Postmodernliğin Durumu / Kültürel Değişimin Kökenleri – David Harvey

Son yıllarda günümüz dünyasını betimlemede kullanılan “postmodern durum” üzerine, postmodern kültür, mimari, sanat ve toplum üzerine pek çok şey yazıldı. David Harvey, Postmodernliğin Durumu’nda başlangıç olarak terimin farklı anlamlarını inceliyor ve modernizm sonrası toplumsal yaşantıyı anlamakta bu kavramlaştırmayı kullanmanın ne ölçüde uygun ve yararlı olduğunu tartışıyor.
Ancak Postmodernliğin Durumu (The Condition of Postmodernism), bir kitap olarak bundan çok daha fazlasını vaat ediyor. Yazar, Aydınlanma’dan günümüze uzanan dönem boyunca modernizmin toplumsal bir tarihini kuruyor ve modernizmin politik ve toplumsal düşünce ve hareketler içindeki, sanat, edebiyat ve mimarideki ifadelerini inceliyor. En dikkat çekici ve Harvey’e özgü vurgulama ise, zaman ve mekân algılamalarımızın yine zaman ve mekân boyunca nasıl bir değişim gösterdiği ve bu değişimin bireylerin değerleri ve toplumsal süreçleri üzerinde nasıl etkili olduğudur. Bu kitap sadece doğrudan sosyal bilimlerle ilgili olanlar için değil, günümüz dünyasındaki değişimleri anlamakta ısrarlı olan, araştırmaktan çekinmeyen genel okur için de son derece ilgi çekici… Son dönemde, düşünce tarihine ve zihniyetlerin toplumsal ve politik değişme ile ilgisinin kurulmasına yapılmış zengin bir katkı…

“Temel Tez” ve “Önsöz”, s. 7-10
Temel Tez
Yaklaşık 1972’den bu yana, hem kültürel faaliyetlerde hem de politik-ekonomik faaliyetlerde köklü bir değişim yaşanmaktadır.
Bu köklü değişim, mekân ve zamanı algılayışımızda yeni hâkim biçimlerin ortaya çıkışıyla bağlantılıdır.
Zaman ve mekânın değişmekte olan boyutlarıyla eşzamanlılık, zorunlu ya da nedensel bir bağıntının varlığı için bir kanıt olarak gösterilemezse de, postmodernist kültürel biçimlerin yükselişi, sermaye birikiminde daha esnek tarzların ortaya çıkışı ve kapitalizmin örgütlenişinde “zaman-mekân sıkışması”nın yeni bir atılımı arasında bir tür zorunlu ilişki olduğu görüşüne güçlü birtakım önsel kanıtlar getirmek mümkündür.
Ne var ki, kapitalist birikimin temel kurallarıyla karşılaştırıldığında bu değişimler, bütünüyle yeni bir kapitalizm-sonrası (post-kapitalist), hatta sanayi-ötesi (post-endüstriyel) toplumun ortaya çıkışından ziyade, yüzeysel görünümlerde beliren bazı değişiklikler gibi görünmektedir.

Önsöz
Postmodernizm terimiyle ilk kez ne zaman karşılaştığımı tam olarak hatırlayamıyorum. Terimi duyunca, son iki onyıl boyunca gelip geçmiş olan çeşitli başka “izm”lere gösterdiğim tepkiyi göstermiş, iç tutarsızlığının yükü altında kendi kendine çöküp gideceğini ya da moda haline gelmiş bir dizi başka “yeni fikir” gibi zamanla çekiciliğini yitireceğini ummuşumdur muhtemelen.
Ama öyle görünüyordu ki, postmodernist argümanların yarattığı yaygara, zamanla azalmak bir yana yükselip duruyordu. Bir aşamada yapısalcılık-sonrasıyla (post-strüktüralizm), post-endüstriyalizmle ve bütün bir “yeni fikirler” cephaneliğiyle bağıntılı görünen postmodernizm, gittikçe artan ölçüde, birtakım yeni duygu ve düşüncelerin bir bileşimi olarak ortaya çıkmaya başladı. Sırf toplumsal eleştirinin ve politik pratiğin standartlarını tanımlayış şekli bile, toplumsal ve politik gelişmeleri belirlemede yaşamsal bir etki yaratmaya aday olduğunu gösteriyordu. Son yıllarda tartışmaların ölçütlerini belirliyor, “söylem” tarzını tanımlıyor, kültürel, politik ve düşünsel eleştirinin parametrelerini düzenliyor.
