Şair Sina Akyol, bu yıl 22’ncisi gerçekleştirilecek İzmir Kitap Fuarı’nın onur konuğu. 16 yaşında şiir yazmaya koyulan Akyol, şiirde ellinci yılını devirdi. Bu yarım asırlık serüvene on dört şiir kitabı, iki seçilmiş şiirler, bir toplu şiirler kitabı sığdırdı. Bu arada düzyazmayı denediği bir de deneme kitabı kaleme aldı. Şiilerini hayatın orta yerinden damıtan, “Hayatı samimi bir şekilde şiire dahil edebilmenin yolu her şeyden önce ve öncelikle samimi olmaktan, sahici olmaktan geçer” diyen Akyol ile başlangıcından bugüne şiir yolculuğunu konuştuk.
En baştan başlamak istiyorum; yani okuma yazma yolculuğunuzun en başından. Sina Akyol’un şiirle tanışıklığı, şiire adanmışlığı nasıl başladı ve gelişti?
16 yaş civarı… Ankara’nın Ulus semtinde dolanıyordum. Gazete-dergi de satan bir büfenin güneş vurmuş camında “Çağrı, Fikir ve Sanat Mecmuası” adlı bir dergi gördüm. Derginin kapağındaki kalınca bant mor renkliydi, ama üstüne vuran güneş mor rengi bambaşka bir renge taşımıştı. Merak etmiş ve almıştım dergiyi. Karıştırdıkça şaşırmıştım. “Demek şiir, hikâye vb. yazan insanlar o yazdıklarını böylesi dergilere yolluyorlar ve o dergiler de basıyor yollananları, sahiden hayret!” demiştim. (Ne de olsa gördüğüm ilk edebiyat dergisiydi.)
“Peki benim başım kel mi, ben de gönderirim, bakalım yayımlarlar mı?” diye düşündüm. Evet, böyle demiş ve bir şiirimi (şiirciğimi) göndermiştim, Konya’da çıkan ve o zamanlar Adalet Partisi milletvekili olan Feyzi Halıcı Beyefendi tarafından yayımlanan “Çağrı” dergisinin adresine. Kısa bir süre sonra dergide gördüm şiirimi. (“Şiirde 50. Yılım”ı, 1967’de yayımlanan bu ilk şiirimin yayın tarihiyle başlatırım.) Tabii ‘resmî’ geçmişimin başlangıç günlerinden söz ettim. Öyleyse ‘gayrıresmî’ geçmişimin başlangıç günlerine de geleyim: Ağırlıklı olarak Ümit Yaşar Oğuzcan ve Turhan Oğuzbaş okuyordum o yıllarda. Bu iki şair -pek çok gence yükledikleri gibi- bana da yüklemekteydiler, efkâr-bunalım vb. duygularını. Büyük bir şehirde yaşamakta olan bir küçükburjuva genci olarak o duyguları ‘memnuniyetle’ kabul edip devralıyor ve ifade doğruysa, ‘içdökümlerim’i kayda geçiriyordum. İşte şiirdeki ‘gayrıresmî’ geçmişimin başlangıcı da bu!
Sonrası, 1969-73 arası… Birkaç amatör ya da amatörümsü derginin yanı sıra, “Dost” gibi, “Forum” gibi, “Yansıma” gibi, zamanın gerçekten de kalburüstü dergilerine gönderdim şiirlerimi. Yayımlandılar. Daha da sonrasında altı yıllık bir ara var. (Bu aranın nedeni şiire küsmek filan değil. “Bu işler şiirle-miirle olmaz” deyip DİSK’e bağlı bir sendikanın Ankara şubesinde, ücretsiz duygularla, eğitim ve örgütlenme sekreteri olarak çalıştım, çalışabildiğim kadarıyla, işte bu nedenledir bu ara.) Ve ardından, ilk kitap: “Su Tadında” (1980). Devamında ise, 2017 Nisan’ı itibariyle söyleyecek olursam, on üç yeni kitap daha. Ayrıca iki seçilmiş şiirler, bir toplu şiirler, bir de düzyazı (deneme) kitabı… Evet, 2017 Nisan’ı itibariyle, bütün sevabım/günahım budur, bundan ibarettir.
