“Kendini özgür sanan performans öznesi aslında bir köledir. Efendisi olmaksızın kendini gönüllü olarak sömürmesi ölçüsünde mutlak köledir. Karşısında artık onu çalışmaya zorlayan bir efendi yoktur. Salt yaşamı mutlaklaştırarak çalışır.
“Bir girişimci olarak neoliberal özne başkalarıyla amaçtan yoksun ilişkilere girmekten acizdir. Girişimciler arasında amaçtan yoksun bir dostluk oluşmaz zaten. Halbuki özgür olmak köken olarak dostlar arasında olmak anlamına gelir. Özgürlük ve arkadaş kelimeleri Hint-Avrupa dil ailesinde aynı köke sahiptir. Özgürlük esasında bir ilişki kelimesidir. İnsan kendini ancak iyi bir ilişkide, diğer insanlarla mutlu bir birliktelik içinde gerçekten özgür hisseder.
“Yurttaş tüketici haline gelmiştir. Yurttaşın özgürlüğü yerini tüketicinin edilginliğine bırakır. Tüketici olarak seçmen bugün siyasete, toplumu şekillendirmekte etkin bir rol almaya gerçek bir ilgi göstermemektedir. Ortak siyasi eylem gerçekleştirmeye ne isteği ne de yeteneği vardır. Siyasete sadece edilgin bir biçimde, homurdanarak, şikâyet ederek tepki verir, tıpkı hoşuna gitmeyen hizmet ya da mal sektörüne yaptığı gibi. Siyasetçiler ve partiler de bu tüketim mantığı uyarınca davranır. “Sunmak” zorundadırlar. Böylelikle de tüketici olarak seçmeni tatmin etmesi gereken tedarikçiler durumuna düşerler.”
– Byung-Chul Han
OKUMA PARÇASI
Özgürlüğün Krizi, Özgürlüğün Sömürülüşü s. 11-14
Özgürlük bir epizot haline gelecektir. Epizot ara bölüm demektir. Özgürlük duygusu bir yaşam biçiminden diğerine geçerken ortaya çıkar ve bu yeni biçim de kendini bir zorlama biçimi olarak gösterene kadar sürer. Böylece özgürleşmenin ardından yeni bir tabiyet gelir. Bu öznenin kaderidir sanki: Subjekt’in kelime anlamının, “tabi olan”ın da itiraf ettiği gibi.
Bugün tabi durumda bir özne (Subjekt) değil, özgür, kendini sürekli yeniden tasarlayan, yeniden icat eden bir proje (Projekt) olduğumuza inanıyoruz. Özneden projeye bu geçişe özgürlük duygusu eşlik ediyor. Ancak bizzat bu projenin zorlama altında bir varlık, dahası tabiyet ve boyun eğişin daha da etkin bir biçimi olduğunu görüyoruz. Dışsal baskılardan ve kendine yabancı zorlamalardan kurtulmuş olduğunu sanan bir proje olarak ben, daha iyi bir performans sergileme ve mükemmelleşme şeklindeki içsel baskılara ve zorlamalara tabi kılıyorum kendimi.
Bizzat özgürlüğün zorlamalara yol açtığı kendine has bir tarihsel dönemde yaşıyoruz. Yapabilme özgürlüğü, emir ve yasaklar dile getiren yapmalısından daha fazla zorlama üretiyor hatta. Yapmalısının bir sınırı vardır. Yapabilme ise sınır tanımaz. Bu yüzden de yapabilmeden kaynaklanan zorlamanın sınırı yoktur. Böylece kendimizi bir ikilemin içinde buluruz. Özgürlük aslında zorlamanın karşıtıdır. Özgür olmak zorlamalardan arınmış olmak demektir. Ama zorlamanın karşıtı olması gereken bu özgürlüğün kendisi zorlamalar yaratır. Depresyon ya da ruhsal tükeniş (burnout) özgürlüğün derin krizinin dışavurumlarıdır. Bunlar günümüzde özgürlüğün pek çok açıdan zorlamaya dönüşmekte olduğunun patolojik işaretleridir.
Kendini özgür sanan performans öznesi aslında bir köledir. Efendisi olmaksızın kendini gönüllü olarak sömürmesi ölçüsünde mutlak köledir. Karşısında onu çalışmaya zorlayan bir efendi yoktur. Salt yaşamı mutlaklaştırarak çalışır. Salt yaşam ve çalışma aynı madalyonun iki yüzüdür. Sağlık salt yaşamın idealini temsil eder. Hegel’in efendi ve köle diyalektiği uyarınca çalışmayıp sadece keyif süren efendinin egemenliği, hatta özgürlüğü neoliberal köleye yabancıdır. Efendinin egemenliği, kendini salt yaşamın üzerine yerleştirmesi ve bunun uğruna ölümü bile göze almasındadır. Bu aşırılık, bu aşırı yaşam ve keyif biçimi çalışan, salt yaşamı dert edinen köleye yabancıdır. Hegel’in düşündüğünün aksine çalışmak onu özgür kılmaz. İşin kölesi olarak kalmaya devam eder. Hegel’in kölesi efendiyi de işe zorlar. Hegel’in efendiköle diyalektiği çalışmanın totaliter hale gelmesine yol açar.
Bir girişimci olarak neoliberal özne başkalarıyla amaçtan yoksun ilişkilere girmekten acizdir. Girişimciler arasında amaçtan yoksun bir dostluk oluşmaz zaten. Halbuki özgür olmak (Frei-sein) köken olarak dostlar arasında olmak (bei Freunden sein) anlamına gelir. Özgürlük (Freiheit) ve arkadaş (Freund) Hint-Avrupa dil ailesinde aynı köke sahiptir. Özgürlük esasında bir ilişki kelimesidir (Beziehungswort)*. İnsan kendini ancak iyi bir ilişkide, diğer insanlarla mutlu bir birliktelik içinde gerçekten özgür hisseder. Neoliberal rejimin yönelmiş olduğu tümden tekilleşme bizi gerçekten özgür kılmaz. Böylelikle bugün sorulacak soru, kendisini zorlamaya dönüştüren uğursuz diyalektiğinden kurtulabilmek için özgürlüğü yeniden tanımlamamızın, yeniden icat etmemizin gerekip gerekmediğidir.