Öyleyse, postmodernizmin doğasını daha yakından araştırmak uygun olacaktı. Burada araştırma konusunu bir dizi fikir olarak ele almaktan çok, açıklanmayı bekleyen bir tarihsel durumu araştırmak gerekiyordu. Ancak bu konudaki hâkim fikirleri de taramak zorundaydım. Ne var ki, bu işi gerçekleştirmek hiç de kolay olmadı, çünkü postmodernizmin birbiriyle çatışan kavrayışların bir mayın tarlası olduğu oraya çıkıyordu. Bu araştırmanın, I. Kısım’da sergilenen sonuçları asgari düzeyde tutulmuştur; umarım bu özetleme çabası makul ölçülerin ötesine geçmemiştir. Çalışmanın geri kalan bölümü, önce (yine bir ölçüde basitleştirerek) politik-ekonomik arka planı ele aldıktan sonra, kapitalizmin tarihsel-coğrafi gelişmesinin dinamizmi ile kültürel üretim ve ideolojik dönüşümün karmaşık süreçleri arasındaki, her şeyden daha önemli dolayımlayıcı bağ niteliğiyle mekân ve zaman deneyimine, yakından bakmaktadır. Bu sayede, son birkaç onyıl boyunca Batı dünyasında ortaya çıkmış olan bütünüyle yeni bazı söylemlere bir anlam vermek olanaklı hale geliyor.
Bugünlerde, postmodernizmin Batı’daki kültürel hegemonyasının zayıflamakta olduğuna ilişkin bazı işaretler görülüyor. Müteahhitler bile Moshe Safdie gibi bir mimara postmodernizmden bıktıklarını söylediklerine göre, felsefi düşünce hiç geri kalır mı? Bir bakıma, postmodernizmin sahneyi terk etmekte olup olmadığı fark etmez, çünkü ekonomik, politik ve kültürel gelişmede kafa karıştırıcı bir evre açmış olan bu olgunun köklerinin tarihsel olarak araştırılmasından öğrenilecek çok şey vardır…

Ogan Güner, ?Soldan Sağa 13 Harf: Postmodernizm?, Virgül, Sayı 4, Ocak 1998
Postmodernizm başımıza ilahi bir bilmece-bulmaca olarak çıktığından beri, ‘Postmodernizm nedir?’ sorusuna geniş ufuklu bir cevap arayanlar için, David Harvey’in 1990 tarihli The Condition of Postmodernity (Postmodernliğin Durumu) adlı kitabı, kapsama alanının genişliği ile Fredric Jameson’ın Postmodernizm kitabıyla birlikte bir başyapıt olarak önerilebilir. Postmodernizm tartışmalarının temel metinleri, postmodernist biçeme uygun olarak, genelde uzun soluklu makalelerle (Hassan, Habermas vb.) ya da sprinte kalkmış kısa kitapların haz ve şevk dolu üsluplarıyla (Baudrillard gibi) vücut bulmuştu. İki tarzın da dışına çıkıp konunun değişik yönlerine aynı anda bakarak bir bütün olarak kavramaya yönelik Postmodernizm (Jameson), 1994 yılında sorunlu bir Türkçeyle çıkmıştı. Bu zorlu misyona Jameson’dan daha önce soyunan Harvey’in kitabı ise neredeyse 8 yıllık bir aradan sonra nihayet Türkçe’de… Bir karşılaştırma yapmak gerekirse: Jameson’ın Postmodernizm kitabının arka kapağında YKY’nin uygun gördüğü ibare “Postmodernizm kitabı, bu güncel konunun İncil’i olarak tanımlanabilir” şeklindeydi. O zaman, Postmodernliğin Durumu da, bu güncel konunun Kapital’i…
David Harvey’in kitabı sadece postmodern olarak adlandırılabilecek dönemi (kabaca 1970 sonrası) tartışmaya kalkmıyor, kültürel değişimi bir süreklilik olarak algılayarak kapitalizm mantığını deşmeye soyunuyor.
