Spengler ve Toynbee: Döngüsel Tarih Anlayışına Dönüş

Oswald Spengler’e göre, 19. yüzyılın tüm tarih felsefeleri aslında “gelecek felsefeleri”dir. Bu felsefeler daima bir “total anlam”dan, geçmişi, şimdiyi ve geleceği kapsayan bir anlamdan hareket etmişlerdir. Ama onların esas kaygısı, hep gelecek hakkında önbililer (Prognose) ortaya atabilmektir. Spengler’e göre, tüm bu tarih felsefeleri, bu yüzden “anlamsız olan şeylerin en anlamsızı” bir şey olarak, tarihte hep bir ereklilik arayıp durmuşlardır. Oysa Spengler’e göre tarih aslında “kör bir doğa oyunu”na benzer ve bizim ona yüklediğimiz anlamda hiçbir erek taşımaz.141 Öyle ki, “bir filizden yeşerip evrensel bir güçle gelişen büyük kültürlerin pek çoğu, bir tarla üzerinde yetişen çiçekler gibi, yüce bir ereksizlik içinde boy atarlar.”142 Spengler’e göre, tarihe “güvenilir” bir yaklaşım, önce insani bir şey olarak erek idesini tarihe taşımaktan vazgeçmekle olanaklıdır. Kendi yaklaşımında Spengler, bir “dünya tarihi morfolojisi” peşinde olduğunu söyler. Böyle bir morfoloji için, yani tarihte belli “biçimler” bulabilmek için kendisine bir “septik yöntem” seçtiğini belirtir. Ona göre dünya tarihinde bazı kalıcı şeyler, kalıplar, “biçimler” bulabilmek için tüm kültürleri “septik bir karşılaştırma yöntemi”yle ele almak gerekir. Spengler “septik yöntem”den araştırmacının kendi kültürel donanımından ve belirlenmişliğinden sıyrılmasını sağlayacak, yani elden geldiğince onu “tarafsız” kılacak bir yöntemi anlar. Ama kültürler karşısında böyle bir tam tarafsız bakış açısı sağlanabilse bile, Spengler’e göre, yine de bir araştırma tarzı olarak “tarihin bilimselliği” sağlanmış olmaz. Tarihin bir “bilim” olduğuna inanmak Spengler’e göre saçmadır. Çünkü tarih, bizim gözümüzde her zaman bugünümüz açısından önem taşır ve biz ona hep kendi yaşamımız ve beklentilerimiz doğrultusunda eğiliriz. Bu yüzden tarihte “doğru” ya da “yanlış” diye bir şey yoktur; tarihte bizim ilgi, beklenti ve kaygılarımız açısından “önemli ve önemsiz” ve “yüzeysel ve derin” şeyler olabilir.143 Bir kez obje olarak tarih (res gestae) “yaşanmış olan”dır. Bir edebi tür olarak tarihçilik ise, bizim ilgi ve beklentilerimize göre, “şiirleştirilen” bir şeydir ve “şiirleştirilmelidir”.144 Tarihe teorik aklın nedensellik kategorisiyle eğilemeyiz. Çünkü tarih gelişigüzel yeşeren çiçeklerin (kültürler) tarlasıdır. Bu yüzden, bir erek de taşımaz. Tersine, onda ancak kör güçlerin etkin olduğu bir kadersel zorunluluk saptanabilir ve tarihin anlaşılmasını sağlayacak ana kavram da kaderdir. “Gerçek tarih kaderseldir, ama tarihteki kader yasalardan da bağımsızdır.”145 İşte Spengler’e göre buradaki kader sözcüğü, “betimlenemeyen bir gerçeklik hakkında kullanılan bir sözcük değildir.” Burada kaderden anlaşılması gereken şey, gelişigüzel yeşerip ve sonra da solan bitkilerin yaşama tarzlarıdır.146

