Sevgi, bir tanıma göre karşılık beklemeden verebilmektir; öğreti bunu gösteriyor. Retorik de böyle… Gerçekte ise sevginin kökeninde neler var?
İnsan türü soyutlamayı öğrendikten/keşfettikten sonra her olguyu sevdiğini söylemeye başladı; buna mistik bir boyut katarak sevgiyi tanrısallaştırdı. İşte o gün sevgi yok oldu.
Sevgiye duyulan gereksinim, insan ruhunun yalnızlığına, güçsüzlüğüne, kendisine duyduğu inancın zayıflığına karşılık gelmeye başladı. Bir zamanlar bir yerlerdeki kırılmanın onaranı oldu ve bu nedenledir ki hep istendi.
Sevmek ve sevilmek ayrı olgulardır. İlkinde etken durumda olan insan ikincisinde edilgen durumundadır. İlkinde yapar, ikincisinde yapılmasını bekler. Beklemek sevgiye terstir. Kırılma bu noktada yaşanır. Beklemek kişinin egosuna yenik düşmesidir ve sevgiyi koşullandırmakla/şekillendirmekle/kapsamını belirlemekle sınırlandırır. Etken durum an-la ilgilidir ve sonuçlarını hemen gösterir; oysa edilgenlik geleceğe doğru bir beklentiye işaret eder ve kararsızdır.
Sevilmek ve onu yanında istemek güçsüzlüğün örtülmesini sağladığı için mi bir değer kazanır?
Soyutlayan insan ?ben? ve ?ego?suna köle olunca, ?ben? onu aşar ve onu yönetmeye başlar.
Kuzuları sever insan; ne de güzel etleri vardır; pirzolasına doyamaz. Üstelik büyüyecekler, toklu olacaklar, etlerinden sütlerinden ve yünlerinden yararlanılacaklar. Canneti?nin dediği gibi kuzular bir kitleyi temsil ediyorlar. Hem de çoğalan bir kitle. Kitle içinde kişinin yalnızlığını ve korkularını yenmesi yine aynı şekilde belirlenmiş görünmektedir. Sevilen kuzular canlı-kanlı kesildiklerinde de sevilmeyi sürdürürler. Sen benim duygularıma/tat alma zevkime/içselleştirmeme/gereksinimlerime karşılık verdiğin için seni seviyorum diyebilir miyiz bu son duruma?! Kuzular meleşerek yanıtlıyorlar…
Yanı-başta duran, toprağı havalandıran ekolojik dengeyi sağlayan solucanları bir o kadar sevilmez. Hele yılan söz konusu olduğunda günahkarın tanrısı gibi ?başı küçükken ezilmeli? diyerek nefretle karşılanır. Yılanlar karıncalar, arılar, kuzular gibi bir kitleyi temsil etmezler. Cinsel temasları dışında ki, bunu da türün devamı için yaparlar, fazlaca toplu davranış sergilemezler. Onlar yalnız yaşar ve ölürler. Yılanın kararlılığı, soğukluğu, kibirli duruşu, öz-güveni, sabırlı bir şekilde avına yaklaşması insan türünü korkutur. İnsan kendi türünde benzer ögeleri taşıyanları sevebilir ancak, farklı türlerdekini sevme eğilimi taşımaz. İnsanın sevdiği olguyu/objeyi içselleştirme eğilimi/isteği tamamen egosunu tatmin etmeye yöneliktir.
Sevdiğini dillendiren ve nefret eden tek tür insandır. Nefret duygusu diğer canlı türlerinde yoktur. Bu duyumsama boyutu insanı diğer türlerden ayıran belki de en önemli olgulardan birisidir. İnsan türü kendi egosuna yenik düştüğü için kendisine yalan söyleyen ve bunu içselleştirerek benimseyen ve bu edimiyle de sevgiyi köreltip/boşaltan/yoklaştıran tek türdür. Alkışlamak gerekir.
İnsan bu acı-dan kurtulmak için ?ego?sunu hiç-leştirerek bir sonuç almaya çalışmıştır. Tüm rütbelerini sökerek, eklemlenenleri üzerinden çıkartarak çırıl-çıplak kalmak suretiyle kendisini var-etmek istemiştir. Ancak, mağaralardan çıktığını ve tüylenmelerinin/postunun artık olmadığını unutmuştur. Hiç-lik deryasında o, var-lık gemisini arayan gemisiz kaptan gibidir. Ne bir ?hiç? ne de ?var? olmanın bilincine varmadan ?ego?sunu aştığında yanılgısını görür. Sevgi ego-nun yanılsamasının kırıldığı anda ortaya çıkar. Yok-tan/hiç-ten var olmaz.