Harvey’in kitaptaki tezi, postmoderniteye damgasını vuran zaman ve mekân algılayışındaki radikal değişimin, kapitalizmdeki değişimlerle eşgüdümlü gerçekleştiği… Dolayısıyla kitabın temel bölümü de “20. yüzyıl sonunda Kapitalizmin Politik-Ekonomik Dönüşümü” adını taşıyor. Harvey o güne dek girişilmeyen bir işe girişiyor ve postmoderniteye dair iktisadî bir çözümleme yapıyor. Postmodern zamanların başlangıcı için ortaya konan birçok sembolik tarih varken, Harvey, kendi tezinin miadını, kapitalizmin iktisadî kriz döneminin başladığı 1973 yılı dolaylarına yerleştiriyor ve bu ölümcül krizin atlatılması için devreye sokulan irili ufaklı çarkların kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin ‘yüzeyini’ nasıl dönüştürdüğünü tarif ediyor. Harvey’e göre postmodern dönemle birlikte, kapitalizm kendi kendiyle çelişkiye düşmemiş, sadece günün şartlarına ve krizlerine yönelik yeni bir işleyiş mantığını devreye sokmuştur. Fordizmin sert ve kalıpçı karakteristiklerine karşı, ‘esnek birikimin’ birbirine çarpa çarpa kendini üreten dolambaçlı (Postmodernistseniz labirentli diyebilirsiniz) ve elle tutulması, birkaç temel öğeye indirgenmesi, dolayısıyla algılanması zor (buna da isterseniz sanal deyin) sistematiği… Bu sistematiği, postmodern ekonominin kalesi olarak görülen ABD ile sınırlamayıp, Avrupa, Japonya ve Üçüncü Dünya Ülkelerini de kapsayacak kadar genişletmesi, bütünlüklü bir iktisadî analizi mümkün kılıyor.
Kitabın diğer bölümleri, bu iktisadî çözümlemenin yansımalarını tartışıyor. Zaman ve mekân deneyimini, bu iktisadî değişimle eşgüdümlü olarak ele alıyor ve tüm bir Aydınlanma projesinin iktidara gelişinin sonuçlarını tasvir ediyor. Harvey’in, ‘Zaman-Mekân Sıkışması’ adını verdiği postmodern algı biçimini açıkladığı bölüm ise, yazarın coğrafyacılığından gelen, Rönesans’tan başlayarak telekomünikasyon şirketi reklamlarına kadar uzanan harita örnekleriyle (ya da dünyayı algılama biçimleri) daha da ilginç ve somut bir hale bürünüyor. Ardından devreye, sanat yapıtları, bilim kurgu gibi popüler türler ve mimari giriyor, manzara tamamlanıyor.
Harvey’e göre postmodernizm, nihai bir son değil, kapitalizmin krizine yönelik geçici ve karmaşık çözümlerle belirlenen bir ‘an’. Kendine has irili ufaklı krizlerini çoktan yaşamaya başlamış, yeni bir Kapitalist Evre. Bu evrenin krizlerinin ne zaman patlak vereceği ise, Harvey’e göre, sadece bir zaman meselesi. Birtakım sübaplarla krizler ertelenebilir ama bertaraf edilemez. Postmodernliğin Durumu’nu okuduktan sonra çevrenize yeniden bakma isteği uyanabilir içinizde. Örneğin, Tokyo borsasının çöküş hikâyesine çok farklı bir gözle bakabilirsiniz.