İlk şiirinizi yazdığınız 1967 yılından bu yana şiiriniz nasıl bir dönüşüm geçirdi peki? Elli yıllık şiir yolcuğunuza dair neler söylemek istersiniz?
İyi şiirle geç tanıştım. Gereksiz yere, üstelik uzun süre, epey oyalandım. Derken, günün birinde, Arkadaş Z. Özger yetişti imdadıma. Örneğin Mehmet Fuat’ın “Yeni Dergi”siyle, Cemal Süreya’nın “Papirüs”üyle, Halil İbrahim Bahar’ın “Soyut”uyla filan, Arkadaş sayesinde tanıştım, tanışabildim. 1980’de yayımladığım -ve hâlâ sevdiğim, hatta çok sevdiğim şiirlerin de yer aldığı- ilk kitabımın önemli bir kitap olduğunu tabii ki söyleyemem. Ama ikinci kitabım (“Lokman’la Geçen Şen Günlerim”) pek çok kişi tarafından sevildi, benimsendi; ben de katılırım, o kitabı sevip benimseyenlere. Üçüncü kitabımı (“Haytalarla Hatmiler”) ise en çok ben sevdim. (Sevenler de oldu, çok sevenler de… Ama ben “Haytalarla Hatmiler”i onlardan çok daha fazla sevdim). Sürecin burasında, öğreniyordum şiiri. Ya da şöyle diyeyim: Epey öğrenmiştim, iyi öğrenmiştim. Dördüncü kitabım (“Ayda Tümör İzleri”), bu öğrenmenin temeli üstüne oturmuş bir kitaptır. Kişisel şiir tarihimdeki yeri itibariyle önemli değil, çok önemlidir (tabii ki bana göre). Kendi sesimi, dolayısıyla kendi şiirimi bulduğum bir kitaptır. Şiir dili ve çizgisi itibariyle, sonrasında gelen kitaplarıma analık-babalık etmiş bir kitaptır çünkü. Madem yeterince söz ettik “Ayda Tümör İzleri”nden ve madem daha sonraki kitaplarımın anası-babası kıldık onu, bu cevabın daha fazla uzamasına da gerek kalmadı demektir.
Sina Akyol şiirine yön veren şair ve yazarlardan bahseder misiniz? Küçük yaşlardan bu yana rehber edindiğiniz, size kılavuzluk eden şair ve yazarlarınız kimlerdi?
‘Küçük yaşlar’dan kasıt, ilk şiirimi yayımladığım on yedi yaş dolayları ise, o zamanlar bana yön veren, benim rehber edindiğim, bana kılavuzluk eden hiçbir şair, tabii ki yoktu. Çünkü o zamanlar -doğal olarak- ‘zırcahil’in biriydim. ‘Usta şair’ diye bir ‘konumlama’ filan yoktu ki kafamda. Dolayısıyla ‘yön vermek’, ‘rehber edinmek’, birilerini kılavuz olarak görmek gibi düşünceler ufukta dahi görünmüyordu. İkinci ve üçüncü kitaplarıma çalıştığım süreçlerde, tabii ki biliyordum artık, hangi şairleri sevdiğimi. Dördüncü kitabıma hazırlandığım süreçte ise, bana ‘yön veren’, benim ‘rehber edindiğim’, bana ‘kılavuzluk eden’ şairler-öykücüler-denemeciler-romancılar-toplumbilimciler-felsefeciler kimlerdi, iyi biliyordum. Devamı sözün çok uzamasına yol açacağı için sadece şiir alanını konu edineceğim: Çağdaşlarımdan (ki onlar abilerim olur) Egemen Berköz ve Mehmet Taner, yolumu açan şairlerdir.