7/8 Haziran 2009, Batı
Etken durum an-la ilgilidir ve sonuçlarını hemen gösterir; oysa edilgenlik geleceğe doğru bir beklentiye işaret eder ve kararsızdır.
Kararsızlık/geleceğe dönük belirsizlik -ki, olasılıklar içerisindeki bir gelecek zaman dilimi ve olayını düşündürür- sevgiyi koşullandırmakla, sınırlandırmakla ve bir yönden bağlamakla onu zorunluluğa dönüştürdüğü için içeriksizleştirecektir. Bu nedenle sevgiyi beklerken bunu geleceğe doğru yöneltmeyip o an/yaşanılan zaman dilimi içerisinde beklemenin ona zarar vermeyeceği söylenebilir.
Giysilerin niteliği/çeşitliliği/nicelikleri bir-diğerinden farklıdır. Sosyal varlık olan bireyin bilinçli tercihleri ile sevgiyi kör-çukurdan çıkartması, köleliğin zincirlerini yıkması olanaklıdır. Doğal olan ile sosyal olanın farklılığı doğaya bilinçli ve tarihsel bellek ile geri dönüldüğünde giysilerin biçim ve nitelikleri çok farklı olacaktır; onları tanımlayan sözcükler de farklılaşacaktır; her öz-ün zıttını içinde büyüterek yeniyi doğurması çeşitli olasılıklar içerisinde ayıklandıklarında neden çirkin olsun ki? Güzel olanı bulma ve yaratma olasılığının zayıflığı aslında çirkinin kurgusal genel-kabulü üzerine yükselir ve peşin yargılar ile içine kapanma eğilimini taşır. Bu nedenle sevgiyi o kozadan çıkartıp kelebek yapmak insanın elindedir; kanatlarındaki desenler de onun giysileri olacak…
Sevgi bir yönüyle soyutlanmış düşüncedir. Her şey-i/olguyu sevmek ne kadar olanaklıdır?/ya da ne kadar gereklidir? Sevginin kökeninde insanın kendisi vardır ve o insan kendini gerçekleştirdiğini düşündüğü olguya yönelmesi onun içe dönüşüdür. Her içe-dönüş bir yansıma ile dışa açılımı gerektirir. Sevgi, dışa açılan insanın kendisidir. Dışa açılmak bir çoğalmadır; o zaman sevgi, dışa-açıldığı ölçülerde bir çoğalma/paylaşımdır. Sevgi temelinde bir paylaşımdır.
Sevgiyi çeşitli kategorilere ayırmak mümkündür;
İnsan sevgisi, canlı sevgisi, tek-yönlü/karşılıklı canlılar-arası sevgi, toprak sevgisi, öz-sevgi, gerçek ve görüntüde olan sevgi vs…Hepsinin temelinde yatan nedir? Bunun -sevginin- salt insan türü ile ilgili olmadığı da bilinmektedir.
Sevgi, canlının var-olma biçimlerinden bir duygudur. Tüm canlıların özünde sevgi vardır ve onu nefrete dönüştüren ise ben/ego-dur.
Ben/ego-nun sıfırlanması sonsuz sevgiyi yaratabilir mi? Mümkün görünmemektedir. Çünkü bu, hiç-liktir. Sevginin temelindeki öznellik onun sosyal içeriğinden soyutlanamaz. Demek ki, sevgi karşılıklı üretildiğinde sosyal bir içeriğe kavuşur ve çoğalabilir; değilse sömürülmenin zeminini oluşturacaktır.
Sevgi sömürüden kurtarılmalıdır…
Sevginin tam karşısında nefret duygusu yer almaktadır. Sevgi ve nefretin kökenleri aynı kaynaktan beslenirler. Sevgi dile gelir ve gösterilmeye çalışılır da -göstermelik olsa da- kardeşi nefret, neden açıkça dile gelmez ve çoğunlukla örtüldür? Nefret, karşı tepkiyi göğüslemek zorundadır; böyle olunca bunu önemser ve gizlenir; özünde korku vardır; nefrete bağlı saygı, gerçek saygı değildir ve maskelenmek zorundadır. İnsan türü tutkularına yenik düşünce yiter; sevgi ve saygı aynı anda yoklaşır.