Faruk Tabak, ‘Geç’ kapitalizm mi, ‘post-Fordizm’ mi?, Virgül, Sayı 7, Nisan 1998
Dünya-ekonomisinin 1970’li yıllardan bu yana hızla kabuk değiştirmekte olduğu muhakkak. Sermayenin zaman ve mekânın belirleyiciliğinden bağımsızlığını ilan edercesine artan manevra kabiliyeti, devletlerin sarsılan mali (ve yaptırım) gücü, endüstriyel üretimin dünya ölçeğinde değişen coğrafyası ve bu işbölümüne tekabül eden yeni üretim örgütlenmesinin “esnekliği” bu değişimler içinde en çok anılagelenlerden. Ve tabii bir de bu dönüşümlere “tercüman” olduğu varsayılan yeni kültürel yapılanma var, postmodernizm yani. Ancak kültürel değişimin iktisadi arka-planın basit bir ön-planı gibi sunulması, postmodernist perspektifin yeğlediği bir yaklaşım değil, çünkü bu, postmodernizme, dolaylı yoldan da olsa, 1970 sonrası döneme meşruiyet sağlama gibi bir misyonun ya da bu dönemin resmi veya gayr-ı resmi mütercimliği rolünün atfedilmesini kolaylaştıran bir yaklaşım. 1973’ten beri Amerikan ve Avrupa ekonomilerinin içinde bulunduklari iktisadi buhran göz önünde bulundurulursa, böyle bir krizin faturasını kimsenin kabullenmek istemeyeceği apaçık; kapatılan fabrikalar, yüzde on ikiye varan işsizlik oranı, artan fukaralık, büyüyen evsizler ordusu, borsa zenginleri, yuppiler, yukarıdakiler lehine değişen gelir dağılımı. Postmodernist akım, kendi varlık koşullarının analizinde prensip olarak karşı çıktığı “büyük boy” teorilerin kullanılmasının, bütün bu nahoş konuları gündeme getireceğinin ve kendisinin bunlarla özdeşleneceğinin bilincinde; “geç” kapitalizmin kültürel mantığı ya da enflasyonist ortamın kültürel yansıması olmaktan öteye geçmeyen bir statüye indirgeneceğini kestirmek çok zor olmasa gerek zaten. 1990’ların sonunda enflasyon yerini deflasyona bırakmış olsa bile. Amerika için “geç” olan kapitalizm Pasifik kıyıları için “genç” olsa bile. Postmodernizm için 1980’lerde verilmiş olan hüküm hâlâ baki ve yürürlükte.
Dolayısıyla, David Harvey’nin postmodernizmin ortaya çıkış ve varoluş koşullarını irdeleyen çalışması, yapısı itibarı ile postmodernizmin teorik programına karşı düşen, postmodernizmi postmodernizme rağmen masaya yatıran bir çalışma. Vardığı sonuç ise Jameson’ın vardığı sonuçtan çok farklı değil, “geç” kapitalizm yerine “esnek” üretimi ya da moda tabiriyle post-Fordizm’i koyarsak tabii. Bu benzerliğe rağmen, iki tahlil arasında önemli de bir fark var: Jameson geç kapitalizmi uzun-dönemli bir dönüşüm, son kertede kapitalizmin nihaî evresi, olarak gördüğü için postmodernizme de buna bağlı olarak uzun bir ömür biçiyor. Halbuki Harvey’nin esnek birikim modeli, kriz dönemi stratejisi olma ihtimali taşıdığı için, krizin nihayetinde bu dönemin kültürel ifadesi olan postmodernizmin yerini başka düşünce akımlarına bırakması ihtimalini açık bırakıyor. Zaten kitabın kapanış bölümünde, 1980’lerin sonu itibarıyla postmodernizmin içinde çatlaklara sebep olacak gelişmelerle ilgili tartışma, sonun ufukta olabileceği mesajını yeniden vurguluyor.
Harvey’nin postmodernizmi kalıcı ve uzun-vadeli bir akım olarak değil, geçici ve kısa-vadeli bir akım olarak sunmak için izlediği yöntem, 1970 öncesi dönemini referans noktası olarak kullanmak ve 1970 öncesi ve sonrasını karşılaştırmak. 1945’ten 1973’e kadar uzanan zaman dilimi istikrarlı iktisadi büyüme temposu ve oturmuş kurulu düzeni ile içinde yaşadığımız dönemin istikrar yoksunu kaotik ortamı ve iktisadi krizin getirdiği belirsizlikler yumağı çok bariz bir tezat teşkil ediyor. Ancak 1973 öncesi ve sonrası dönemlerin çok farklı özellikler gösterdiklerini söylemek kendi başına yeterli değil Harvey için, çünkü iktisadi dönüşümler söz konusu olduğu zaman, 1970 öncesi dönemin sınırları bazen 1945’e, bazen de 1900’lerin başına uzanıyor. Oysa, kültürel dönüşümler tartışma konusu olunca, 1970 öncesi dönem ya on dokuzuncu yüzyılın sonlarına ya da Aydınlanma dönemine kadar uzanıyor. Dünya ekonomisinin zaman-mekân dinamiğini inceleyen kısım ise, diğer her iki bölümden de farklı olarak, 1850’lerden başlıyor. Ancak bu, farklı zamansallıklara sahip dönüşümlerin hepsinin vadesinin 1973 sonrasında dolduğu anlamına gelmiyor. Öyle olsa, içinde bulunduğumuz dönemin tarihi bir dönüm noktası olması gerekirdi, “globalleşme” edebiyatının iddia ettiği gibi. Tersine, bugün “yeni” diye sunulan pek çok olgunun zaten kapitalist gelişmenin mantığına ve yapısına içkin olduğunu ve daha önce başka biçimlerde de olsa kapitalizmin tarihi akışı içinde ortaya çıkmış olduğunu vurguluyor yazar. Daha başka bir deyişle, Harvey kısa-dönemli değişimin dinamiğini tarihi bir perspektif -yani uzun-dönemli bir çerçeve- içinde ele alırken, içinde bulunduğumuz dönemin aslen kısa-vadeli diye nitelendirilebilecek değişimlere sahne olduğunu ileri sürüyor. Şu ana kadar şahit olduğumuz süreçlerin ise kapitalizmin yapısal özelliği olan devrevi iktisadi dalgalanmalar yoluyla açıklanabileceği inancında. Nitekim, yakın döneme damgasını vuran değişimlerin, kapitalizmin kriz dönemlerine münhasır, dolayısıyla daha önce buna benzer kriz dönemlerinde tekerrür etmiş değişimler familyasına ait olduğu kanısında.
Harvey’nin tasvir ettiği senaryo içinde, 1973 sonrasını öncesinden ayıran ve bu buhranı (ya da krizi) bundan daha önceki buhranlardan farklı kılan en bariz ayrım ise mali alanda sermayenin edindiği hareket serbestliği. Bu, sermayenin zaman ve mekânın empoze ettiği sınırları aşmasını kolaylaştırıyor. Ancak, uzun-vadede, kapitalizmin 1850 sonrasında çizdiği rota göz önünde bulundurulursa, bu yeni gelişme niceliksel bir değişme, yoksa niteliksel değil. Fordizmin çözülmesiyle yaygınlaşan esnek üretim, bu üretimi mümkün kılan sermayenin hareket serbestliği ve bu serbestliğin sonucunda sermayenin dünyanın ücra köşelerine kadar uzanma ve nemalanma olanağı, krizin ortaya çıkardığı zorlukların aşılmasına geçici bir çözüm sağlıyor. Bu dönemi müteakiben geleceği varsayılan yeni büyüme döneminin farklı temeller üzerine kurulacağı ve esnek üretimin hayat süresinin bu dönemle birlikte son bulacağı, yeni dönemin oturmuş bir üretim -ve düşünce ve kültür- sistemine ihtiyacı olacağı kabulü postmodernizmin gündemden kalkması anlamına geliyor tabii. Postmodernizmin ifade ettiği dinamiklerin ortadan kalkması, Harvey’nin de bu akımın tasviple andığı yanlarının o andan itibaren evcilleştirilmiş olarak varolan sistem-muhalifi söylem içinde yer alabileceği öngörüsü ve arzusu da var yazarın projesinde. İktisadi açıdan sermayenin mali niteliğinin ön plana çıkarılıyor olmasının kültürel açıdan önemi, finans kapitalin ayrılmaz bir parçası olan spekülasyonun sadece iktisadi saha ile sınırlı kalmayıp postmodernizm sayesinde yaşamın diğer sahalarında da eşit derecede belirleyici bir rol alıyor olması. Spekülatif faaliyetin sadece iktisadi alana münhasır kalmasının mümkün olmadığı, yaşamın diğer sahalarına “bir biçimde” temayüz edeceği, postmodernizmin aynı akıbetin dışında kalamayacağı anlamına geliyor. Aksi takdirde, 1987’deki borsadaki ani düşmenin postmodernizm ile nasıl bir ilgisi olabilir? Spekülatif faaliyetlere verilen muhtıra, Harvey’e göre, bu dönemin sona ereceğinin en önemli göstergelerinden birisi.