Neoliberalizm bizzat özgürlüğü sömürmeye yarayan çok verimli, hatta zekice bir sistemdir. Heyecan, oyun ve iletişim gibi özgürlüğün pratiğine ve dışavurum biçimlerine ait ne varsa sömürülür. İnsanı iradesine karşı sömürmek verimli olmaz. Yabancı bir gücün sömürüsü fazla kazanç sağlamaz. Ancak özgürlüğün sömürülüşü sayesinde maksimum kazanca ulaşılır.
İlginç bir şekilde Marx da özgürlüğü başkalarıyla kurulan iyi ilişki üzerinden tanımlamıştır: “Ancak [başkalarıyla] bir topluluk halindedir ki [her] birey yeteneklerini her yönde geliştirme imkânına kavuşur; yani kişisel özgürlük ancak topluluk içinde mümkündür.” [1] Buna göre özgür olmak kendini diğerleriyle birlikte gerçekleştirmekten başka bir anlama gelmez. Özgürlük başarılı bir toplulukla eşanlamlıdır.
Marx’a göre bireysel özgürlük sermayenin hilesi, sinsi bir oyunudur. Bireysel özgürlük fikrine dayanan “özgür rekabet” sadece “sermayenin başka bir sermaye olarak kendiyle ilişkisi, yani sermayenin sermaye olarak reel davranışıdır”. [2] Sermaye, özgür rekabet üzerinden başka bir sermaye olarak kendisiyle ilişki kurarak ürer. Kendisinin ötekisiyle bireysel rekabet üzerinden çiftleşir. İnsanlar birbirleriyle özgürce rekabet ederken sermaye çoğalır. Bireysel özgürlük sermaye tarafından kendi çoğalması için ele geçirildiği ölçüde köleliktir. Yani sermaye üremek için bireyin özgürlüğünü sömürür: “Özgür rekabette özgür olan bireyler değil sermayedir.” [3]
Bireysel özgürlük aracılığıyla sermayenin özgürlüğü gerçekleşir. Böylelikle özgür birey sermayenin cinsel organı durumuna indirgenir. Bireysel özgürlük sermayeye, onu aktif üremeye yönelten “otomatik” bir öznellik kazandırır. Böylelikle de sermaye sürekli olarak “canlı yavrular” [4] doğurur. Günümüzde aşırı bir biçime bürünen bireysel özgürlük sonuçta bizzat sermayenin aşırılığından başka bir şey değildir.
* “Öncül, zamirin ilişki kurduğu kelime” anlamına gelen Beziehungswort, “ilişki” ve “kelime” anlamlarına gelen kelimelerden oluşur. – ç.n.
Notlar
[1] Karl Marx ve Friedrich Engels, Die Deutsche Ideologie, MEW, Cilt 3, s. 74; Türkçesi: Alman İdeolojisi, çev. Olcay Geridönmez, Tonguç Ok, İstanbul: Kor Kitap, 2018. Metne dön.
[2] Karl Marx, Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, MEW, Cilt 3, s. 545; Türkçesi: Grundrisse-Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, çev. Sevan Nişanyan, İstanbul: Birikim, 2018. Metne dön.
[3] A.g.y. Metne dön.
[4] Karl Marx, Das Kapital, MEW, Cilt 23, s. 169; Türkçesi: Kapital, çev: Nail Satlıgan, Erkin Özalp, Mehmet Selik, İstanbul: Yordam Kitap, 2015. Metne dön.
Emek Erez, “Neoliberalizm ve yeni iktidar teknikleri”, Gazete Duvar, 28 Eylül 2019
Neoliberal politikaların uç noktalara ulaştığı günümüz dünyasında, bildiğimiz kavramlar, içinde bulunduğumuz durumu açıklamakta zorlanıyor. Türkiyeli okurun yakından takip ettiğini düşündüğüm, Byung- Chul Han, son yıllarda Türkçeye kazandırılan metinlerinde de gördüğümüz gibi günümüz dünyasını ve insanını anlamaya çalışan kitaplarıyla dikkat çekiyor. Geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları tarafından, Haluk Barışcan çevirisi ile basılan, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri adlı kitabında da yazarın bu konudaki anlama çabasını görebiliyoruz.
Byung-Chul Han, bu metninde, “disiplin toplumu” ve “biyopolitika” gibi kavramları da tartışmaya açıyor. Baskıcı, nüfusa dayalı, bedeni esas alarak uygulanan biçimleyici politikaların, hayatı denetleyen, özneyi silen, insanı sayılarla açıklayan siyasetin, kurumların desteğiyle bireyi “normalleştirme”yi amaçlayan uygulamaların, bugünü anlamakta yetersiz kalacağına işaret ediyor, Neoliberalizm ve dijital çağ ile birlikte başka bir aşamaya geçildiğini düşünüyor ve bahsettiği dönemin insanını konu ediyor. Ayrıca, içinde bulunduğumuz zamanın daha çok psikopolitikanın etkisi altında olduğunun altını çiziyor. Yazar, karşılaştırmalar ve örneklerle tezini savunurken Neoliberalizmin yeni iktidar tekniklerinin bireyin bedeninin de ötesinde bir hâkimiyete kavuştuğunu, zihnini denetim altına aldığını, onu kendisine gönüllü hâle getirdiğini, iletişimin kaybolduğunu, insanın “dijital bir panoptikon” tarafından âdeta esir alındığını dile getiriyor.
Zorlayıcı özgürlük
Byung-Chul Han, konuyu tartışmaya özgürlük ile başlıyor, onun düşüncesinde özgürlük artık zorlamayı çağrıştırıyor. Günümüz dünyasında özne, kendisini tasarlayan, yeniden icat eden bir proje. Bu projede özne için zoraki olan yok, gönüllülük var bu nedenle kendisini mükemmel bir projeye dönüştürme özgürlüğü ile birlikte devamlı performans gösteriyor. Eskiden “yapmalısın” olarak tanıdığımızın da sınırı artık yok, yapabilme var sonsuzca “yapabilme” özgürlüğü. Bu özgürlük hâlinde, dışarıdan bir baskı hissedilmiyor ama birey kapıldığı özgürlük yanılsamasıyla, kendisini yapmaya zorluyor ve mükemmel olana ulaşmaya çalışırken, tükenen, depresif bir kişiye dönüşüyor.
Performans öznesi
Neoliberalizmin hâkim olduğu bu dünyada kişi bir performans öznesi, efendisi olmaksızın köle, amaçsız bir girişimci ayrıca bu yeni özgürlük biçimi onu dostsuz bırakıyor oysa özgürlük kelimesi en çok dostlukla ilişkili. “İnsan kendini ancak iyi bir ilişkide, diğer insanlarla mutlu bir birliktelik içinde gerçekten özgür hisseder” diyor Byung-Chul Han ama Neoliberal rejimin tekilliğe yönelten politikası, özgürlüğü bir sömürü biçimine dönüştürürken, özneyi de yalnızlaştırıyor. Özgürlük artık topluluk içinde öznenin kendisini gerçekleştirdiği bir durum değil. Bu girişimci özne, kendi şirketinin kölesi, kendini sömüren patron, sınıf mücadelesini kendisiyle savaşa dönüştürmüş kişi. Bu kişi başarıya ve mükemmelliğe dolayısıyla da performansa odaklı çünkü başarısız olduğunda sorgulanan Neoliberal politikalar değil kendisi olacak. Neoliberalizm, bir öz-sömürü rejimi ve okları bireyin kendisine yöneltiyor. Topluluktan yoksun, bağların ve dostluğun olmadığı bu sistemde yalnızlık ve depresyon bu öznenin en büyük sorunu.
Tüm bunları arka arkaya okuduğumuzda felâket tellallığı yapıyormuş algısı oluşuyor. Ancak üzerine düşününce, özellikle dijital olanın yaşamımızın çok büyük bir alanını kapladığı bu dünya durumunda, sosyal medya ortamlarında devamlı içerik üretme telaşımız, güvencesiz bir yaşama gönüllülüğümüz ve bunun getirisi olarak devamlı performans gösterme zorunluluğumuz, kendimizin patronu olduğumuzu sanarak attığımız tweetler, oluşturduğumuz içerikler ki Byung-Chul Han’ın kast ettiğinin “dijital bir panoptikon” olduğu düşünülürse, maalesef yazar çok haksız değil.
Akıllı ve dost iktidar
Byung-Chul Han’a göre günümüz iktidar teknikleri disiplin iktidarı değil, tam tersine akıllı ve dost, baskılamayı değil müsamaha göstermeyi tercih ediyor, özne kendisini iktidar baskısı altında hissetmiyor ve bu iktidara kendiliğinden gönüllü hâle geliyor. Bu teknik öyle incelikli ve derinden işliyor ki kişi farkına bile varmıyor. Byung-Chul Han şöyle anlatıyor durumu: “Bizi teşvik eden ayartan özgürlükçü, dost çehreli iktidar, talimat ve emir veren, tehdit eden iktidardan daha etkilidir. Mührü ‘like/beğendim’ simgesidir. Tüketerek, iletişimde bulunarak, hatta like’ı tıklayarak tabi oluruz tahakküm ilişkilerine. Neoliberalizm ‘Beğendim’ kapitalizmidir.” Yazara, öznenin gönüllü olarak sistemin parçası olması konusunda katılabiliriz ancak disiplin iktidarı olarak açıkladığı biçimin de tam olarak ortadan kalktığı konusu soru işareti içeriyor fikrimce, son yıllarda özellikle sağ popülist siyasetin getirisiyle birlikte disiplin iktidarının çağrıştıran yeni baskı tekniklerini devreye soktuğunu bile söyleyebiliriz gibi geliyor bana. Ama şu düşünülebilir disiplin iktidarı günümüz politikasını anlamaya yetmiyor ona yeni teknikler ekleniyor Byung-Chul Han’ın bahsettiği “akıllı/dost iktidar” da bunun bir parçası. Ayrıca, disiplin iktidarının bir yönetim tekniği olarak biyopolitika, üreme, doğum ve ölüm oranları, sağlık gibi konuları düzenleyerek yaşamın her noktasında, tek tek bedenlere kadar yayılan bir tahakküm kurmaya çalışır. Yazara göre ise biyopolitika, psyche’yi sömüren neoliberal düzene uygun değildir çünkü psişik olana ulaşamaz, ruhu içermez. Yine Byung-Chul Han’a göre, bunun sebebi demografi ile psikografi arasındaki farktan kaynaklanır, demografi ruha erişemez ama psikografi bireyin yaşam tarzından, fikirlerine, tüketim biçimlerine kadar ulaşabilir. Evet, psikografi belki özneye daha derinden nüfuz etme kapasitesine sahip ancak biyopolitikayı sadece demografiye indirgemek de sorunlu bana kalırsa, direkt olarak bedeni hedef alan bir iktidar tekniği çünkü tabi eğer bedeni ruhtan ayrı bir makine gibi görmüyorsak. Bence, beden ve ruhu bütün olarak alırsak ve bedeni etkileyen bir politikanın ruhu da etkileyeceğini söyleyebiliriz. Yazar biyopolitikayı biyolojik bir alanda değerlendiriyor ve neoliberalizmin bedensel olanla ilgilenmediğini, Psyche’nin farkına vardığını düşünüyor ve ekliyor: “… Böylelikle psikopolitikaya dönüş, günümüz kapitalizminin gayri maddi, gayri bedensel oluşuyla belirlenen üretim biçimine de bağlıdır. Şeyler değil, enformasyon ve programlar gibi şey olmayan varlıklar üretilmektedir. Üretici güç olarak beden biyopolitik disiplin toplumundaki kadar merkezi yer tutmaz. Verimliliği arttırmak için bedensel dirençler aşılmaz, psişik ya da zihinsel süreçler düzenlenir. Bedensel disipline ediş yerini zihinsel optimizasyona bırakır.” Yani artık performansa dayalı, sürekli verimlilik odaklı, öznenin bedeninden çok zihnine oynayan onu düzenleyen bir iktidar tekniği hâkim. Bu konuda da Byung-Chul Han’a hak verebiliriz ama kişisel fikrim psikopolitika belirleyici olsa bile Neoliberalizmin biyopolitikayı da bir o kadar etkin kullandığı yönünde. Belki de bu iki kavramı birlikte düşünerek, aralarındaki ilişkiyi çözümlemek sistemi anlamamızda daha işlevsel olabilir.