Sevgiyi koşullandırmak kişinin kendisi dışında gerçekte hiç bir olguyu/kişiyi sevmemesi demektir. Bu durum, kişinin kendi duygu ve düşünceleri ile beklentilerinin karşılanması koşuluna bağlı ilgi ve sevgiyi açıklar. Bunlar karşılandığı sürece/koşullar geçekleştiği sürece kişi sevmeyi sürdürür; koşul her hangi bir şekilde kalkar ya da değişir ise o zaman sevgi birden yerini öfke/nefret/dışlamaya bırakır. Bu öfke/nefret/dışlama şeklindeki dışa-vurum, çok belirgin olarak kendisini gösterir. Bunu yapan kişi hala sevdiğini düşünür; koruma duygularının arkasına gizlenerek egosunu örtülemeye çalışır. Kişi açıkça “ben kendi duygu ve düşüncelerim ve beklentilerim için seni seviyorum/değilse senden nefret ediyorum/sevemiyorum” deme cesaretini gösteremez. Bu, gerçek sevgi değildir. Sevginin kökeninde ihtiraslar yatmaz.
Sevgi yok/tan var olmaz. Kökeninde “ben” vardır; o da insandır/ağaçtır/hayvandır…Börtü-böceklerin zamana yaymadıkları an-lık sevgileri vardır. Nefret ve kini öğrendiğinde insan, doğal sevgisini yitirmiş maskelenmiştir; sevgi köklerinden kopunca ve zamanla bir görüntü ve maske olmuştur. “seviyorum” retoriğinin altında “seni bir çırpıda tüketeceğim” düşüncesi gizlenmeye başlamıştır. Tüketimin özünde yatan “dışlama”, sevginin eylem-prtiğindeki kırılmasıdır. Tüketim sevgiye eşitlenmiş, sevgi yok edilmiştir!
Sevginin kökeninde canlı duyumsaması vardır; bu duyumsama yanılmaz…
Gerçek sevginin temelinde koşulsuz önemseme/bağlılık yatar. Buradaki bağlılığı zincirlenmişlik olarak algılamamak gerekir. Bu nedenle ?bir insanı serbest bırakmak? şeklinde tanımlanan düşüncenin altında istençsiz bir bağlılık ve bundan kurtulma eğilimi görülmektedir. İstençsiz bağlılığın/zincirlemenin nefret duygusunu beslemesi doğaldır. Sevginin ortaya çıkması bu bağlanma ön-koşuluna tabi tutulamaz.
Nefret ve sevgi aynı kök-damardan beslenirler; ancak tam karşılıklı bir duruşları vardır. Nefretin sevgiye dönüşmesi ve sevgiyi özünde barındırması olanaklı değildir. Tersi ise mümkündür; sevgi koşullandırıldığında yerini nefrete bırakmak zorundadır; bırakır.
Öfke bir anlık duygu patlaması ve tepkisel bir edimdir. Sevgide anlık duygular mümkün ise de sevgi, anlık bir duygu açığa çıkartan bir edim değildir.
Nefer duygusunun karşı birikimi zamanla hedefini sabitleyerek kin duygusuna dönüşür. Kin duygusu açığa çıktığında yapıcı değil yıkıcı etki yapar/kırılma nedenidir; önemsemeyi/anlamayı ve koşullandırmadan değer vermeyi besleyemez; bunlar olmadığında sevgi gerçek boyutu ile gün-yüzüne çıkamaz. İnsan türü kendisini de sever; kendisi ile barışık olması bir yönü ile kendisini sevmesidir; buradaki sevgi, sevicilik/ya da kendisini çok beğenmişlik olarak değerlendirilmemelidir. Acıma duygusuna bağlı sevgi koşullandırılmış sevgidir ve gerçek sevgiden uzağa düşer.
Birey koşullandırılmış sevginin farkında değilse nefret ile sevgiyi karıştırabilir. Sevginin nedenini biliyorsa, karıştırmayacaktır. Tarihsel belleğe sahip her doğan insan yavrusu sevgi ve nefret duygularını da hazır bulur ve fakat bireyi kişileştiren olgu ise bunlardan kendisine göre olanı seçme yeteneğini göstermesinde ortaya çıkar. Bu nedenle yeni doğan bir bireyin iç dünyasında bu duyguların hepsi yerli yerindedir. Bunları tetikleyen olgular dış dünyadan gelirler. Nefreti doğuran olguların çokluğu sevgiyi egemenliği altına alır ve koşullandırır. İşte bu, sevgi değildir; öyle sanılır. Sanrı sevgiler ile sevgiyi tanımlamaya çalışmak ise nefret duygusunu öne çıkartır.
Bebek ana karnında oldukça sevgi yüklüdür; gözlerini dünyaya açtığında bu sevginin yittiği hissine kapılır öfkelenmez; o sevgisini ister. Tam bu aşamada ana göğsüne yaslandığında yüreğin ritmi ile sevgisinin yitmediğini görür. Dolayısı ile sevginin kökeninde tanımlanmayan “var olmanın dayanılmaz ağırlığı/hafifliği” değil, gerçek sevgi vardır. Bir ana ne kadar çok severse o çocuğun içindeki sevgi o kadar büyük olacaktır. Buna sevginin aktarılması denebilir.
Nefret, sevginin zıttı değildir. Ancak, sevginin tam karşısında duran ve sevgi kadar yoğun bir düşünce/birikimdir; öyle bir birikimdir ki, sevgi ile aynı damardan beslendiği için zaman zaman bir-diğerine karıştığı olur. Bu nedenledir ki, her sevilmeyen olgudan nefret edilmez.
Zaman zaman sevgi ve nefretin temelinde bastırılmış duyguların temel belirleyen olduğu düşünülmektedir. Ancak, bastırılmış duyguları hiç bilinmeyen ?bilinç-altı? fenomeni ile açıklamaya çalışmak bilinç ile açıklamaya çalışmaktan daha metafizik bir uğraş olsa gerek.
Her ne kadar düşünce/idea maddenin zorlamasına dayanır ve bu yönüyle fizik-ötesi ise de maddeden bağsız değildir. Mikro/makro evrendeki kozmosun devinim yasaları ve devingen kuarklar düşünce/idea-dan önce vardırlar ve hala o düşünceyi doğuran beyin dokusunda milyarlarca parçacık olarak devindikleri için düşünce var-olabilmektedir. Bu nedenle rahatlıkla söylenebilir ki fiziği zorlayan düşünce fizik ötesini yaratamaz. Düşüncenin bir ütopya/hipotez olarak maddi gerçekliği etkilemesinin fizik-ötesi ile yakından ilgisi yoktur.
İmgesel algılama/düşünme/aktarma alışkanlığını içerisinde bulunan koşullarda insanımsılar türün sürdürülmesi için yaratabildikleri için insan türü varlığını koruyup geliştirebilmiştir. Bu şu anlamı içerir. İnsan düşünceyi/sözü/imgeyi yarattığı için bu yönde doğayı etkiyip değiştirdiği için insan oldu yoksa bir tür olarak ya var olacak ya da yok olacaktı. Bunun farkına bile varmayacaktı.
Sevgiyi aramak insanı/doğayı/canlıyı önemsemek,anlamak ile başlar; ötekileştirme ile sevgi bulunamaz; sevgi endemik bir kır çiçeğidir ki her damardan da su içmez ve asla gölgelenmeyi sevmez.
Sevgi, her şeyden önce anlamaktır; öteki denileni yok edebilmek ve o-nu olduğu gibi yüklenebilmektir. Sevgi, o-nu o olduğu için önemseyebilmek, kendi beğenisini aşarak o-nu var-oluşu ile koruyabilmektir. Sevgi, paylaşmaktır; sınırsız ve duvarsız bir paylaşımdır; gölgelerden uzak ve korkusuz olan bir paylaşım. Sevgi, inadına bir yürüyüştür; alışılmışı aşan ve o-na dokunabilmektir; göz-ucuyla… Sevgi, o denilenin yanında her koşulda olmayı bilmek ve bunu gerçekleştirebilmektir.
Sevginin kaynağında canlı/dirimsellik vardır; o, tüm canlılarda olan bir yaşamsal sevinçtir.
Sevginin erk/egemen -erkek-egemen- in tekeline alınması ve onunca sevgi olmaktan çıkartılıp günlük meta tüketiminin/daha açık bir söylemle hazzın bir göstergesine/aldatmasına/çürümüşlüğüne dönüştürülmüş olması ve bunun tarihsel birikimi konusunda erk/egemen düşüncenin sevgiyi yoklaştırdığı açıktır. Nazım’ın dediği gibi “sofarmızdaki yeri, öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız” duygu/düşünce ve üretimde gerçekte erkekten daha fazla/geniş bir dünyaya sahiptir. Neolitik dönemdeki tüm üretim aletlerinin kadın tarafından keşfedildiğini bilmek bile bunun için gösterilecek bir örnek olsa gerek/yeterli ve fazla bile değil. Bu durum sevginin kadında daha yoğun yaşandığını göstermektedir.
Nefret ve hoş-görü aynı damardan besleniyorlar; ancak, nefret olmadan da sevgi var-olabilir. Gao Xingjian “ruh dağı” adlı romanının bir yerinde şöyle demektedir;
?…?sen? ve ?o?, hatta ?onlar? hayal ürünü olsalar bile, benim gözümde, yapmacık ?biz?den daha gerçek bir içeriğe sahipler. ?Biz? dendiğinde zihnimde hemen tereddütler, kuşkular beliriyor, çünkü o ?biz? de kaç ?ben? var, bilemiyorum. Ya da ?ben? e zıt kaç ?gölge? var, ?sen? ve ?ben? ve ?o?nun kaç silueti, ?ben?in, ?sen?in, ?o?nun ürettiği kaç hayal ürünü var, tıpkı ?o?nun hayat verdiği ?onlar? gibi? Evet, bu ?biz? kadar aldatıcı bir kavram olamaz.? Hayal ve gerçeği ayrıştırırken yapmacık olan ile hayali de ayrıştırmakta ve örtülü yalanın üstünü açarak onu çıplak bırakmaktadır.
?Ben?ini arayan elbette ?ego?yu sorgulayacak ve ?Ruh Dağı?na tırmanacaktır.
“ben/ego-nun sıfırlanması sonsuz sevgiyi yaratabilir mi? Olanaksız görünmektedir. Bu, hiç-liktir.” “eylemi iştir kişinin, söze bakılmaz”. Yaşam pratiğinde “sen” , “ben”, “o” nun neler yaptıkları, sevgiyi ne kadar çoğaltıp yaratabildikleri önemlidir. Ve belki de daha önemlisi sevgiyi engelleyen çarpık-düzenin bu maskesini ne denli ortaya çıkarttığıdır.
Sevgi canlı ile başlar; bunun için insan türünden olmaya gerek te yoktur; başka türlerin örneğin maymunların, köpeklerin, ayıların,kuşların vs sevgilerine tanık olunur; bunlar arasında bir derecelendirme yapılamaz; hepsinin sevgisi aynı derecede önemli ve anlamlıdır. Sevgi türler arasında da yaşanır; salt tür içinde yaşanan bir olgu değildir. Tüm sevgilerin bir ortak noktası/paydası var mıdır?
Çoğu zaman özellikle sevgi temelindeki yaklaşımlarda bireylerin çoğunluğu belki de farkında olmadan kendi ölçüleri/değer yargıları/görüşleri örtüştüğü oranda severler. Bu sevginin temelinde yatanın kendisine dair bir sevgi olduğunu bilmezler. Ne zaman ki, karşısındaki onun ölçüleri dışına çıkar işte o andan itibaren duymuş olduğu sevgi başka bir duyguya dönüşür. Adeta sevgi yerini nefret duygusuna bırakır. Çoğu insan/birey temelde egosuna yenik düşmektedir. Sevgi bu bağlamda yetersiz kalır. Bunun temel nedenlerinden birisi belki de bireyin, bireyi/insanı anlama çabasına girmemesidir.
Canlı türlerindeki sevginin ortak nedenleri olabilir ve fakat nefretin tüm canlılarda ortak bir nedeni olamaz; çünkü nefret yalnızca insan türüne ilişkin bir duygu kırılmasıdır. Hayvan türlerinden bazılarının yitirdikleri olgular karşısında göz-yaşı döktükleri gözlemlenen olaylardandır. Bu davranış biçimleri iç-güdüler ile açıklanamaz; onların altında yatan olgu, hangi boyutta algıladıkları tam bilinmese de bir sevgi boyutuna işaret eder. İnsan ve hayvan türündeki kıskançlık olgusu da bu şekilde bir yakınlaşma eğilimi taşır. Burada şu sonuca varmak belki olanaklıdır; canlılar var-oluş sürecinde var-oluşun kendisine önem verdikleri için sevgi duyumsamasını taşırlar ve yok-oluş bu nedenle tümü üzerinde üzüntü yaratır. Oysa nefret hiç de öyle değildir. O, temelde yok etmeye/yıkmaya/şiddete eğilim taşır ve bunu gerçekleştiremediğinde üzüntü duyumsar. Bu son duyumsama boyutu insan türünün geliştirdiği bir duygu kırılmasıdır. Bu kırılmanın altında ise yine sosyal/tarihsel/ekonomik nedenler yer alır. Nedeni ne olursa olsun nefret aşılamaz bir duygu değildir. Toplumsal tüm antagonizmalar birey üzerinde etkilerini göstereceklerdir. Hiçbir birey bundan muaf/bağışık değildir. Toplumsal dokuya karşı bireyin gösterdiği karşı tepkiler olmasaydı belki de uygarlık denilen tarihsel süreç gerçekleşmeyecekti. Sevgiyi yaratmak ne denli zor olsa da nefreti yok etmek belki daha fazla emek harcanarak olanaklıdır.
Nefretin yok edildiği, sevginin çoğaltıldığı Başka Bir Dünya neden olmasın?
Nejdet Evren
Son düzenleme, Aralık 2010, Batı