Çok daha eskiler mi? Gerek Ahmet Haşim, gerekse Asaf Halet Çelebi benim için çok önemlidirler. Sonraki kuşaklardan Sabahattin Kudret Aksal, İlhan Berk, Oktay Rifat, Cemal Süreya (çeşmeye tas bırakan şairler soyundandır), Ece Ayhan, Ülkü Tamer, Ahmet Oktay, Cevat Çapan bana çok şey öğretmişlerdir. Mutlaka eklemek isterim: Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Haydar Ergülen, Hulki Aktunç, Hüseyin Ferhad, Birhan Keskin, Gökçenur Ç. ile aynı dönemde, aynı dergilerde yazmış/yazıyor olmak, benim için sahici sevinçtir. Samih Rifat’ın -sadece çeviri şiirlerini değil- o görkemli şiirlerini de okumuş olmak ise müthiş bir şanstır benim için. Ama üç isim vermem gerekirse, Necatigil, Anday ve Berk derim.
Hayata ve insana dair her şey şiire, edebiyata, resme, sinemaya, sanatın her alanına dahil olur. Yaşamın içinden damıtılır sanat. O nedenle de insana değer, dokunur. Sizin şiirlerinizde de minik detaylarıyla hayatı görüyoruz. Hayatı samimi bir şekilde şiire dahil edebilmenin yolu nereden geçiyor? İyi bir gözlemci olmanın rolünden bahsedilebilir mi burada?
“Hayatı samimi bir şekilde şiire dâhil edebilmenin yolu” her şeyden önce ve öncelikle samimi olmaktan, sahici olmaktan geçer. İnsan (şair) ne kadar samimi, ne kadar sahici olabilir, işte burası uzun uzadıya tartışılır, tartışılabilir. Öyleyse, şairin tavrını, samimi olmaya, sahici olmaya çalışmak diye ifade etmek daha doğru bir yaklaşım olsa gerektir. “İyi bir gözlemci olmanın rolü” tabii ki ‘olmazsa olmaz’ derecede önemlidir.
“Acemi olmadan şiir yazılmaz” diyorsunuz bir söyleşinizde. O halde şair, o ilk günkü acemiliğini hep bir köşede saklamalıdır, diyebilir miyiz? Hep çırak kalmayı başarılabilmenin şairliğe kattıkları üzerine konuşalım mı biraz?
“Acemi olmadan şiir yazılamaz” cümlesinin bir başka biçimdeki ve esas ifadesi ile bu düşüncenin özü bana değil, Orhan Alkaya’ya aittir. “İnsan önce usta, sonra sonra çırak olur” demiştir, diyebilmiştir Orhan. İyi şiir, yazan kişinin kendini ‘kasmadan’ yazması halinde ‘iyi şiir’ olabilir. Gerek Orhan’ın gerekse de benim sözünü ettiğimiz ‘acemilik’, beceriksizce yazmak demek değildir. Yazan kişinin kendini kasmadan yazması demektir. Belirli bir şiir dilini yakalamış olduğu içindir ki, o şiir dilinde haklı olarak ısrar etse bile, ortaya yeni, yepyeni (kendisi için de yeni, yepyeni) şeyler koyması, koyabilmesi, bundan katiyen korkmaması, çekinmemesi demektir. Dolayısıyla sözünü ettiğim acemilik, elbette “ilk günkü acemilik” değildir. Sonuç olarak, şairin çırak olmaktan korkmaması demek, son kertede şiirini yenileme imkân ve gücüne sahip olması demektir.
En son 2016’da “Çırıl ve Çıplak” ile “Sütün Huyu” isimli şiir kitaplarınız yayınlandı. Bir de 2012 yılında yayımlanan “Düzyazdım” isimli bir deneme kitabınız var. Bu düzyazı kitabınızda “Yazı ilerlemiyor, öyleyse burada ara vereyim” diyorsunuz; yazının hayata daha çok değmesi için bir mola. Şiirin de kimileyin ilerlemediği oluyordur mutlaka. O zaman da bir mola vermek yeterli mi sizin için?