1973 sonrası ve öncesinin bu biçimde ele alınmasının itiraz götürür iki yanı var; bunlar zaten birbirleriyle çok yakından ilişkili ve Harvey’nin vardığı sonuçları tasdik etmekten çok uzak iki tema. Bunlardan birincisi, kapitalizmin mutenavip büyüme ve buhran dinamiğinin tüm diğer belirleyicilerden bağımsız olarak ele alınması. Her iktisadi genişleme ya da buhran döneminin benzer dinamiklere bağlı olduğunu varsaymak, 1945 sonrası dönemin değerlendirilmesinde büyük bir dezavantaj yaratıyor: 1870’lerden beri dünya-sistemini kendi dinamikleri doğrultusunda şekillendirmeye başlayan Amerikan hegemonyasının ancak 1945 sonrasında sistemi kendi kurumsal ve örgütsel gerekirlikleri doğrultusunda şekillendirdiği olgusuna gerekli önemin verilmemesi. 1945-1973 arası sadece kesintisiz bir büyüme dönemi değil, Amerikan hegemonyasının şahikasına ulaştığı dönem, iktisadi büyüme döneminin hegemonik çatı altında yer aldığı dönem. 1968-73 sonrası bu sistem erozyona uğradı. Ama buhran dönemine girmiş olmamız ve bu buhranın sona ereceğini iddia ediyor olmak yeni büyüme döneminin 1945 sonrasındaki nitelikleri taşıyor olacağı demek anlamına gelmiyor kesinlikle.
Hegemonyanın çözülüyor olması öncelikle, 1973 öncesinde hüküm süren örgütsel düzen benzeri bir düzenin aynen inşa edilemeyeceği anlamına geliyor. Ama daha da önemlisi, hegemonun iktisadi gücü, rekabet mekanizmasını kendi iktisadi faaliyetleri sahası dışında tutmasına bağlı olduğu için, hegemonyanın çöküşü piyasa mekanizmalarının yaygınlaşıp monopol mekanizmalarının daralmasına yol açıyor; rekabet kavramı yeniden popülerleşiyor. Hegemonik gücün erozyona uğraması uzun-dönemli bir süreç. Yani, büyüme dönemi bugünkü iktisadi zorlukları biraz rahatlatmakla birlikte, rekabet unsurunun giderek ağırlık kazandığı bir ortamı getirecek beraberinde. Bu 1945 sonrası sistemle hiç bağdaşmayan bir boyut. Özellikle, eğer esnek üretim giderek artan rekabet unsurunun güçlendirdiği bir üretim süreci olarak tarif edilirse, yeni büyüme dönemi bunun dünya-ölçeğinde yaygınlaşmasına yol açabilecek potansiyeli taşıyor demek beraberinde. Bugünküne benzer süreçler, yani endüstrinin büyük-ölçekli göçü ve üretim sürecinin esnekleşmesi, gerek 1200-1350, gerekse de 1650-1750 yılları arasında da gerçekleşmişti dünya-ekonomisinin sınırları içinde. Dolayısıyla esnek üretimin kısa-dönemde ivmesini kaybedeceği beklentisi çok gerçekçi değil. Kuşkusuz, bugün sermaye karşısında güçsüz olduğu için rağbette olan “esnek” işgücünün pazarlık gücünün bir süre sonra ister istemez artacağı ve sermaye birikiminin gerekliliklerinin, yani tüketim eksikliğinin bir noktada sistem aleyhine çalışması ihtimali, üretimin yeni temeller üzerinde örgütleneceği demek, ama bunun çok yakın olduğunu söylemek mümkün değil.
Yani, İkinci Dünya Savaşı sonrası sıradan bir büyüme dönemi değil. Kapitalizmin dalgalanmaları içinde istisnaî bir dönem. Zaten öyle olmasa sistemin çökmeye başlamasının dünya-ölçeğinde bu denli büyük bir çalkantı yaratması imkânsız olurdu. Kapitalizm sermayenin hareket serbestliği üzerine kurulu bir sistem: 1945 sonrasında bu hareketlilik hem Amerika sınırları içinde, hem de dünya-ölçeğinde çeşitli uygulamalarla denetim altına alınmıştı. Yeni dönemde rekabetin artıyor olması, düzenin uzun-dönemli dinamiğinin yeniden bu denetleme mekanizmalarından bağımsız olarak çalışıması anlamına geliyor. Eski dengelerin yeniden kurulacağı anlamına değil.
İkinci itiraz ise postmodern durumun insanlığın durumu olarak sunulup tartışılması konusunda. Sermaye için zaman-mekân sınırlamalarının önemli olmaması, dünya-sisteminin merkezinde yer alan her değişimin otomatikman sistemin her elemanını aynı derecede etkileyeceği anlamına gelmemeli. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, hegemonik gücün yavaş yavaş bu konumunu kaybediyor olmasının yan-etkileri tüm dünyada hissediliyor olsa bile, bunun tezahürü değişik mekânlarda farklı oluyor. Endüstriyel üretimin Amerika dışına göç etmesinin yarattığı “esnekleşme” her yerde aynı sosyal etkiyi yaratmadı mesela. Bu göçü alan Uzak-Doğu, Amerika’nın çizdiğinden çok farklı bir iktisadi rota çiziyor. Avrupa öte yandan Amerika’nın 1980’lerde yaşadığı endüstriyel göç ve işgücünün esnekleştirilmesi süreçlerini 1990’larda yaşıyor, ama yine de bu dönüşümlerin sosyal faturası şu ana kadar Amerika’daki kadar yüksek değil. Kısacası, postmodernizmin mekânı hegemonik güç; bu akımı desteklediği iddia olunan süreçler ise hegemonyanın erozyonu ile çok yakından ilişkili. Dolayısıyla, Amerika’daki dönüşümleri dünya-sistemine maletmek yanıltıcı. Dünya-sistemindeki değişimlerin haritasının çıkarılması Amerika’yı değil dünyayı ana sahne olarak kullanan bir yaklaşım sayesinde olabilir. Oysa, Harvey’nin kitabında Avrupa ve Uzak-Doğu bile önemli bir yer tutmuyor, zaman zaman destekleyici bir rol oynamanın dışında.
Zaten dikkat edilecek olursa, postmodernizmin öncüleri olarak adlandırılanlar, “post-structuralist” ya da “deconstructionist” teorisyenler, ancak Amerikan toprağına ayak bastıktan sonra postmodernliğe terfi ettiler. Lyotard ve Derrida Atlantik kıyılarında, Latour ve Foucault Pasifik kıyılarında yeşerecek toprak buldu. Teorinin Amerika ve Avrupa kökenli ve bu merkezler dolayısıyla etki sahalarının coğrafi açıdan çok geniş olduğu süreçlerin mekân ve ortamdan soyutlanarak tüm dünyaya atfedilmesi sonucunu veriyor.
Eğer buhran dönemi dinamikleri sadece Amerika-merkezli bir bakış açısı ile değerlendirilirse, yani belirli sosyal hakların ortadan kalkıyor olması, işgücünün istihdam sorunlarının artıyor olması, sendikaların güçsüzleşiyor olması sadece bu gözle değerlendirilirse, Harvey gibi, bu dönemi bir kâbus gibi görmemek mümkün değil. Ama daha geniş perspektifli bir bakış açısı, emeğin pazarlık gücünün, örneğin, endüstrilerin göç ettiği ülkelerde güçlendiğini gösterecek (Brezilya ve Güney Kore gibi). Amerika’da işgücü İkinci Dünya Savaşı sonrasında sermayenin hareketliliğinin kısıtlanması sonucunda elde ettiği ayrıcalıklı konumunu yitiriyor olabilir, ama Asya’da durum tam tersine: Bugün, son kriz sonrasında bile işsizlik oranları hâlâ ancak yüzde 3 ilâ 5 arasında oynuyor.
Dünyanın diğer taraflarında, hegemonik ayrıcalıkların söz konusu olmadığı yerlerde, bugün Amerika açısından gayr insanî görülen her pratik zaten dünyanın geri kalan her tarafında yaygın bir biçimde uygulanıyor. Mesela, esnek üretim zaten dünyanın her tarafında son 50 senedir yaygın olan üretim: Üçüncü dünya kentlerinin nüfusunun yüzde 70’i aşan bir kısmı üretim ve istihdam koşulları açısından Amerika’da “esnekleştirilen” işgücünden çok daha esnekler. Ya da, postmodernizmin mümkün kıldığı iddia edilen mali temerküz ve endüstriyel göç hangi üçüncü dünya ülkesi için söz konusu? Endüstriyel üretim sistemin merkezinde tâlileşmiş bir üretim olabilir, ama bunun nedeni sınaî üretim aşıldığı için değil, başka yerlerde yapılıyor olduğu için, Manila’nın arka sokaklarında, Kuala Lumpur’da “iş-kamplarında,” Delhi’nin civarındaki köylerde. Postmodern durumu insanlığın durumu olarak addetmek çok kuşku götürür bir varsayım.
Sonuçta, postmodernizmin doğuş ve varlık koşullarının dünya-sisteminin merkezindeki soru ve sorunlara borçlu olduğu ve onlar tarafından çerçevelendirilmiş olduğunu söylemek yine de postmodernizmin ortaya attığı sorulara bir cevap vermiyor, ama bunların geçici olduğu varsayımı ile hafife alınması sonucunu da doğurmuyor. Ya da, esnek üretimin bir süre daha dünya-ekonomisinin can damarlarından birini oluşturacağını söyleyerek, sermayenin hareketliliğinin ve finans karakterinin uzunca bir süre ortalarda olacağını söylerken, bununla mutlaka postmodernizmin “spekülatif” akımların keşif kolu olarak görülmesini kasdetmek istemiyor. Sadece, eğer tartışmanın anlamlı kılınması olayların ve aktörlerin içinde yer aldığı sahnenin koordinatlarının kesinlikli olarak çizilmesine dayanıyorsa, o koordinatları Harvey’in yirmi yedi kısım tekmil-i birden kitabında çizdiği biçimde kabul edilmesinin sakıncalarına işaret etmekle yetiniyor.

İÇİNDEKİLER
Temel Tez
Önsöz
Teşekkürler
Birinci Kısım:
Çağdaş Kültürde Moderniteden Postmoderniteye Geçiş
1 Giriş
2 Modernite ve Modernizm
3 Postmodernizm
4 Kentte Postmodernizm: Mimarlık ve Kent Tasarımı
5 Modernleşme
6 POSTmodernİZM mi, postMODERNizm mi?
İkinci Kısım:
20. Yüzyıl Sonunda Kapitalizmin Politik-Ekonomik Dönüşümü
7 Giriş
8 Fordizm
9 Fordizmden Esnek Birikime
10 Geçişi Teorileştirmek
11 Esnek Birikim: Esaslı Dönüşüm mü, Geçişli Çözüm mü?
Üçüncü Kısım:
Mekân ve Zaman Deneyimi
12 Giriş

13 Toplumsal Hayatta Bireysel Mekânlar ve Zamanlar
14 Toplumsal İktidar Kaynakları Olarak Zaman ve Mekân
15 Aydınlanma Projesinin Zamanı ve Mekânı
16 Zaman-Mekân Sıkışması ve Modernizmin Kültürel Bir Güç Olarak Yükselişi
17 Zaman-Mekân Sıkışması ve Postmodern Durum
18 Postmodern Sinemada Zaman ve Mekân
Dördüncü Kısım:
Postmodernliğin Durumu
19 Tarihsel Bir Durum Olarak Postmodernite
20 Aynalı Ekonomi
21 Aynaların Aynası Olarak Postmodernizm
22 Fordist Modernizme Karşı Esnek Postmodernizm ya da
Bir Bütün Olarak Kapitalizmde Karşıt Eğilimlerin İç İçe Geçmesi
23 Sermayenin Dönüştürücü ve Spekülatif Mantığı
24 Elektronik Röprodüksiyon ve İmge Bankaları Çağında Sanat Yapıtı
25 Zaman-Mekân Sıkışmasına Tepkiler
26 Tarihsel Materyalizmin Krizi
27 Aynalardaki Çatlaklar, Kenarlardaki Kaynaşmalar
Kaynakça
Ad Dizini

David Harvey
Postmodernliğin Durumu Kültürel Değişimin Kökenleri
Özgün adı: The Condition of Postmodernism

Çeviri: Sungur Savran
Yayına Hazırlayan: Müge Gürsoy Sökmen
Kapak Deseni: Madelon Vriesendorp
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen

Kitabın Baskıları:
İlk Basım: Kasım 1997
4. Basım: Kasım 2006

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir