevasını boş bırakarak, onu anlamlandırılamaz olarak tanımlar. Arendt, radikal kötülük mefhumu dolayımıyla, daha sonra felsefecilere yönelteceği bir eleştirinin içerisine düşer. Arendt’e göre felsefe kötülükte bir derinlik arama konusundaki ısrarı neticesinde, en sıradan saiklerden hatta ne yaptığını değerlendiremeyecek bir fikirsizlikten kötülüğün nasıl türediğini anlamlandıramayarak, kötülükteki sıradanlığı görme konusunda acizliğe düşer ve böylece teorik arka planda kötülüğü soylulaştırır.

Arendt, Nazi rejiminin uyguladığı soykırımın organizasyonunda aktif rol oynayan Nazi subayı Adolf Eichmann’nın, Kudüs’teki yargılanma sürecine ilişkin gözlem ve teorik çözümlemelerinden oluşan ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ isimli eserinde ise, kötülük meselesini farklı bir bağlamda ele alır. İnsan havsalasının almadığı böyle bir vahşetin mimarlarından biri olan Eichmann’nın, son derece normal davranış, tepki ve ifadelere sahip olması başlangıçta Arendt’i şaşırtsa da, Arendt, hayatı kavrayış konusunda hiçbir derinliği olmayan vasat bir devlet memurunun şahsında ‘sıradan kötülüğü’ teşhis eder. Asıl dehşet verici olan ‘normal’ bir insanın bu denli anormal şeyler yapmasındaki tekinsizliktir. Felsefe çoğu zaman kötülüğü açıklarken bir insan özü koyutlayarak totolojik bir yaklaşım geliştirir, “insanlar kötü şeyler yaparlar çünkü kötüdürler”(Eagleton,2011:9).Böylece kötülük insan doğasına içkin hale getirilerek, doğallaştırılmış olur. Arendt, dava sürecine ilişkin gözlemlerinden hareketle kötülüğü felsefenin konusunu olmaktan çıkararak, siyasetin konusu yapar. Başlangıçta kötülük mefhumuna bir felsefeci gibi yaklaşıp bilindik güdülerle açıklanamayacağını ifade ederek onda bir derinlik arayan felsefeci Arendt’in aksine, siyaset bilimci Arendt için sıradan kötülük mefhumu, politik ilişkisellik ağı içerisinde kurulup hızla yayılan, insanların görev ahlakı, kamusal alanda varlık kazanma, terfi gibi sıradan saiklerle ve hatta çoğu zaman fikirsizlikle iştirak ettikleri alabildiğine sığ bir kötülük biçimidir. Sıradan kötülük kavramı aracılığıyla kötülüğü politik bir sorunsal haline getiren Arendt’in açtığı teorik güzergahtan ilerleyerek, politikada kötülüğü sıradanlaştıran etmenlerin izi sürülebilir. Arendt’in ‘Kötülüğün Sıradanlığı’ isimli eseri her ne kadar tarihin belirli bir dönemindeki istisnai bir rejim olan totaliter Nazi Almanyası’nda kötülük problemini çözümlüyor gibi görünse de, titiz bir okumayla teorik arka planda asıl çözümlenenin genel anlamda politikadaki kötülük meselesi olduğu anlaşılabilinir.

Kamusal Alanın Çöküşü ve Fikirsizlik
“Aptal biri değildi. Dönemin baş suçlularından biri haline gelmesine olanak sağlayan -aptallıkla kesinlikle özdeş olmayan bir şeyden- fikirsizlikten başka bir şey değildi”( Arendt,2012:292). Fikirsizlik ile aptallık arasında bir ayrım yapan Arendt’in, Eichmann için söylemiş olduğu bu sözler ne anlama geliyor? Aptal olma hali statik bir duruma, bir karakter yapısına işaret ederken, fikir ötekiyle kurduğumuz karşılıklı ilişkide var olur. O halde Eichmann’ı kötü biri haline getiren şey ona özgü bir karakter yapısı değil, siyasi arenada yurttaşların karşılıklı etkileşim içerisinde politik meseleleri tartışarak siyasi alana ilişkin düşünce edinebilecekleri kamusal alanın tahrip edilmesi sonucu ortaya çıkan ve yayılan fikirsizlik halidir. Antik Yunan’da yurttaşların, Polis’in meselelerini tartıştığı ve karşılıklı fikir alışverişinde bulundukları alan olan Agora, kamusal alanın tarihteki ilk örneklerinden biridir. Gündelik dildeki kullanımında da görülebileceği üzere, her ne kadar kamusal alan kavramı ilk başta devlete ilişkin olanı çağrıştırsa da, Arendt’e göre aslında devletin sınırlandığı alanlardır. Siyaseti bireylerin kendi varoluş koşulları üzerinde söz söyleme yetisi olarak değerlendirip politikayı varoluşsal bir eylem olarak gören Arendt göre, kamusal alanda birey öteki bireylerle kurduğu ilişkide belirli fikirler üzerinde uzlaşarak siyasi alanı inşa eder. Siyasi erkin yoğunlaşmış bir biçimi olan devletin bu alanı kuşatması, siyasetin varoluş koşullarını ortadan kaldırarak, siyaseti bir tür teknokrasiye dönüştürür. Böyle bir ahvalde, geriye sistemin basit bir dişlisine dönüşmüş, siyasete ilişkin fikir üretmekten aciz kitleler kalır. Adolf Eichmann’ı ve onun gibi milyonlarca fikirsiz, eylemini değerlendirme yetisinden aciz bireyleri yaratan böyle bir sistem, bireyin kamusal duyarlılığını da ortadan kaldırarak, onları Nazi Almanyası’nda olduğu gibi bir vahşete seyirci kalmaya itebilir. Bireyselliğin silikleşmesiyle beraber, birey yeri başkası tarafından hemen doldurulmaya müsait sistemin alelade bir parçasına dönüşür. “Bunları yapan, birey olarak ben değildim; benim kendi inisiyatifimle bir şeyler yapmaya ne iradem ne de gücüm vardı; ben çarkın, yeri bir başkasıyla doldurulması mümkün basit bir dişlisiydim; benim yerimde olan herkes aynı şeyi yapardı; benim bugün mahkeme önünde olmam sadece bir rastlantıdır”(Arendt,1997:174). Kendisini bu şekilde savunan Eichmann, her ne kadar hukuki bir ceza almamak adına kişisel sorumluluğunu üzerinden atmaya çalışsa da, söyledikleri bir konuya ışık tutar. Kendisini sistemin basit bir dişlisi olarak duyumsayan ve bireysel inisiyatifini yitirdiğini hisseden insanlar, eylemlerini ve dış dünyada vuku bulan olayları değerlendirme yetilerini kaybederler. Böylece kötüdeki kötü kanıksanarak görülmez olur ve sıradan bir kötülük toplumsal alana hızla yayılır. Arendt ise, insanların ‘Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk’larının en azından bu kötülüğe katılmamak olduğunu söyleyerek, tekrar bireysel inisiyatifin duyumsanmasının önemine vurgu yapar.

Bürokratik Rasyonalitenin ‘Şeyleştirici’ Etkisi
Araçsal akıl ve bürokratik rasyonalitenin egemenliği altına giren bir toplumda bireyler, eylemlerini temellendirirken değer yargılarını ve insani duygularını ikinci plana atarak, yaptıkları işleri uzmanlık gerektiren basit teknik işler olarak kavrayabilirler. Toplumsal hayatın birbirleriyle ilişkisiz gibi görülen bölümlere ayrılması ve bu bölümlerdeki faillerin yaptıkları işlerin bütünle olan bağını kuramaması nedeniyle, toplumsal hayat sanki bireylerin eylemlerinden azade kendi kendine işliyormuş gibi telakki edilir. Böylece birey yapmış olduğu eylemden bir sorumluluk duygusu hissetmez hale gelebileceği gibi, toplumsal hayatı egemenliği altına alan ‘şeyleştirici’ etkinin doğallaştırıcı yönü nedeniyle, olanı olması gereken olarak kavrayarak siyasal sistemin değişemeyeceğini düşünebilir. Bu doğrultuda, birey kötülüğe iştirak etmekte bir beis görmeyebilir, hatta yaptığının kötülük olduğunu dahi düşünmeyebilir. Bir ur gibi yayılan bu kötülüğün en somut örneklerinden biri olan Nazi rejimininde, söz konusu kötülüğe iştirak eden insanların çoğunun, kendisini suçlu olarak hissetmemesinin nedenlerinden biri de budur. Söz konusu kişiler, Yahudilerin fiziksel imhasında almış oldukları rolleri özerk işler olarak kavrayıp bütünle olan bağını kuramazlar, kimisi sadece imha edilecek insanları araçlara doluşturduğunu, kimisi sadece gaz odasına götürdüğünü, kimisi sadece gazın vanasını açtığı söyleyerek, bu trajik olaydan sorumlu tutulamayacaklarını belirtmişlerdir. Ayrıca bu işleri içeriklerinden soyutlayıp sadece basit teknik işler olarak kavradıklarından, eylemlerini verilen bir emrin yerine getirilmesi hatta görev ahlakının bir sonucu olarak değerlendirmişlerdir. Bireyleri gündelik hayatlarında bürokrasinin ‘demir kafes’i içerisine hapseden Nazizm, diğer taraftan ise belagat yüklü ifadeler, dinsel ritüelleri çağrıştıran siyasi mitingler, kan ve ölüme yapılan tutkulu atıflar aracılığıyla bireyleri vecd ve istiğrak haline büründürmeye çalışmıştır. Nazizm’in ideolojik anlam dünyası ile gündelik hayatın aşırı rasyonalizme olmuş yapısı başlangıçta bir tezat gibi görülse de, bu iki zıt kutup birbirlerini bütünleyerek dünyayı kötülüğün yayılmasına uygun, anlamdan uzak bir uzama dönüştürür. Aşırı anlam yüklü ideoloji, yaratmış olduğu kurgusal evrende konumlandırdığı bireyin gerçek hayatla girmiş olduğu ilişkisellik içerisinde edineceği anlamı absorbe ederek, gündelik hayata ilişkin anlamı boş bir gösterene dönüştürürken, bürokratik rasyonalizm ise yaratmış olduğu ruhsuz evrende, bireyin kendisini işe koşulacak basit bir parça olarak telakki etmesini sağlamıştır. Böylece Arendt tarafından ‘kötülüğün sıradanlığı’ olarak adlandırılan anlamdan yoksun bir dünyada kol gezen anlamsız bir kötülük peyda olmuştur.

Özel Dünyalarına Hapsolan Bireylerin ‘Pasif Nihilizm’i
Bireylerin kendi özel dünyalarına kapanmaları sonucu kamusal meselelere dair ilgilerinin azalması, kamusal alanın çöküşüyle paralel ilerleyen bir süreçtir. Siyasetin yönetime indirgenmesiyle, kendilerini belirleyen süreçleri yurttaş olarak belirleme yetileri ellerinden alınan bireyler, kendi özgün bireysellikleriyle kamusal alanda var olma şanslarını yitirirler. Böylece politik toplumdaki varlıklarıyla, özel dünyalarındaki varlıkları arasında bir benlik bölünmesi yaşayarak, şizofrenik bir hale bürünebilirler. Siyasal teoride, totaliter rejimlerin özel alan ile kamusal alan arasındaki ayrımı ortadan kaldırarak, bireyin hayatını bütünüyle kuşattığına dair yaklaşımlar olsa da, en totaliter rejimde dahi nüfuz edilemeyecek özel bir deneyim alanı vardır. Derrida tekillik deneyimiyle ilişkilendirdiği ‘sır’ kavramı aracılığıyla bu durumu şu şekilde özetler: “En başarılı totalitaryanizmi örnek alsak bile, sırrın kamusal alan için ulaşılmaz ve heterojen kaldığına inanıyorum”(Derrida,2016:131).Arendt’in de dikkat çektiği üzere, Eichmann ve birçok eski Nazi üyesi, özel hayatlarında iyi bir insan, vefalı bir dost, sadık bir eş olduklarını söyleyerek kendilerini aklama girişiminde bulunmaları, içinde bulundukları benlik bölünmesini ifşa eder. Özel hayatlarında insani duyarlılıklara sahip bireylerin, politik toplumda örgütlü bir kötülüğe iştirak etmekten imtina etmemeleri nasıl açıklanabilir? Siyasi arenanın anlamdan ve değerlerden arındığı bir konjonktürde, birey politik toplumda yaptığı işleri ahlaki bir perspektiften değerlendirme melekesini zaman içerisinde kaybederek, eylemlerini mevcut ilişki ağları içerisinde kendisine kazandıracağı kültürel, siyasi ve maddi sermayeyi referans alarak değerlendirme işine girişir. Ayrıca özel hayatındaki konfor alanını yeniden üretmekle koşullanan birey, politik toplumda bunu göz önünde bulundurarak bir konum alır. Değer erozyonuna uğramış bir dünyada, ahlaki davranmak ve bu uğurda bir bedel ödemek birey için lüks ve anlamsız görülür. Nietzsche’nin tanımladığı anlamda ‘pasif nihilizm’e batmış kitleler için, biyolojik varlığın idamesi tek değer haline gelir. Sıradan kötülük, en vasat ve sığ kaygılarla hareket eden bireyler aracılığıyla bütün toplumsalı kuşattır. Eichmann örneğinde olduğu gibi Nazi savaş suçlularının çoğu, insanları adım adım ölüme götürürken, verilen emirleri sorgulamaksızın yerine getirirken tek düşündükleri kazanacakları politik nüfuz ve kendi çıkarlarıydı.

Günümüzdeki ‘Sıradan Kötülük’
Kötülük problemine politik bir perspektiften yaklaşan Arendt’in, bu meseleye dair çözümlemelerini ve ‘sıradan kötülük’ mefhumunu, sadece Nazi Almanyası’na özgü olarak görmek yanlış bir teorik çıkarım olur. Kamusal alanın çökmesi, bürokratik rasyonalitenin şeyleştirici etkisi, pasif nihilizme batıp özel alanlarına çekilen bireylerin varlığı, toplumsal alanda yaşanan değer erozyonu gibi, politikada kötülüğü sıradanlaştırarak yayılmasına neden olan çoğu etmeninin günümüzde de varlığını sürdürmekte olduğu görülebilir. Sıradan kötülük, adından da anlaşabileceği üzere pek farkında olmadığımız ve çoğu zaman kötülük olarak dahi görmediğimiz politik bir kötülük biçimidir. Toplumsal alanın derinlerine işleyerek yayılan ve bireylerin zihniyet dünyasını şekillendiren sıradan kötülük, Nazizm’de olduğu gibi tarifi imkansız trajedilere neden olabilir. Kötülük, felsefenin ele alış biçiminden farklı bir perspektifle, politik bir bağlamda ele alındığında, kötülüğün tanrılar katında da insan özünde de olmadığı, tam da yanı başımızdaki toplumsal ilişkiler içerisinde varlığını sürdürmekte olduğu görülür. Bu durumun farkına varılarak, sıradandaki kötülük ifşa edilip sorunsallaştırıldığında, günümüzde insanlığın yaşadığı temel problemlerin kaynağı olan etik-politik meselelere ilişkin çözüm önerileri gündeme gelebilir.

Kaynaklar:

Arendt, Hannah(2014), Totalitarizmin Kaynakları 1 – Antisemitizim, çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim Yayınları

Arendt, Hannah (2017) Totalitarizmin Kaynakları-3 Totalitarizm, çev. İsmail Serin, İstanbul: İletişim Yayınları.

Arendt, Hannah (2011) Kötülüğün Sıradanlığı Adolf Eichmann Kudüs’te, çev. Özge Çelik, İstanbul: Metis Yayınları.
Eagleton, Terry (2011) Kötülük Üzerine Bir Deneme, çev. Şenol Bezci, İstanbul: İletişim Yayınları.
Arendt, Hannah (1997) Kamu Vicdanına Çağrı Sivil İtaatsizlik, (Çev. Yakup Coşar), içinde ‘. Diktatörlük Dönemlerinde kişisel sorumluluk, 172-184.
Derrida, Jacques(2016) Yapıbozum ve Pragmatizm, (Çev. Tuncay Birkan), içinde ‘.Yapıbozum ve Pragmatizm Üzerine Düşünceler, 125-143.

Tayfun Yıldırım

Previous Story

Dil – Eduardo Galeano “Uruguay diktatörlüğünün en büyük cezaevinin adı Özgürlük’tü”

Next Story

“Bu ömrümüzü sadece umutlanarak geçirdik” (Mohsen Namjoo’dan dinle)

Latest from İnceleme

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