Bu sorunuza vereceğim yanıt tek cümleden ibaret olacak: “Şiirin de kimileyin ilerlemediği” zamanlarda, “mola vermek” ve bu molayı gerektiğince uzun tutmak ‘yeterli’ değil, ‘zorunlu’dur.
Gazetecilik mezunusunuz ve radyoda Klasik Batı Müziği programları yaptınız. Şiirinizle müzik arasında bir ilişki var mı? Müzik de şiirinizi besleyen damarlardan biri midir? Ya da şiir ilerlemediğinde, müziğin eşlik ettiği bir mola, şiirinizin yolunu açar mı?
Şiirin müziği mutlak surette içermesi gerektiğini düşünenlerdenim. Dolayısıyla müzik, şiirimi besleyen damarlardan, elbette biridir. “Şiir ilerlemediğinde, müziğin eşlik ettiği bir mola” meselesi, müziği radyodan ya da CD’den dinliyor olmakla ilgili olsa gerek. Bu ‘dinleme’nin şiirle herhangi bir ilgisinin olduğunu düşünmüyorum.
12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte ülkemiz büyük zulümlere sahne oldu. Bu zulümden müzik, sinema, roman ve elbette şiir de nasibini aldı. 80 öncesinin başkaldıran şiirinin başı öne eğildi darbeyle birlikte. 80 sonrasından günümüze, şiirde yaşanan dönüşümü değerlendirir misiniz? Politik ya da toplumsalcı şiir öldü mü, ne dersiniz?
Önceki soru müzikle ilgiliydi, bu soru ise 12 Eylül 1980 darbesinden söz ediyor. Bence müzik ile 12 Eylül 1980 darbesinin arasına, beni de, sizi de, bu söyleşiyi okuyacak olanları da epey eğlendirecek bir ‘ara taksimi’ katayım: ‘Netekim Kenan’ Cumhurbaşkanı. Kendisi adına işler işlemekte olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı şöyle bir görüp tanımak istiyor. Koca orkestra sahnede toplanmış durumda. Erkek üyeler penguen, kadın üyeler ise siyah balo kıyafetlerini kuşanmış haldeler. ‘Netekim Kenan’, arkasında orkestranın şeflerinden birisi ve orkestra müdürü olmak üzere, onlarla birlikte sahneye çıkıyor. Hangi sanatçının önüne gelse, şef, o üyenin hangi enstrümanı çaldığını söylüyor, önceden verilen talimat üzerine de ilgili sanatçı enstrümanının sesini duyuruyor ‘Netekim Kenan’a. Viyolonsel sanatçılarıyla başlayan ‘tanıma merasimi’ orkestranın vurmalı çalgılar grubunun üyelerini de tanımakla bitmek üzere. Vurmalı çalgılar grubunun üyeleri sırasıyla grand casa, timpani, ksilofon, çan, tamburin, zil, üçgen, vb, işte önlerinde ne varsa, başka n’apsınlar, vurup duruyorlar. ‘Gümbürtü’ hitamına erdiğinde, ‘Netekim Kenan’ arkasındaki orkestra şefiyle müdüre dönüp “Bunlar da kemancılarla aynı maaşı mı alıyorlar? diye soruyor (Uydurulmuş bir fıkra filan değil bu; sahiden yaşanmış bir olay). Evet, ‘ara taksim’im burada bitti, şimdi soruya döneyim.
80 öncesinden kasıt, 70’li yıllarda yazılan şiir ise, söyleyeceklerim farklı olacak. Bana göre, 80 öncesinde yazılan şiirin ağırlıklı bölümü (toplumcu gerçekçi olduğu söylenen şiirin ağırlıklı bölümü) -birkaç şairimizin yazdıklarını hariç tutacak olursak- tek tipçi, slogancı, zayıf bir şiir toplamıydı. 80’li yıllarda yazmaya başlayan gençler, 70’li yılların -sözünü ettiğim tarzdaki- şiirinden, şiirin nasıl yazılmaması gerektiği konusunda sıkı dersler çıkardılar.