Buna göre, kültürler gelişigüzel doğarlar, gelişirler ve ölürler. Bu kültürler, değişik tarlalarda bağımsızca yeşerir ve gelişip solarlar. Örneğin Spengler’e göre tüm dünya tarihinde yeşerip solan sekiz tip kültür çevresi ayırt edilebilir. Bunlar kendi tiplerine uygun gelişim kurallarına, yani kadersel zorunluk türünden yasalara göre serpilirler ve sonra yine solup giderler. Spengler bu sekiz tip kültür çevresinde üç değişik gelişme basamağı ayırt eder: 1. Metafiziksel-dinsel yüksek kültürler 2. Simgeci erken kültürler 3. Sivil geç kültürler. Ona göre, Comte’un üç hal yasasını andıran bu basamakları her kültür kendi içinde yaşar ve son basamakta hepsini çöküş bekler. Spengler, buna dayanarak da Batı kültürünü “sivil geç kültür” basamağında görür ve Batının Çöküşü adlı yapıtında Batı kültürünün çöküş içinde olduğunu savunur.147

Arnold J. Toynbee, Henri Bergson’un “atılımcı” doğa felsefesinden etkilenerek, Spengler’inkine benzer bir tarih felsefesi geliştirmiştir. Toynbee’ye göre, “bilim” olarak tarih, nomotetik bilimler (ve bunlar içinde özellikle antropoloji) ile şiir arasında bir yerdedir ve her ikisine birden dayanır. Tarihin obje birimi ise “kültürler”dir. Toynbee’nin 21 adet olarak belirlediği bu kültürler, dinamik şeylerdir. Kültürlere bu dinamiği veren ise “yaratıcı kişiler”dir ve öyle ki kültürler yaratıcı kişileri taklit (mimesis) yoluyla gelişirler. Toynbee için özellikle “yüksek kültürler” kendi içlerinde anlaşılabilir olan “anlam bütünlükleri” oluştururlar. İşte özellikle tarih, bu yüksek kültürleri değer yargılarına başvurmadan karşılaştırmalar içinde anlamaya çalışan bir bilimdir. Toynbee, “Biz olumlu ya da olumsuz değerlendirmeler yapmak istemiyoruz; tersine, anlamak istiyoruz,” der.148 Böyle bir bakış altında Toynbee’ye göre kültürlerin gelişimi meydan okuma (challenge) ve yanıt verme (responce) yoluyla gerçekleşir. Kültürler, önce insanların doğaya karşı meydan okumaları ve doğaya egemen olmaları sayesinde ortaya çıkabilirler. Daha sonra meydan okuma öbür kültürlere yönelir. Bu meydan okumaya toplumda belli bir azınlık, elitler, yani yaratıcı kişiler yanıt verirler ve kitleler bu yaratıcı kişileri taklit edip izlerler. Böyle oluşan kültürler, yükselme, gelişme ve çöküş dönemlerini yaşarlar. Ama bu dönemlerin oluşmasında, Spengler’in de belirttiği gibi, hiçbir doğal yasalılık söz konusu değildir. Bu dönemler arasında en kesini ise Toynbee’ye göre çöküştür.
Toynbee, daha geç döneminde bu tarih felsefesinde bazı değişiklikler yapar ve yüksek kültürlere ve özellikle de yüksek dinlere eğilindiğinde, bu kültür ve dinlerin “sanki bir tarihsel ereği içlerinde barındırır gibi” göründüklerinden söz eder.149 Ona göre bu özellik, bu kültür ve dinlerin çöküşünü sanki engeller gibidir. Öyle ki Toynbee, artık bu görüş doğrultusunda “bugünün elitlerine düşen” bir “görev”den, yani bir “dünya devleti kurma” görevinden söz ederek, böyle bir dünya devletinin “öbür yüksek kültürlerden (Çin, Hint) alınmış öğelerle desteklenmiş yeni bir Hıristiyan devleti” olacağını belirtir.150
Spengler ve Toynbee, dünya savaşları yaşamış kuşaktandır ve modern çağların çizgisel tarih anlayışını belli bir kötümserlikle yadsıyıp büyük ölçüde antikçağın döngüsel tarih anlayışına tam bir dönüş yaparlar. Onlar böylece, Batı tarih felsefesinde antikçağdan sonra ancak yeniçağda Giambattista Vico’da (1668-1744) örneğini görebildiğimiz “tarihin çember teorisi”ni (Zyklus der Geschichte) yenilemiş olurlar.

Doğan Özlem
Tarih Felsefesi – Altıncı Bölüm
No­tos Ki­tap

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir