“Rasyonel olmayı” sağlayan nedir? Michael Albert

İnkârcı bir silip süpürme işlemi, geriye kötü bir duygu ya da muhtemel bir boşluk bırakabileceğinden, bu “öfkeyi”, özellikle siyasi analiz açısından “rasyonel olmayı” tanımlamakta ve savunmakta kullanacağım.
İlk olarak, “rasyonel olmayı” sağlayan nedir?
1) Bunun doğru olmak anlamına gelemeyeceğini biliyoruz. İnsanlar sıklıkla hem rasyonel olabilir hem de yanlış düşünceler öne sürebilirler. İki rasyonel insan genellikle zıt sonuçlara varabilir, ikisinin de doğruyu söylemesi mümkün değildir. Dolayısıyla rasyonel olmak her zaman hakikati bulmak anlamına gelmez.
2) Aynı zamanda, “rasyonel olmanın” farklı dereceleri olduğunu da biliyoruz. Hepimiz belirli bir noktaya kadar kolaylıkla “rasyonel” olabiliriz ve daha yüksek bir kesinlik düzeyine ulaşabilmek için hatırı sayılır ölçüde çaba sarfetmemiz gerekebilir. Dahası, tanımlanan özel problemle bağlantılı olarak aynı cevabı bulabiliriz de bulamayabiliriz de.
3) Rasyonel olmanın mantıklı olmanın ötesinde bir şey olduğunu da biliyoruz. Mantık kurallarına dikkatle uyduklarında bile, irrasyonel olduğunu düşündüğümüz insanlarla hepimiz karşılaşmışızdır. Mantıklı olmak, rasyonel olmayı tek başına sağlamaz.
4) Son olarak, rasyonel olmanın dogmatik olmaktan farklı olduğunu biliyoruz. Rasyonel olmak, hem hatalı olma olasılığını kabullenmeyi hem de iddialarımızı tekrar tekrar sınayarak hata olasılığını değerlendirmeye hazır olmayı içerir.
Öyleyse, sözcüğün bildiğimiz kullanımlarından çıkardığımız bu genel kurallara göre rasyonel olmak ne demektir? Sözlük bize rasyonel olmanın, “bilinen ya da varsayılan olgulardan mantıksal çıkarsamalarda bulunmak” olduğunu söylüyor. Başlangıç yaklaşımı olarak oldukça iyi sayılır. Tanımımız bu olduğunda “rasyonel olma”nın bizi doğru sonuçlara ulaştırması, ancak “bilinen ya da varsayılan olgular” doğru ve yeterli kapsayıcılıkta olursa ve bu olguları mantıksal çıkarsamalar yapmak için kullanırken hata yapmayacak kadar iyi anlarsak mümkün olabilir. Sonuç olarak, bu rasyonalite tanımıyla yukarıdaki üç koşul sağlanmış olur.
1) Rasyonel olduğumuzda bile yanlış çıkarsamalarda bulunabiliriz. Örneğin, bizim doğru olduğunu düşündüğümüz olgular yanlış olabilir, böylece yanlış çıkarsamalara yol açabilirler. Ya da gerçekte ek olgular çıkarsamalarımızı yanlışlarken, olgularımızın can alıcı önemde olan bütün her şeyi temsil ettiğini düşünebiliriz. Ya da mantıksal çıkarsamalar yapabiliriz, ama bunlar bazı doğru olguların yanlış anlaşılmasına dayanabilir.
2) “Rasyonel olma”nın derecesini artırmak, ilgili olguları öne sürerken çok daha itinalı davranmaya, mantıksal çıkarsamaları dikkatli bir şekilde yapmaya karşılık gelir ve dolayısıyla çıkarsamalarımızın doğru olma olasılığını artırabilir.
3) Mantıklı olmak bir kimseyi rasyonel yapmaya yetmez, çünkü iyi bir mantık yürütmenin yanlış ya da eksik bilgiyle yapılması, ancak tesadüfen doğru çıkarsamalara yol açacaktır.
4) Doğru çıkarsamalar, doğru olgulara ve mantıksal analizlere bağlı olduğundan, iddialar yalnızca inanca dayanarak kabul edilmek ya da reddedilmek yerine sınanabilme özelliğine sahiptir. Bir iddiayı ortaya atanlar ve değerlendirenler onu sınayabilmeli, hatta mutlaka sınamalıdır; ortaya yeni kanıtlar çıktığında da yeniden sınamalıdır.
Bu tanıma göre insanlar hemen her zaman, en azından bir ölçüde rasyoneldir. Ne olursa olsun yaptığımız hemen her şeyde “bilinen ya da varsayılan olgulardan mantıksal çıkarsamalarda” bulunuruz. İnsanlar genellikle en azından bir ölçüde rasyonel oldukları halde, yukarıda (1) şıkkında değinilen nedenlerden dolayı hatalara sıkça rastlanır. Dahası, yanlış yorumlanan olgulara inanma ya da duygularımızın veya korkularımızın mantık yürütme kapasitemize baskın çıkmasına izin verme biçiminde ortaya çıkan önyargılara sıkça rastlanır. Bu önyargılar aşırıya kaçtığında, sonucu elbette irrasyonel olarak niteleriz. Eğer bilinçli bir şekilde yapılıyorsa, bunu ikiyüzlülük, manipülasyon, artniyetlilik vs. olarak adlandırırız.
Öyleyse sözlük tanımı neden yalnızca “başlangıç yaklaşımı” olarak değerlendirilmelidir? Bir şeyler, yani karmaşık olduklarında genellikle teori olarak adlandırılan hipotezler eksiktir. Rasyonel olduğumuzda, sözlük tanımının ima ettiğinin tersine, her zaman olgulardan mantık yoluyla çıkarsamalara gitmeyiz. Bunun yerine önce çıkarsamalara ulaşır ve ancak ondan sonra bu çıkarsamaların geçerliliğini olgular ve mantık yoluyla sınamaya çalışırız. Örneğin bir önsezimiz, sezgimiz ya da bir tahminimiz olabilir. Bir hipotez oluşturmak için bir analoji kullanabiliriz. Ya da bir başkası bize bir hipotez önerebilir. Mesele şu ki, zaten genellikle dünya hakkında bir iddiamız – bir hipotezimiz – vardır; ancak ondan sonra iddianın doğruluğunu mantık yoluyla çıkarsayabilmek için kullanacağımız bir olgular kümesi bulabilecek miyiz diye bakarız. Bunun rasyonalitenin sözlük tanımına yapılan önemli bir ekleme olmasının nedeni, ilk adım olarak bir hipotezi ya da teoriyi düşünmekle, ikinci adım olarak bunun doğruluğuna karar vermek arasındaki farkı açığa çıkarmasıdır. Sözlük tanımının ima ettiğinin aksine, ilk adım olarak her şeyden başlanabilir: önseziler, analojiler, kestirimler, sezgiler, tahminler, imgelemin şiirsel uçuşları, beyin fırtınası ve hatta kavramların ya da nosyonların rasgele yeniden düzenlenmesi. Bununla birlikte, ikinci adım için kanıtlama ve mantık kuralları önem kazandıkça sözlük tanımı daha fazla öne çıkar.
Bu açıklama sayesinde, gündelik hayatımızdan bilime doğru yöneldiğimizde zihinsel yönelimlerimizdeki tek değişimin, önyargılarımızdan kurtulmak ve rasyonaliteye elimizden geldiğince makul bir şekilde ulaşabilmek için kullandığımız yöntemlerin kodlanması olduğunu görürüz. Elbette felsefeciler bu kodları sıralamaya çalışırlar, ama bilim insanları felsefecilerin çabalarına hemen hiç dikkat etmezler. Bilakis, bilim insanları bu kodları, zanaatlarını öğrenmenin bir parçası olarak hocalarını taklit ederek öğrenirler. Yine de, bu kodları tam olarak listeleyebilmek ne kadar zor olursa olsun, işin esasının bilim insanlarının “kanıtlama kurallarına” uymaya ve tekrarlanan deneylerin, mevcut deneyimlerin ve özenli mantığın önceliğine saygı göstermeye bağlılıkları olduğunu biliyoruz. Genelde, bilimsel duruşa yaklaştıkça yanlış olguları kabul etme, bağlantılı olguları kapsam dışı bırakma, doğru olguları yanlış yorumlama ve mantıksız çıkarsamalar yapma olasılığımız azalır; önyargılarımızın olguları kabul etme ya da çıkarsama yapma için kullandığımız kriterleri eğip bükmesine daha az açık hale geliriz.