“80 sonrasından günümüze, şiirde yaşanan dönüşüm”e, izninizle hiç gelmeyeyim: Toplam on soruluk bir söyleşinin yanıtlarından yalnızca biri olan bu sekizinci yanıtın elbette daha fazla uzatılmaması gerekir. Sözgelimi bu çerçevede bir ‘dosya’ yapılırsa, esas itibariyle o dosyada tartışılmalıdır konu.
“Politik şiir”e geleyim ama! Politik şiir ölmedi. Hiçbir zaman da ölmez. Tabii ki ‘politika’dan anladığımız, günümüzün kısır siyasal çekişmelerinin toplamından ibaret bir alan içinde bulunmak değil ise… Politik şiirden benim anladığım, şairin ve şiirin hakiki anlamda ‘muhalif’ olmasıdır. Muhalif olmak ise, güya marjinal kimlikle ortaya ‘fırlamak’, ileri-geri konuşmak, akla gelen-gelmeyen her şeye karşı çıkmak değildir. Muhalif olmak öncelikle muhalefet bilincini, dolayısıyla da bilgisini gerektirir.
“Toplumsalcı şiir”e de geleyim, ama şöyle geleyim: Bir şairin “toplumsalcı” (tarif edilmiş toplumsalcı) olması ile ‘sahiden toplumu yazması’ katiyen aynı şeyler değildir; bunları birbirinden ayırmak gerekir.
Doğan Hızlan, “İkindi Kitabı” isimli kitabınızdan bahsederken “Şiir bir ayıklama, aza indirgeme sanatıdır. Şiir okurunun azlığı da bu yüzdendir” diyor. Neredeyse hemen herkes gençlik yıllarında bir şiir yazma girişiminde bulunmuştur. Ama şiir okumak konusunda o kadar da hevesli değil çoğunluk. Şiirin yeterince ilgi görmemesini siz neye bağlıyorsunuz?
Sahici şiir okuru olmak kolay şey değildir. Sahici şiir okuru, şiir kitaplarının 5000-2500-1000 adet basıldığı dönem/ler/de de az idi. Günümüzde ise şiir kitaplarının baskı sayısı daha da azaldı. Bir yandan televizyon kanallarının sayısındaki artış, bir yandan internet vb., bir yandan tatil ve izin günlerinin AVM’lerde geçirilmesi alışkanlığı, bir yandan da mânânın şairin karnında gizli olması; uzun sözün kısası şairin ve şiir okuyucusunun günümüzde artık bir ‘fun-club’ın eser miktardaki üyeleri haline gelmesi gibi faktörler, doğal olarak şiir okurunun sayısını azalttı. Şaşılacak ya da hayıflanacak bir şey yok aslında. Her şey eşyanın tabiatına uygun olarak gelişiyor. Bir başka ifadeyle, ‘gelişemiyor’! Normal bir durumdur bu.
22. İzmir Kitap Fuarı’nın onur konuğusunuz. Fuarda çeşitli konferanslar, söyleşiler, atölyeler gerçekleştirilecek ve şiir üzerine de çokça söz söylenecektir mutlaka. Şiir türüne ilginin artmasına ya da şiirin gelişimine ne gibi katkı sağlayacaktır bu fuar?
Zannımca, fazla umutlu olmamak gerekir. İki-üç genç (haydi dört-beş diyeyim), şiirle ilgili birkaç panelden, kolay kolay unutamayacakları anılarla ayrılacaklarsa, bir önceki soruya verdiğim yanıtta sözü geçen ‘fun-club’ımıza hoş gelecekler demektir!
SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi
isimizgucumuzkitap.com