Kendilik meselesi
Byung Chul Han ayrıca Foucault’nun seksenli yıllardan itibaren “kendilik teknolojileri” ile ilgilenmeye başlasa da Neoliberal tahakküm biçimlerinin, “kendiliği” tamamen ele geçirdiğini, onu düzenlediğini, kendinin girişimcisi yaptığını, gönüllü kıldığını göremediğini iddia ediyor. Çünkü yazarın bahsettiği durumda özne kendi tahakkümünü, özgürlük yanılsamasıyla kendisi gerçekleştiriyor. Bu nedenle şöyle diyor Byung-Chul Han: “Özgürlük ve sömürüyü kendini sömürme şeklinde bir araya getiren bu iktidar tekniği Foucault’nun gözünden kaçmıştır.” Foucault Antik Yunan, Roma ve Hristiyanlıkta kullanılan itiraf yöntemlerinin öznenin kurulumunda, ona kendisine dair hakikati vermekte işlevsel kılındığını vurgular. Böylece, öznenin kendisine dair olanın belirlenimi bir iktidar ile sağlanır. Özne kim olduğunu çeşitli tekniklerle örneğin, günah çıkararak, kendinden olanı itiraf ederek bulur yani bir yönlendirici vardır kişinin kendi hakikatine ulaşmasında. (Ayrıntılı Bilgi için bknz. “Hermenötiğin Kökeni ‘Kendilik Hakkında-Dartmouth Konferansları,1980’”, Ayrıntı Yayınları, 2017). Byung-Chul Han Foucault’nun öznenin kendiliğin kurulumundaki payını keşfettiğini ancak bunu gönüllü bir özgürlük yanılsamasıyla yaptığını göremediğini daha iyi ifadeyle bu konudaki sözünü tamamlayamadığını düşünüyor anladığım kadarıyla. Sanırım burada atlanmaması gereken Byung-Chul Han’ın kendi deyimiyle “dijital panoptikon” çağından konuşması çünkü kendisinin de ifade ettiği gibi: “Dijital Panoptikon, sakinlerinin kendilerini gönüllü olarak sergilemesinden yararlanır. Kendini sömürme ve kendini ışıklandırma da aynı mantığı izler. Her seferinde özgürlük sömürülür. Dijital panoptikonda enformasyonu irademiz dışında elimizden alan Big Brother bulunmaz. Kendimizi kendi isteğimizle sergiler, hâttâ çıplaklaştırırız.” Gözetim artık dışarıdan değildir, tıpkı disiplin iktidarı meselesinde olduğu gibi “Big Brother” da daha anlayışlıdır ve özne artık kendi kendinin gözetimcisidir. Ayrıca bireyi gözetleyen, disipline eden bildiğimiz anlamda bir panoptikon değildir bahsedilen. Buradan da anlaşılacağı gibi Byung-Chul Han’ın bahsettiği anlamda gönüllü sömürülenlere dönüşmemizi mümkün kılan en önemli faktör Dijitalin hâkim olduğu bir çağda, onun kurallarına göre yaşamamızdır.
Byung-Chul Han, psikopolitikanın özneyi belirlediği, onu sisteme gönüllü kıldığı, anlatıdan yoksun, duyguları kontrol altında tutulan, siyasetin tek tek kişiye göre biçimlendiği, bağlardan yoksun, kendi kendinin gözetimcisi, disipline edicisi, girişimcisi bir insanlık durumundan söz ediyor. Her şeyin şeffaf olduğu, kişinin kendisini gösterinin parçası yaptığı, heyecansal bir yönetimin hâkim olduğu, anlamdan yoksun, insanın sermayeye dönüştüğü, istatistiğin yerini “dataizm”in aldığı yani her şeyin bir veriye dönüştüğü bir dünya bahsettiği. Kısacası, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri pek çok açıdan haklı bulabileceğimiz yeni tartışmalara vesile olacak konular içeriyor ama karşı çıkmaya müsait yanları da var. Bu açılardan bu meselelerle ilgilenen okurun dikkatini çekebilecek bir metin.
İlke Kamar, “Dijital psikopolitaka çağında özgürlük”, BirGün Kitap, 11 Ekim 2019
Geride bıraktığımız otuz yılda bilgisayar alanında yaşanan ve ‘sayısal devrim’ olarak nitelendirilen teknolojik gelişmeler, toplumsal iletişimde yeni bir ‘özne’ olarak interneti gündeme getirdi. Çok geçmeden yaygınlaşan internet, kısa sürede akademik, entelektüel ve popüler ilgiyi üzerine çekti. Bu tartışmalar içinde interneti modern toplumların karşı karşıya kaldığı siyasal, toplumsal ve ekonomik her türlü soruna bir çare olarak konumlandıran liberal/neoliberal yaklaşımların bugün de ağırlıkta olduğu gözlemleniyor.
Eleştirel düşünce ise bu sorunları, daha da derinleştirdiğine vurgu yapıyor. Birbirine karşıt bu iki yaklaşıma dayanan tartışmalar iletişim teknolojilerinde özellikle de kitle iletişimi ile ilgili olarak ortaya çıkan her yenilikle birlikte canlanarak devam ediyor. Radyoda, televizyonda ve sinemada da bu tartışmalar fazlasıyla yapıldı.
Günümüzde liberal kuramı benimsemiş akademik çalışmalar ticarileşme kontrol altına alınırsa internet teknolojisinin insanlar arası iletişimde aracıları ortadan kaldırarak iletişimi özgürleştireceğini, bilgiye erişimi kolaylaştıracağını ve nihayetinde demokratik kültürü ve bireyin gelişimine katkı sağlayacağını varsaymakta. Bu yüzden de internet onlar için adeta yeni yüzyılın kurtarıcısı! Bu fazlasıyla iyimser yaklaşıma karşı çok geçmeden güçlü sesler yükselmeye başladı. Kısa bir geçmişi olmasına rağmen dijital dünyanın getirdiği ‘ağa bağlanmanın’ egemen güçleri, siyasal, toplumsal ve ekonomik alanda daha da hâkim’ pozisyona getirdiğini gösteren birçok çalışma yapıldı. İşte onlardan biri de Byung-Chul Han tarafından yazıldı!
Dijital derebeyler boş rolde
Güney Koreli yazar, kültür kuramcısı ve filozof Byung-Chul Han Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri kitabında içinde bulunduğumuz dijital dünyada ‘disiplin toplumu’ ve ‘biyopolitika’ gibi kavramların nasıl dönüştüğünü ele alıyor. Bedeni esas alarak uygulanan politikaların insanı nasıl şekillendirdiği üzerine de durarak disiplin altına alınmış toplumu örnekler üzerinden değerlendiriyor. ‘Dijital Psikopolitika ’olarak adlandırdığı yeni dönemde kendini özgür hisseden ama köle olmaktan kurtulamayan insanı çalışmasının merkezine konumlandırıyor. Ona göre bu yeni sistem ‘şeffaflığın diktatörlüğünden’ başka bir şey değil. Peki nasıl oluyor da kendimizi bu kadar özgür hissettiğimiz bir ortamda köle olmamız kaçınılmaz oluyor? Byung-Chul Han tartışmaya önce özgürlük kavramını anlamaya-anlatmaya çalışarak başlıyor. Han’a göre özgürlük zorlamanın zıttıdır ve zorlamalardan arınmış olması gerekir. Ama günümüzde özgürlüğün kendisi dayatmada bulunmaktadır. Çünkü neoliberalizm, özgürlüğü sömürmeye yarayan sistemdir ve böylece bu yolla kazancını en üst seviyeye çıkarır. Tüm bu sürecin en kötü tarafı ise karşıdaki düşmanın silikliği, yokluğu! Han’a göre, bir sistem özgürlüğe saldırıyorsa karşı koymak gerekir. Ama şimdiki sistemin ‘sinsiliği’ özgürlüğe saldırmayıp onu araç haline getirmesinde. İşte bu araçsallaştırma sürecinde ise dijital ağlar ve dijital derebeyler başrolde!
Byung-Chul Han, dijital ortamın sunduğu ‘özgür dünyayı’ başlı başına bir yanılsama ve ‘gönüllü kölelik’ olarak görüyor. Örneğin sosyal medyanın ifade özgürlüğünü genişlettiği konusu! Yazara göre asıl gerçek hiç de öyle değil. Dünyadaki büyük güçler sosyal medyayı halkı izlemek, eğilimlerini takip etmek ve yönlendirmek için kullanıyor: “Bugün her tıklamamız, arama amacıyla girdiğimiz her kavram kayda geçirilir. İnternetteki her adımımız gözlenir ve kaydedilir. Hayatımız tümüyle dijital ağa yansır. Dijital genel görünümümüz kişiliğimiz, ruhumuz hakkında son derece doğru bir iz bırakır, belki de olduğumuzu sandığımız kendimizden daha doğru ya da daha eksik bir iz.”
Bu noktada, Han’ın en çok üzerinde durduğu konu ise ‘gönüllülük’ meselesi. İnsanların özel hayatlarını göstermek için neredeyse pornografik bir arzuya itildiklerini söyleyen Han, sosyal medya aracılığıyla her şeyi gözler önüne serdiğimizi ve bunların hepsini özgür bir hisle ‘gönüllü olarak’ yaptığımızı, sırlarımızı ifşa ettiğimizi söylüyor. “Neoliberal rejimin iktidar tekniği incelikli, kaygan, akıllı bir biçime bürünmüş olup hiçbir şekilde görünür değildir. Bu rejimde tabii durumdaki özne tabiiyetinin farkında bile değildir. Egemenlik ilişkileri tümüyle görüş alanının dışındadır. Bu yüzden de kendini özgür sanır.”
Han, böyle bir ortamı ise ancak akıllı iktidarlar yaratır der! Çünkü akıllı iktidarlar, güç kullanarak insanlara emir ve yasaklar getirmek yerine bağımlılık yaratmayı amaçlar. Akıllı iktidar ruhu zorlama ve yasaklardan kurtarırmış gibi davranır. Özgür seçim alanı sunarak aslında özgürlüğümüzü elimizden alır bilinçli ve bilinçdışı hükmederek: “Bizi teşvik eden ve ayartan özgürlükçü, dost çehreli iktidar, talimat ve emir veren iktidardan daha etkilidir. Mührü ‘Like Beğendim’ simgesidir ona göre. Neoliberalizm ‘beğendim’ kapitalizmidir.
Günümüz iletişimi bir sömürü!
Kitabın en önemli bölümlerinden biri de Han’ın Big Data üzerinden giden değerlendirmeleri. Ama oraya gelmeden önce bugünün iletişiminin bir sömürüden farksız olduğunun defalarca altını çiziyor. Büyük dijital iletişim şirketlerinin bize sunduğu alanlar üzerinden birbirimizle iletişim kurduğumuzu ve kendimizi özgür hissettiğimizi belirten yazar günün sonunda ise iletişim şirketlerinin bu alandan para kazandığına dikkat çekiyor. Dahası gizli servislerin ise bu iletişimİ kontrol ettiğine! Burada gerçek özgürlüğümüz için ise en büyük tehlikenin Big Data! Han, Big Data sadece bilgileri görüntülemek değil özellikle insan davranışlarını kontrol etmek için kullanıldığından hareketle aslında özgür olarak verdiğimiz kararların tamamının manipüle edilmiş olduğunu, yani Big Data nedeniyle özgür irademizin tehlike altında olduğunu anlatıyor: “Bugün dijital psikopolitika çağına doğru gidiyoruz. Bu siyaset, pasif gözetlemeden, aktif yönlendirmeye doğru ilerliyor. Bu da bize özgürlüğün yeni bir krizine itiyor. Artık bizzat özgür iradedir bundan etkilenen. Big Data, toplumsal iletişimin dinamiklerine ilişkin kapsamlı bilgi edinmeye olanak sağlayan çok etkili bir psikolojiktik bir araçtır. Bu bilgi insan ruhuna nüfus etme ve onu düşünce öncesi düzeyde etkilemeyi mümkün kılan bir iktidar bilgisidir.”
Budalayı oynamak
Byung-Chul Han göre günümüzde insan duyguları, heyecanı tepkileri kontrol altında tutulsa da bundan habersiz bir şekilde kendini özgür hissederek yaşamaya devam ediyor. İnsan sermayeye dönüşmüş bir durumda ve anlamdan yoksun hem efendi hem de köle pozisyonunda. Peki yazara göre psikopolitikaya direnebilir miyiz? Han, iletişim ve uyum baskısı karşısında ‘budalalığın’ bir özgürlük pratiğini temsil edebileceğini söylüyor. Çünkü budala olanlar bağlantısız, ağ dışı enformasyonsuz olandır. Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri birçok açıdan yeni soruları beraberinde getirmekle birlikte kısa zamanda karşıt görüşlerini de oluşturacak bir metin.
Dilan Ayyıldız, “Neoliberal politikaların bilinçaltına dair bir öykü”, İleri Haber, 22 Aralık 2019
İnsanın hafızası unutmaya dayalı bir anlatıya sahiptir. Hatta öyledir ki neyi unuttuğumuzu bilmenin mümkünlüğünden de çoğu zaman söz edemeyiz. Çünkü beynimiz deneyimlediğimiz süreçleri filtre ederek bunların sadece bir kısmının hatırlanabilir kalmasına izin vermektedir. Hal böyleyken bilinçli bilginin kendisine getirilen büyük bir sınırlılık söz konusudur.
Peki unutulan bu anlatının devamı nereye akar gider? Freud bu soruya 19. Yüzyılın ortalarında “bilinçaltı” kavramıyla cevap üretmiştir. Deneyimlediğimizi hatırlamadığımız bilginin depo alanıdır bilinçaltı. Fakat tüm bu bilgiler öyledir ki; bizim farkında olmaksızın tüm karar süreçlerimizi, tüketim alışkanlıklarımızı ve daha birçok şeyi etkilemektedir. Byung-Chul Han, Psikopolitika kitabında deneyimlediğimizin farkında bile olmadığımız bu bilgi yığınının bizzat bizler tarafından gönüllü olarak neoliberal politikaların nasıl kucağına bırakıldığını ve neoliberalizmin iktidarını nasıl şekillendirdiğini tartışmaya açıyor.
Bütünsel olarak değerlendirildiğinde neoliberalizmin kendinden önce gelen politikalardan farklı olarak kısıtlamak, zapturapt altına almak ve baskılamak yerine özgürleştirmek, serbest bırakmak ve haz almaya dayalı bir politika olduğunu keşfetmeye başlıyoruz. Tam bu noktada aslında neoliberalizmin özgürlüğü ve haz alma kavramlarını birer baskılama aracı olarak şekillendirdiğini görüyoruz. Kitapta “dijital panoptikon” olarak kavramsallaştırılan, kişinin her şeyi yapabilme ehliyetini eline aldığı ve bunu yaparken kendine dair kendinin bile farkında olmadığı tüm bilgileri, verileri herkesin kullanımına açtığı ve böylelikle uygulanan politikaların bir kıskaç gibi kişiyi içine hapsettiği bir model tarifi görüyoruz. Bu dijital panoptikonlar içerisinde kimse sizi durdurmaya kalkmaz, hareket alanınızı engellemez ve acıya yer yoktur. Tam tersine olumlamak üzerine kurulu bu dünyada hoyratça tüm benliğinizi ortaya koyarsınız. Ve öyledir ki tüm benliğinizi ortaya koyma özgürlüğü, sizin unuttuklarınızın dahi başkaları tarafından hatırlanıyor oluşu özgürlükten belki daha değerlisini, özgür iradeyi ve bilinçaltınızın taleplerini elinizden alıyor.
Yeni iktidar teknikleri artık görünen ile değil görünmeyenin anlattıklarıyla var oluşunu inşa ediyor. Bu noktada yazarın Foucault’nun biyopolitikasına da eleştiriler yönelttiğini görüyoruz. Biyopolitikanın, yani fiziksel dünyanın, bedeni ele geçirme gayesinin geride kaldığı bunun yerine artık ruhun, bilinmeyenlerin yani psikopolitikanın önem kazandığı bir görüşün yerleştiğini anlıyor ve kavrıyoruz. Bu süreçte kişilerin duyguların silikleştiği, heyecanın duygulanmak ile eşdeğer görüldüğü bir insan perspektifi çıkıyor karşımıza. “Heyecanlanmayan insan; duygulanmayan, duygusu olmayan insandır” mottosu iktidar modelinin başat unsuru haline geliyor.
Neoliberalizm bizlere “distopyası olmayan” fakat ütopyalar kurmamıza da izin vermeyen, üretimin devamı için tüm duygu hallerinin hiç edilip sürekli mutluluk ve heyecan talep edem bir toplum modeli tarifliyor. Belki de bu nedenledir ki acı çeken toplumlar; acıyı duyumsamakta ve buraya cevap üretmekte narkoz etkisinde kalmış bir şekilde atıl kalıyor. Fakat en büyük handikap da tam olarak burada başlıyor olsa gerek. Yazarın bu iktidar tekniklerinin alt edilişine dair umutsuzluğunu görsek de biz bugün biliyoruz ki acıyı duyumsayanlar hala var. Ne kapitalizmin yarattığı heyecanlar ne de zahiri mutluluklar acıyı duyumsamamız önünde engel teşkil ediyor. Kapitalizmin kendisinin var ettiği ama unutmamızı istediği acılarımız, yine kapitalizmin yarattığı heyecanlardan çok daha büyük. Çünkü bugünlerde dünyanın dört bir yanında ayaklanan halklara, sokak direnişlerine şahit olduğumuz günlerden geçiyoruz. Önerilen kabullenişe bugün itiraz sesleri yükselmeye başladı bile. Narkozun dozu ne kadar yüksek olursa olsun artık bu narkoz acıyı dindirmeye de unutturmaya da yetmiyor. Tüm bu politikalar sadece gelecek olmakta olanı geciktiriyor. Öyleyse acımız isyan olsun…
Halim Şafak, “Neoliberalizm ve yeni iktidar teknikleri”, bireylikler, 89. sayı, Kasım/Aralık 2019
Byung-Chul Han baştan beri bugün temelli önemli bir felsefi tartışma yürütüyor. Türkçeye çevrilen Şiddetin Topolojisi, Şeffaflık Toplumu, Yorgunluk Toplumu, Zamanın Kokusu, Güzeli Kurtarmak gibi kitaplar adlarından başlayarak bugünü belirleyenler kadar bugüne dönük belirtenleri ve onların felsefi arkaplanını Foucault, Deleuze ve Agamben gibi felsefecilerin yaptığı tartışmaları da göz gönünde bulundurarak söz konusu ediyor.
Bugün tartışmasına iktidar, kapitalizm ve ikisinin belirlediği interneti ve onun sınıflar üstündeki sonuçları ile başlanması kaçınılmazdır. Bu noktada özellikle internetin ne kadar özgürlük olduğu ya da özgürlük olup olmadığı, bu özgürlüğün büyük ölçüde tüketim, gözetim ve kontrol anlamına gelip gelmediğini tartışırken bir yandan da insan tekinin ve kendiliğinin artık baştaki bağlam ve düzeylerinden büyük ölçüde kurtulmuş, lükse dönük bir ilgiye ve tüketime dönüştürmüş bireyliğini de tartışmanın nedenlerinden biri olarak ele alıyor, sorguluyor.
Byung-Chul Han Türkçeye çevrilen yeni kitabı Psikopolitika’da da neoliberalizmi ve onun yeni ve daha çok teknolojik temelli iktidar tekniklerini ve bunun hem dünya hem de insan üstündeki etkinliğini sürdüren politika başta olmak üzere başka düzeylerdeki etki ve sonuçlarını tartışma konusu ediyor. Bu konudaki düşüncelerini tam bir netlik ve kesinlikle öne sürüyor. (çeviri. Haluk Barışcan, Metis, 2019)
Burada internetin ve onun arkaplanını oluşturan otoritenin tekilleşmenin düşündüğümüz anlamda bir bireyliğe yol açıp açmadığı bugünün aşılması zor hatta mümkün olmayan sorunlardan birini oluşturuyor. Çünkü tekilleşme dediğimiz şey neoliberalizmin bizzat özgürlüğü sömürmeye yarayan bir düzen olmasından dolayı bugünde bir özgürlük anlamına gelmiyor ve insanı özgür yapmıyor, tersine sömürüyü çoğaltıyor. Buysa başka bir tekillik önerisini zorunlu hale getiriyor.
Çünkü özgür olmak kendini başkalarıyla yani dostlarla birlikte gerçekleştirmektir. Ne var ki bugüne bakarak bunun böyle olmadığını tersine bireysel özgürlük denen şeyin “bizzat sermayenin aşırılığından başka bir şey” olmadığı söylenebilir. Bireylik dediğimiz şey başka bir aşırılıkla yaşama ve tüketme haline gelmiştir. Buysa insanın tam bir toplumsallıkla topluluk içinde bireyliğini ifade etmesini ve gerçekleştirmesini başka bir şey yapmıştır.
Tüketmenin asıl geride bıraktığı ise borçtur. Borç Byung-Chul Han’a göre her daim özgürlüğü yok eden olguların en başında durur ve kurtulunması mümkün olmayan bir suçluluk bilincinin insanda oluşmasına neden olur. Bunun ve daha başka şeylerin internet üstünden orta yerde gerçeklik kazanması, açıklanması, veri haline getirilmesi, paylaşılıp/ beğenilmesi bildik anlamda bir iletişim olmadığı gibi hem iletişime karşıdır hem de şeffaflığın diktatörlüğünden başka bir şey değildir.
İnternet ve onun oluşturduğu dünya karşısında ne yapıyoruz/ne oluyoruz sorusu bu tartışmada fazlasıyla önemli ve gereklidir. “Bugün kendimizi hiçbir talimat, hiçbir zorlama olmaksızın gönüllü olarak gözler önüne seriyoruz.” Bütün bilgilerin internette toplanmasına, istatistiklerin, verilerin çıkarılmasına (dataizm) ve hayatın ölçülebilir bir şey haline gelmesine razılık göstermekle kalmıyor anlatıyı yani hikâyemizi ortadan kaldırıyoruz. Bu da en çok aynılaşmaya yarıyor ve gelecek karşısında insanı körleştiriyor.
Bunlarsa psikopolitik açıdan biyopolitikayı iktidarı sürdürmeye yarayan bir iktidar bilgisi ve aracı haline getirdiği gibi devletin ya da iktidarın özellikle internete bakarak otoriter ve totaliter yönünü geride tutmaya yararken ya da onu başka bir şey yaparken Byung-Chul Han’ın demesiyle iktidar giderek müsamahacı bir biçim kazandığı gibi bunu özgürlük olarak da sunuyor.
Neoliberalizmin bu oluşturduklarının, yol açtığı fazla performansın ve başka şeylerin bir yandan insan duygusunu gerilettiği ve onun yerine geçici duygulanımı ve duygulanımın anlık boşalmasını, anlık heyecanı koyduğu, internetin buna yaradığı ve bu temelde yönlendirdiği, harekete geçirdiği düşünülürse bunların da insan ruhunu öldürdüğü, en azından bir şeyler yaptığı rahatlıkla söylenebilir. Buysa yine Byung-Chul Han’ın demesiyle neoliberal psikopolitikayı baskı altına almak yerine, hoşa gitmeye, tatmin etmeye çalışan akılı bir politika yapar, çoktan yapmıştır.
Bütün bunları özellikle sonuçlarına bakarak iş başta olmak üzere “beğendim”ler, arkadaşlar, izleyenler ve paylaşanları, engelleyenleri de unutmadan bir oyun ve oyunlaştırılmış bir şey olarak da kabul etmek mümkündür. Ama “İnsan oynadığı sırada kendini tahakküm ilişkilerine çoktan tabi kılmış” ve kendini sömürmeye başlamıştır.
Bu noktada günümüz toplumunu özellikle internetle kurduğumuz ve kalıcılaştırdığımız ilişkiye bakarak gözetim ve kontrol toplumu olarak kabul edebilir dünyayı da ortak kapatılma mekânı ya da hapishane olarak anlayabiliriz.
Bu durum bir yanıyla enformasyon toplumundan ve onun kelimeleri çoğaltmasından kurtulmak anlamına da gelmektedir. Çünkü neoliberal toplumun temel özelliği kelimelerin sayısının azalması ve düşüncenin hareket alanının daraltılmasıdır, hatta ortadan kaldırılmasıdır.
Bu da günümüz dünyasının her anlamdaki (kültür sanat edebiyat dâhil) vasatlığının temel nedenlerinden biri çoktan olmuştur. Bu vasatlık ve oluşturduğu ister istemez dinin de başka şeylerden ayrı kalmasını geriletmekle kalmamış her bir şeye dâhil ederek “bilinçli bir özensizlik”le dünyevileştirmiştir.
Ama bu hikâyenin başında da sonunda da olan özneye ve onun deneyimlerine olmuştur. Özne deneyimden kurtularak ya da onu imkânsızlaştırarak tabi olmuştur ve bu “psikolojik teröre” ve onu iktidar tekniklerine karşı duracak belki daha adı bile konmamış bir yaşam sanatına yani yaşamaya ihtiyaç vardır ve bunun ilk şartı olumsuzluktur.
Bunun için Byung-Chul Han’ın önerisi çocuklukla özdeşleştirdiği olumsuzluk biçimi olarak budalalıktır, “felsefe tarihi budalalıklar tarihidir”, Çünkü ona göre “Sadece bir budala öteki olana erişebilir”. Neoliberalizmin tahakküm iktidarına sınırsız iletişim, sınırsız gözetlemeye karşı “Budala susma, sessizlik ve yalnızlığın özgürlük alanlarını yaratır.” “Budalalık bakir bir alanı, düşünmenin tamamen yeni bir konuşmaya başlamak için ihtiyaç duyduğu mesafeyi açar.”
Deleuze’ün belirttiği gibi “Günümüzde zor olan fikrimizi özgürce duyuramamak değil, içlerinde söylenecek bir şey bulacağımız yalnızlık ve susmanın özgür alanlarını yaratmaktır. Baskıcı güçler bugün fikrimizi söylememizi engellemiyor. Tam tersine, bizi buna zorluyor. Bazen hiçbir şey söylemek zorunda olmamak ve susabilmek nasıl bir özgürlüktür? Çünkü ancak o zaman giderek daha ender görülen bir şeyi ortaya koyabiliriz: gerçekten söylenmeye değer bir şeyi.” Budala Strauss’un dediği gibi ‘Daha ziyade çiçeksi bir varoluştur: ışığa doğru basit bir açılış.”tır.
KİTABIN KÜNYESİ
Byung-Chul Han
Psikopolitika
Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri
Çeviri: Haluk Barışcan
Yayına Hazırlayan: Semih Sökmen
Kapak Resmi: Mustafa Horasan
Kapak Tasarımı: Emine Bora
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Eylül 2019
Metis Yayınları
İÇİNDEKİLER
Özgürlüğün Krizi
Akıllı İktidar
Köstebek ve Yılan
Biyopolitika
Foucault’nun İkilemi
Öldürerek Tedavi
Şok
Dost Big Brother
Heyecan Kapitalizmi
Oyunlaştırma
Big Data
Öznenin Ötesinde
Budalalık
Notlar