Ve hepsi bu. Kılı kırk yaran felsefelere dalmak istemediğimiz sürece, ortada bundan daha fazla bir şey yok. Rasyonalitenin ve bu bağlamda bilimin ne olduğunu anlama sürecimiz tamamlanmıştır. Anlaşılmaz kitaplarla dolu kütüphaneler bir tarafa, bir siyasi aktivistin bilmesi gerektiği düzeyde rasyonel olmak ya da bilimsel olmak ne gizemlidir ne de karmaşık. Buna karşılık, rasyonel olmak ya da bilimsel olmak bazen çok çalışmayı gerektirir.
Rasyonel olmak, insan olmakla ilişkili birçok yetenekten biridir sadece. Rasyonaliteyi uygulamak, en azından bir dereceye kadar doğal bir şekilde işler. Öte yandan, bilimsel bir rasyonalite standartına erişmek daha fazla disiplin gerektirir. Dahası, rasyonalitemizdeki disiplini farklı derecelerde kullanabiliyor oluşumuz büyük bir şanstır; çünkü hiçbir arabanın gelmediğini gördüğümüz bir caddede karşıdan karşıya geçmeye karar vermek için eğer verilerimizi önyargılar karşısında sınamak, bütünlüklü olup olmadıklarını karşılaştırarak kontrol etmek ve benzer deneyler yapan başkalarının onayını beklemek zorunda kalsaydık, karşı tarafa asla geçemezdik. Öte yandan, eğer yalnızca her iki tarafa da baktıktan sonra doğru şeyi yapmakla ilgili kendiliğinden rasyonalite düzeyine erişebilmiş olsaydık, bu defa da buhar gücünü ya da ya da elektriği kullanıma sunmaya yetecek fizik kavrayışına, antibiyotikleri kullanıma sunmaya yetecek biyoloji bilgisine, çeşitli temizlik maddeleri yapmaya yetecek kimya bilgisine vs. asla ulaşamazdık. Dolayısıyla, farklı kesinlik derecelerinde “rasyonel” olabilmenin hiç kuşkusuz yararını görsek de, bu esnekliğin kimi zaman belirli bir durumda, o durumun gerektirdiğinden daha düşük düzeyde bir rasyonalite kullanabileceğimiz anlamına geldiği de doğrudur.
Öyleyse, siyasal yargılara varabilmek için, caddede karşıdan karşıya geçmekten bilimselliğe kadar uzanan yelpazede hangi düzeyde rasyonaliteye ihtiyacımız var?
Bazı Vaka İncelemeleri
Diyelim ki tartışmalı bir hipotezle karşılaştık; örneğin, “Eğer John F. Kennedy (JFK) birazcık daha uzun yaşayabilseydi, Vietnam Savaşı’nı bitirecekti. Bu yüzden öldürüldü. Bu olay, o andan sonra ABD’de hayatın ve hükümetin niteliğini ciddi bir şekilde değiştirdi.” Bunu kabul edecek miyiz, etmeyecek miyiz; buna nasıl karar vereceğiz?
Birçok şey, ilgili arka plana ilişkin elimizde var olan bilgi birikimine bağlıdır. Çıkarsama yapmak için kullanabileceğimiz “bildiğimiz ya da varsaydığımız olgular” nedir? Eğer aralarında, toplumsal ilişkilere dair oldukça kapsayıcı, kendini defalarca ispatlamış bir teorimiz varsa, taban tabana zıt bir hipotez öne sürüldüğünde neredeyse hiç duraksamadan reddedebiliriz. Bu, bir arabanın geldiğini gördüğümüzde karşıdan karşıya geçmememiz gibi bir şeydir. Ama tabii ki buradaki mesele aslında şudur: Bu yeni bağlamda teorimiz aslında yanlışsa, bu tepki gösterme biçimi çoğu zaman ne kadar geçerli ve etkili olursa olsun, çıkarsamamız yanlış olacak ve hipotez hakkında yanlış bir değerlendirmeye varacağız. Daha da kötüsü bu dinamik, önceleri ikna edici olan teorimizin hatalı olabileceğine dair yeni kanıtları tekrar tekrar değerlendirmek yerine, şimdiki ve gelecekteki eylemlerimizi dikte etmesine müsaade ettiğimiz, iyi niyetli olmakla birlikte zihni donuklaştıran bir sekterliğe yol açabilir.
JFK hipotezini, yalnızca tercih ettiğimiz teorik kavrayışa ters düştüğü için içgüdüsel olarak reddetmenin alternatifi şu olabilir: Teorik anlayışımızdan ne kadar emin olursak olalım, ortaya atılan hipotezi otomatik olarak dışladığını söylemek yerine “bilinen ya da varsayılan” daha temel olgulardan başlayarak hipotezin reddedilmesine yol açacak bir akıl yürütme zincirini ayrıntılarıyla ortaya koyabilir, böylece teorimizi yeniden sınayabiliriz. Bu yolu izlediğimizde, teorimizde bir sorun olduğunu keşfetme olasılığımız vardır; ya da alternatif olarak, hipoteze karşı çıkışımızı daha geniş teorik meseleler üzerinde uzlaşma gerektirmeyen sınanabilir bir yoldan açıklama olanağına kavuşuruz. Böylece, hipotezin destekçileri ya göz ardı edebilecekleri ya da “genel kabul gören bir düşünce” olarak boyun eğebilecekleri bir dogma yerine, mantığını ve öncüllerini sınayabilecekleri, her adımı dikkatlice atılmış bir akıl yürütmeyle karşı karşıya kalırlar. Bu noktada, ya bu akıl yürütmeyi dikkatlice değerlendirerek tartışmayı sürdürebilirler. Bu durumda iki olasılık vardır: Nihayetinde ya akıl yürütmede gerçek bir hata bulup hitopetezlerinde diretebilirler ya da hiç hata bulamayıp isteksiz de olsa hitopezlerinin yanlış olduğunu kabul edebilirler. Ya da diğer türlü, karşı kanıtları veya mantığı dikkate almak yerine sekter bir ruh haline girerek keyfi bir kararla bu karşı akıl yürütmeyi göz ardı edebilir ve onu reddedebilirler.
Tüm bunlar epey soyut görünüyor, biliyorum; ama aslında oldukça anlaşılabilir ve konuyla ilgililer. Birkaç örnek bunu daha açık hale getirecektir.
JFK hipotezine çeşitli nedenlerle inanılabilir: sezgiyle, tahminle, Oliver Stone’un filmini seyredip inandırıcı bularak, Lane’in kitabını okuyup inandırıcı bularak, belgeleri araştırarak vs. Bunun aksine, örneğin söz konusu hipotezi duyduğunda Noam Chomsky’nin hükümetin ve toplumun işleyişine dair hayli geniş bir teorik kavrayışın yanı sıra, bu tarihsel döneme dair bazı bilgilerden oluşan bir “bilinen ya da varsayılan olgular” dağarcığı vardır ve tüm bunlar onun bu hipotezi hemen reddetmesine neden olur. Chomsky, bu hipotezin gerçek dünyanın işleyişiyle ve JFK ve döneme dair bilinen olgularla muazzam bir çelişki içerisinde olduğunu söyler. Chomsky’ye göre uzun süredir ciddi şekilde toplumsal ilişkilerle ilgilenen birisinin JFK’yla ilgili bu iddiaya inanabilmesi bile başlıbaşına anlaşılması güç bir şeydir. Öyleyse bu durumda ne yapar?
Seçeneklerden biri, iddiayı ya basitçe görmezden gelmek ya da üzerinde çok fazla düşünmeden elinin tersiyle bir kenara itmektir. Bu tavrın, hızlı ve sorunsuz olmak ve hipotezin değeriyle orantılı görünmek gibi bazı meziyetleri vardır. Ama ya hipotez varlığını sürdürürse? Bu hipotezi ciddiye alanlar çoğalmaktadır. Peki şimdi ne olacak?
Chomsky’nin konumundaki bir kişi için bir sonraki seçenek, bir toplum teorisini kısaca özetlemek ve söz konusu hipotezin tekrar tekrar doğrulanan bu teoriyle tutarlı olmadığına ve dolayısıyla yanlış olduğuna işaret etmektir. Tartışmanın başında bu mümkün olabilir, ama daha geç bir aşamada bunu yapmak sekterlik olacaktır. Artık epey yaygın ve kabul gören bir hipotezin taraftarlarından, sırf evvelce inanılan, belki onların da inandığı bir teoriyle çeliştiği için bu hipotezi bir kenara atmalarını istemek olur bu. Bunu niçin yapsınlar ki? Niçin bunu yapmak yerine, “Durun bakalım, yeni iddiamız doğru, sizin eski teoriniz ise çürütüldü. Biz yeni fikirlere açığız. Siz eskiden tuttuğunuz yolda inat ediyorsunuz ve sekter davranıyorsunuz” demesinler?
Öyleyse bir sonraki seçenek, ayrıntılı olarak sıralanmış olgular ve açık şekilde ifade edilmiş bir mantık içeren kapsamlı bir akıl yürütme sunmaktır. Bu akıl yürütme, JFK hipotezine inananları “bilinen ya da varsayılan” sınanabilir olgulardan hareketle bizatihi bu hipotezi mantıksal olarak reddetmeye götürecektir.
Evet, eğer derginin bu sayısındaki makalesine bir göz atacak olursanız, Chomsky’nin yaptığı şey de budur. JFK hipotezini belirli bir inanca dayanarak benimsenmesi gerekmeyen, tam tersine okurların değerlendirebileceği rasyonel bir yoldan çürütmeye çalışmaktadır. Dahası, okurun ya söz konusu akıl yürütmedeki “bilinen ya da varsayılan olguların” bazılarını yanlış bulacağı; ya akıl yürütmede kullanılan mantığı kısmen hatalı bulacağı ya da eğer böyle bir şey bulamazsa, akıl yürütmedeki iddiaların JFK hipotezini çürüttüğünü kabul etmek zorunda kalacağı yeterince kapsamlı bir akıl yürütme sunmaya çalışmaktadır. Bu sayede Chomsky’nin makalesi, tartışmayı dayanaksız bir dogmalar çatışması olmaktan çıkarıp sınanabilir kanıtların ve çıkarsamaların daha bilimsel nitelikteki bağlamına yerleştirir.
Kabaca özetlersek Chomsky, JFK hipotezini desteklemek için önerilen “bilinen ya da varsayılan olguları” değerlendirip, niçin bunların yanlış olduğunu ya da yanlış yorumlanmış olduklarını gösterir. Bunun ardından, bilinen ya da varsayılan karşı olgular önerir; bu bilgileri nereden aldığını ve niçin onlara inanılabileceğini ayrıntısıyla anlatır. JFK hipotezinden çıkabilecek çeşitli sonuçları, örneğin eğer bu hipotez doğru olsaydı Lyndon B. Johnson (LBJ) işbaşına geldikten sonra olması gereken şeyleri ele alır ve gerçekte olup bitenlerin JFK hipotezinin gerektirdiği olgularla nasıl çeliştiğini gösterir. Benzer şekilde, sadece savaşla değil, iç ve dış politikayla ilgili daha kapsamlı meseleler söz konusu olduğunda da JFK’nın benimsediği genel tavrın JFK hipoteziyle çeliştiğini gösterir. Böylece, makaleyi okumayı bitirdiğimizde “Acaba JFK tezini savunanlar bundan sonra ne yapacaklar?” diye merak etmeye başlarız. Chomsky, onların tezine bir başka tezle cevap vermiştir: “Hindiçin’e yönelik temel politika, Kuzey-Güney/Doğu-Batı ilişkileri konusunda Kennedy’nin karşı çıkmadığı bir çerçeve içerisinde gelişti ve özü itibariyle değişmeden kaldı. Bu politikaya göre, halk arasında destek bulmayan külfetli bir maceradan olabildiğince çabuk kurtulunması, ama bunun zaferi garantiye aldıktan – ABD uydusu rejimlerin varlıklarını sürdürebileceğine dair artan şüpheler ortadan kalktıktan – sonra yapılması düşünülüyordu. Taktikler, değişen koşullara ve algılara göre uyarlandı. Nesnel durum ve bu durumun nasıl algılandığı hesaba katıldığında, Kennedy suikasti de dahil yönetim değişikliklerinin temel politika üzerinde büyük ölçekli bir etkisi olmadı; hatta taktikler üzerinde bile büyük bir etkisi olmadı.” Chomsky, yeni hipotezi güçlendiren ve aynı zamanda JFK hipotezini çürüten olgular sundu. Acaba JFK tezinin kuramcıları Chomsky’nin olgularının yanlış olduğunu mu gösterecek? Ya da mantığının hatalı olduğunu mu gösterecekler? Yahut onun iddialarını basitçe reddederek ya da a priori gerici olduklarını söyleyerek Chomsky’nin akıl yürütmesine gerçek bir yanıt vermeden eski iddialarını mı tekrarlayacaklar? Yoksa Chomsky’nin iddialarının geçerli olduğunu kabul edip hipotezlerinden vaz mı geçecekler? Bu kişilerin karşı karşıya olduğu seçenekler bunlardır. Mümkün olduğu takdirde, ilk ikisi ve ayrıca sonuncusu rasyoneldir. Üçüncüsü ise değildir.
Şimdi bu makalenin amaçları açısından mesele, kimin haklı kimin haksız olduğu değildir. Mesele şudur: Sol içerisinde ihtilaflı herhangi bir tartışmayı alıp Chomsky’nin JFK hipotezinde yaptığına benzer şekilde değerlendirebiliriz. Örneğin, benim daha çok ilgilendiğim iki konu şu hipotezleri içeriyor: (1) Ekonomimizi düzenlemek amacıyla daha iyi bir yol ararken tahsisat için pazarları ekonominin bünyesine dahil etmeliyiz, çünkü pazar mekanizmaları geniş ölçekte düzenli bir tahsisat sağlamanın en etkin, en verimli ve aynı zamanda en az zararlı olan yoludur; ve (2) radikal fikirleri ve vizyonları geniş izleyici/dinleyici kitlelerine ulaştırmaya çabalarken, eylemlerimizi ve dilimizi yazılı ve görsel ana-akım medyada kolayca haber yapılabilecek biçimde şekillendirmeliyiz. Solda yer alan birçok kişinin muhtemelen düşünmekte olduğu ek hipotezler arasında ayrıca şunlar vardır: Leninist örgütlenme endüstrileşmiş toplumlarda hayatı devrimcileştirme görevi için gayet uygundur. Eğer toplumun daha az baskıcı olmasını istiyorsak, bunu aslen seçimler yoluyla değişim sağlayarak yapmalıyız. Radikallerin değişimin gerçekleşmesini sağlamak için paraya ihtiyacı var ve para da zengin insanlarda bulunuyor; öyleyse değişim isteğindeki radikaller kaynak sağlama çabalarını zengin kesimler üzerinde yoğunlaştırmalı. Ve saire.
Her bir durumda farklı tartışma türleri ortaya çıkabilir. Söz konusu hipotezin taraftarları ve ona şüpheyle bakanlar, kanıtlara ve mantıksal akıl yürütmeye başvurmadan kendi tercihlerini irrasyonel bir şekilde uluorta haykırabilir, kimse fikrini değiştirmez, kimse bir şey öğrenmez, bol bol kuru gürültü olur vs. Aslına bakarsanız, tartışmanın bir tarafı daha rasyonel bir tutuma yönelse bile, dans etmek için iki kişi gerekir. Her iki taraf da dogmayı aşmadığı sürece hiçbir ilerleme olmaz.
Bununla birlikte, rasyonel olmanın birden fazla yolu vardır. Örneğin, taraflardan her biri kendi konumunu tercih ettiği bir teoriye dayandırarak savunabilir ve iddiasının bu teori tarafından desteklendiğini belirtebilir. Bu durumda, tartışma bir adım geriye gider. Taraflardan biri diğer tarafın teorisine niçin inansın ki? Bu noktada pekâlâ karşılıklı bağırıp çağırma müsabakasına geri dönebiliriz.
Diğer bir olasılık da taraflardan her birinin, elbette kendi teorisinin yol göstericiliğinde, açık bir şekilde tarif edilmiş olgulara, varsayımlara ve mantıksal çıkarımlara sahip kapsamlı bir akıl yürütme ortaya koymasıdır. İşte bu durumda gerçek bir fikir alışverişi mümkün hale gelebilir. Dogmayı ve değerlendirebilmek için fazlaca veciz olan bir rasyonalite çarpışmasını aşmış, sınanabilir iddialar ve çıkarımlar üzerinde dönebilecek gerçek bir tartışma zeminine kavuşmuz oluruz. Buraya varmak daha fazla çaba gerektirir elbette, çünkü bir akıl yürütme sırasında her adıma çok dikkat gösterecek bir rasyonalite çok çalışmayı gerektirir. Bu tür çabalar, ancak söz konusu hipotezlerin önemli olması veya ona inanan ya da inanmayan birçok kişi açısından etkili olması durumunda sarf edilmeye değerdir. Ama en azından yüksek derecede rasyonel olan hangi süreçlerin ilerleme olasılığına işaret ettiğini ve irrasyonel ya da yetersiz düzeyde rasyonel olan hangi süreçlerin ise ilerleme sağlamadığını biliyoruz. Konu, ister JFK, ister pazarlar, ister ana-akım medyayla birlikte çalışma, ister Leninist örgütlenme, ister seçim politikaları, isterse kaynak sağlama vs. olsun bu konuda anlaşmaya vardığımızda ilerleme mümkün olabilmelidir.

Kaynak:
BİLİM VE POSTMODERNİZM TARTIŞMALARI
Postmodernizm ve Sol
Michael Albert
Noam Chomsky
Edward S. Herman
bgst Yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir