Tocquevilleci demokrasi, toplumsal iktidar ve sivil toplum kaygıları

Tocquevilleci demokrasi, toplumsal iktidar ve sivil toplum kaygıları

Giriş
Demokrasi yeryüzünde mevcut olan siyasal rejimlerden sadece birisidir. Hatta demokrasinin bir ‘rejim’ olup olmadığı dahi sorgulanmaya açık bir husustur. Çeşitli değerlendirmelere göre demokrasi bir siyasal rejimin (metaforik anlamda) alt veya üst yapısını meydana getirebilir. Çünkü, demokrasinin bir rejim olmayı aşan bir çok farklı özelliği mevcuttur. Rejimlerin en önemli özelliği olan ‘sistematik’liğin ötesinde demokrasi yerine göre bir toplumsal örgütlenme biçimi, yerine göre bireyin gerek kendi gerekse toplumsal varoluşunu tanımlama yöntemidir. O nedenle de demokrasi, gene rejimlerin en önemli özelliği olan, iktidar kur(gula)ma süreci değildir. Demokrasilerde iktidarlar oluşur ama demokrasi bizatihi siyasal iktidar oluşturmaz. Daha abartarak söylemek gerekirse iktidar demokrasinin sınırlarına tabidir ama demokrasi iktidarın sınırlarını daima aşar. Bu itibarla da ikisi arasında olduğu kadar demokrasinin kendi katılaşan, bürokratikleşen iç iktidarıyla da sorunu vardır.
Demokrasi bu niteliği ile daha öze dönük bir olgudur. Bir iktidarın niteliklerini tayin etme ve tanımla işlevine sahip olabilir demokrasi. Ama iktidarın kendisi olamaz. Tam tersine demokrasi özü gereği iktidar olgusunu kısıtlayan bir dinamiğe sahiptir. Daha açık bir söyleyişle belli ve özgül durumlar dışında sadece demokrasiyi kendisine hedef alan bir siyasal parti veya iddia olamaz. Fakat demokratik bir boyutu içinde taşımayan bir siyasal iddia ve örgütlenme de (demokratik kabul çerçevesinde) olanaksızdır. Bu, demokrasinin üzerinde yeterince durulmayan temel kısıtlaması ve aynı zamanda en büyük olanağıdır.
Bu açıdan bakıldığında, demokrasi, diğer rejimlerde görülmeyen çok farklı bir özelliğe sahiptir. Diğer rejimler kendilerini bir ‘son’ olarak görürlerken demokrasi kendisini bu şekilde tarif etmez. Demokrasi, tam tersine, kendisini sürekli olarak dönüştürme ve yenileme sürecidir. Bir yandan uzun bir yandan da kısa sayılacak tarihi demokrasinin bu önermeyi doğrulayacak bir tarihtir. Buradan hareketle demokrasinin her zaman kendi iç yeterliliğiyle ilgili bir sorununun bulunduğu ve o bağlamda demokrasinin ancak ‘ikinci en iyi rejim olduğu belirtilmelidir. Bununla birlikte kendisini gösteren daha önemli bir nokta şudur: demokrasinin sürekli dönüşen, değişen bir rejim olması, onun kendi kendisine yeterliliği sorunuyla iç içe geçmiş durumdadır. Bu da demokrasiye dışsal değil içsel bir sorundur. Yani, gene aynı metaforla söyleyecek olursak, uzun tarihi boyunca demokrasi, sadece demokrasi karşıtlarınca değil yandaşlarınca da eleştirilmiş ve gelişmesi için arayışlara sürüklenmiş, önermelerle karşılaşmıştır. Buradaki tartışma noktası bir yeterlilik veya yetersizlik değildir. Daha ziyade demokrasinin niteliği ve daha da önemlisi demokrasinin kapasitesi ile sınır şartlarıdır. Bu bağlamda da demokrasi bizatihi kendi kurumları, içsel yapısı ve kapasitesi doğrultusunda sorgulanır. Bu irdeleme daha soyut bir düzeyde demokrasinin bir fikir ve kavram olarak varlığını da kapsayabilir.
Bu makalede demokrasinin özellikle bu yaklaşımla, çoğunluk, çoğunluğun sivilliği, sivil yapıların gerek kendilerine yeterliliği gerekse ihtiyaç duydukları ikincil kurumlarla olan ilişkileri bağlamında bir değerlendirmesi yapılacaktır. Bu sorun demokrasinin literatürde sıklık değerlendirildiği üzere muhafazakar bir kanattan eleştirmeni olan Alexis de Tocqueville’in görüşleri bağlamında irdelenecektir. Bununla birlikte Tocqueville’in görüşleri, makalenin sonunda benzeri bir konuyu derinlemesine ele almış bir başka demokrasi-içi-eleştirmenin Hannah Arendt’in görüşleriyle karşılaştırılacaktır. Konunun bu anlayışla ele alınmasında Tocqueville’in demokrasi kuramı içinde çok hassas bir noktayı kavramasının önemli payı vardır. Eskil Rejim yazarı, demokrasinin çok özel bir halinin üstünde durmuştur. Literatürde ‘çoğunluk tiranlığı’ olarak yer alan ve o kadar eski bir tarihte saptanmış bu gerçek demokrasinin muhafazakar bir yorumunu oluşturmaktan çok onun kendi kendisini zehirleyebilecek en önemli potansiyelini ortaya koyması yönünden ilginçtir. Arendt’in sivil toplum bağlamında getirdiği eleştiri ise Tocquevilleci önermelerin 20. yüzyıldaki bir tür sınması olarak değerlendirilecektir.

I. Demokrasinin uzun serüveni ve Tocqueville’ci tedirginlik
Demokrasinin klasik ‘form’ların içinde yaşanan toplumsal yapılarla uyum sağlayamadığı bir gerçek. Ne var ki, bunu sadece bugünün bir sorunu olarak görmemek gerekir. Demokrasi, telaffuz edildiği günden bu yana, çok çeşitli nedenlerden ötürü sorunlu bir olgu olma niteliğini hep korumuştur. Bu, sadece demokrasinin olumsuzlukları ve yetersizlikleri bağlamında değil, olumlulukları ve erdemleri bağlamında da karşılaşılan bir husustur. Son kertede özneler arasında bir etkileşim niteliği kazanan demokrasi bu sorunsal yapısını metafizik bazı nedenlerden türetiyor olabilir. O metafizik insanın evrensel varoluşundan kaynaklanan hususlara tekabül edecek kadar geri bir noktaya çekilebilir. Bunları en geniş anlamda otoriteyle özgürlük arasındaki gerilim diye özetlemek mümkündür. Ne var ki, özgürlüğün tek bir modelinin olamayacağını veya özgürlüğün de kendi içinde daha özgürlükçü modellerinin olabileceğini fark ettiği günden beri insan demokrasi konusundaki çabasını teleolojik bir yaklaşımla sürdürmektedir. Bu anlamda demokrasinin ereksel olduğunu kabul etmek ve onun kendi kendisiyle çelişen ve ancak kendi içinden dönüşebilecek bir varlık olduğunu bilmek demokrasi konusundaki ilksel kabuldür. Bir başka deyişle geç yirminci ve erken yirmi birinci yüzyılın tartıştığı veya aradığı demokrasi, demokrasinin kendisine karşıtlığıdır. Yoksa daha otoriter bir modele karşı demokrasi arayış ve anlayışı çok daha farklı ve kısır bir bağlama tekabül edecektir.
Demokrasinin bu anlamdaki ‘sorunlarını’ meydana getiren çok önemli bir diğer husus teknolojidir. Teknoloji en geniş anlamda üretim ilişkileri demektir. Üretim ilişkilerinin değişimi tarafından belirlenen toplumsal yapı ve siyasal yapı, bunların tümünün bir sentezi olan demokrasiyi de doğrudan etkileyecektir. Kaldı ki, o değişimden öncelikle etkilenen, bizatihi insanın kendisidir. Bu süreç içinde demokrasinin dönüşmemesi düşünülebilecek bir şey değildir. Dolayısıyla geç 20. yüzyılda başlayan, bugün de devam eden demokrasi tartışmaları bir soybilim mantığı içinde bakılırsa yeni değildir; özgül de değildir. Bu tartışmaların ilginçliği değişen sürecin içinden çıkmış olmasıdır. Değişimi yaratan etkenler bu doğrultuda daha önemlidir denebilir. Bugün literatürde geç modernite veya post-modernite olarak tanımlanan oluşumlar ve onları hazırlayan süreçler üstünde durmak, onları tanımak ve tanımlayabilmek, neden bir yeni demokrasi arayışı içinde bulunduğumuzu da bize gösterebilir. Bu çerçeve içinde insanların, demokrasiyi değil, öncelikle, onun da bir parçası olduğu hayatı dönüştürmeye çalıştığını görebiliyoruz. Ne var ki, demokrasi kendiliğinden bir olgu değildir. Baştan beri ikili karşıtlıklar üstüne oturmuştur. Onun, yukarıda da belirtildiği gibi, hayata uyarlanması özel bir çabayı gereksinir.

Bu çabanın, sonunda, demokrasiye ütopik bir nitelik kazandırdığı kesindir. Fakat, buradaki ütopya kavramı demokrasi-insan, demokrasi-toplum arasındaki ilişkiye dönük, o düzeylerde netleşmiş bir ütopizmi değil, gene yukarıda değindiğimiz ereksellik anlamındaki ütopizmi düşündürmelidir. Çünkü, en iyi demokrasi de, en iyi toplum da, en iyi insan da henüz yaratılmamıştır. Onların tümü birer tasavvurdur. Bu itibarla Platonik bir demokrasinin tasavvur olanakları hala genişlemekte ve ¬daha da genişleme şansı yakalamak için bütün fırsatları değerlendirmektedir. Ne var ki, demokrasinin bir episteme olarak yaşadığı ütopist arayış sadece onun Platonik olanakları (aynı zaman da olanaksızlıkları) için geçerli değildir. Onunla eşzamanlı olarak demokrasi daha ‘seküler’ ve somut bir hale gelmenin de olanaklarını aramakta, o boyut ve düzeyde de bir ütopizme düşmektedir.
Alexis de Tocqueville’in ilk önemi bu noktada kendisini gösterir. Tocqueville’in demokrasi yorumu, özellikle yapıtının birinci cildinde (1835) daha ütopikse de kitabın belli bir aradan sonra yazılan ikinci cildinde (1840) daha seküler bir nitelik kazanır. Bir anlamda Tocqueville kendi biyografisi doğrultusunda yaşadıklarının da bir sonucu olarak fakat biraz zorlamayla söylemek gerekirse demokrasinin sekülerleştirilmesi sorunuyla meşguldür. Ütopik bir demokrasizm arayışı içinde olmaktan ziyade Tocqueville, yapıtın 2. cildinde açıkça görüldüğü üzere, bugünkü terminolojiyle söyleyecek olursak, demokrasinin mikro dünyalardaki temellendiriliş çabası içindedir. Ne var ki, bu, Tocqueville’in de giriş bölümünde değindiğimiz temel demokrasi sorununu dışladığı anlamına gelmez. Çünkü, Alexis de Tocqueville de, tüm sekülerleştirme çabasına ve girişimine karşın , bir demokrasinin ve onun çağdaş dünyadaki bütün açılımlarını, tüm modellerini gene mutlak iyinin bir uzantısı olarak sorgulamaktadır. Bir başka deyişle, Tocqueville de kendi maksimal iyisinin peşindedir. Bu doğaldır. Çünkü, ne bu bağlamdaki demokrasi ne de herhangi bir başka bağlam ‘daha kötü bir demokrasi’ taahhüdü ve tercihi içinde olamayacağından Tocqueville’in de diğer demokrasi yorumcularıyla ortak noktasını utopistik bir arayış meydana getirecektir. Bu itibarla, eğer söz konusu olan daha iyi bir demokrasi arayışı ise, herhangi bir modelin daha iyiyi önerme hususunda bir diğerine farkı ve önceliği yoktur.

Bu ortaklık içinde bir demokrasi modelini diğerinden daha farklı ve tercih edilir hale getiren acaba nedir? türünden bir sorunun ‘katılaşmış’ ve ortak kabul gören bir yanıtını bulmak zor. Fakat bu konuda iki yoldan söz edilebilir. Bunlardan ilki daha ampirik çalışmaların ortaya koyduğu hususlardır. İkincisini ise daha felsefi bir olgu meydana getirir. Çünkü demokrasi tercihi özünde ve öncelikle ideolojik bir tercihtir. Dolayısıyla herhangi bir demokrasi modeli tartışması siyasal ve ideolojiktir. Burada gerek yöntem gerekse epistemoloji açısından ikinci bir soruyu sormak ve yanıtlamak gerekir: Siyasal olan nedir? Bu anlamda siyasal olan da acaba ütopik olanın bir parçasını meydana getirir mi?

Özellikle mutlak olanın hatta gizli mutlak olanın aranması anlamında bu sorunun yanıtının olumsuz olamayacağı bellidir. Tam tersine siyaset de demokrasi gibi gerek bir yönetim biçimi oluşturmak gerekse onun araçlarını bulmak hususunda ütopist bir tercihtir. Çünkü son kertede o da ideolojiktir ve o da en iyi arayışı içindedir. Buna bağlı olarak demokrasinin siyasalın bünyesindeki yöntemlerden birisi olduğunu belirtmek ve demokrasinin siyasala önsel olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Aksine siyasalın içinden türememiş bir demokrasi anlayış ve arayışı olamayacağı gibi demokrasiyi en mükemmel biçimde temellendirme çabasının bizatihi siyasal olduğu muhakkaktır. Bu bağlamın tarihselliğini oluşturan ise açık iktidar savaşıdır.

Ne var ki, siyasetle demokrasinin belki de birbirinden ayrıldığı ilk ve en önemli noktayı da bu gerçek meydana getirir. Çünkü, iktidar eğer egemenlik bağlamında ele alınırsa başından beri mevcut bir olgudur. En soyut haliyle olsun, demokrasi öncesi liberal kurama gelinceye kadar olsun iktidarın bir egemenlik sorunu olduğu ve egemenliğin değişebileceği önce siyaset sonra kitleler tarafından sistematik olarak bilinen ve kabul edilen bir husus değildir. Bu dönüşümü sağlayan 1789 devrimidir. Fransız Devriminin eğer bir burjuva hareketi olduğu düşünülürse elbette onun parlamentarizmine gelinceye kadar özellikle feodal ademimerkeziyetçilik bağlamında ortaya çıkmış daha küçük parliamentlardan söz edilebilir . Fakat burada ilginç olan o yerel yapı ve parlamentoların merkezi otoriteyi dönüştürmek, değiştirmek yönünde, tekrar edelim, sistemli bir yaklaşımlarının bulunmamasıdır. Bu, ilk kez burjuvazinin bir sınıf olarak ortaya çıkması ve yönetime siyaseten el koyması kararıyla kendisini göstermiş bir husustur.

Böyle bir yaklaşım kendi içinde ilerici/dönüştürücü bir hamle olarak görülebilir. Oysa Mannheim yaptığı gayet dikkatli çözümlemede bu açılımı burjuvazinin muhafazakarlığı bağlamında ele almaktadır. Gerekçesi ise açıktır. Mannheim, burjuvazinin, parlamentarizm ile birlikte ortaya bir sınıf savaşı gerçeğinin çıktığını gördüğünü belirtir ve daha sonra geliştirilen parlamentolu yapının bu sorunu çözmediğini sadece daha şiddetli sonuçlar doğurmasını engellemek için bir mecraya kanalize ettiğini açıkça söyler. Fakat sorun şudur ki, parlamentolu sistem egemenliğin kaynağı gibi hayati önemde bir soruyu ortaya atmıştır. Dolayısıyla devlet ve otorite artık değiştirilebilir bir gerçekliğe dönüşmüştür. Demokrasi bu algılamanın adıdır. En önemli dayanağı olan halk ise gerçekte burjuvazi demektir . Çünkü, bir sonraki aşamada burjuvazinin dışında kalan iki önemli sınıfın, işçi ve köylü sınıfının, iktidarı ele geçirmesi, otoriteyi kendi eline alması hakkında fakat gene demokrasi bağlamında yeni kuramlar ve öneriler ortaya atılacaktır. Fakat bu defa burjuvazi gene demokrasi adına o önerilere ve siyasetlere şiddetle ve metodolojik olarak karşı çıkmıştır. Ne var ki, bu süreç i) otoritenin hareketliliği (mobility) ve akışkanlığı (viscosity); ii) iktidarın yönetim (managment) sorunu değil siyaset sorunu olduğunu iii) demokrasinin siyasete dışsal bir süreci meydana getirmediğini tarihselleştirmiştir. Ondan sonrası demokrasinin yöntembilimi ile ilgili olgulardır.
Bu yöntembilim olgularının başında dört temel konu ve kavram gelmektedir. Bunların ilki çoğunluk düşüncesidir. İkincisi, gene çoğunluk düşüncesine bağlı olarak, demokrasinin içinde otoritenin kimin elinde bulunacağına dönük tartışmalardır. Üçüncüsü demokrasinin erke ve yönetime farklı uzaklıkta bulunan kitle ve sınıflar açısından eşitlik bağlamında öne çıkardığı sorunlardır. Dördüncüsü ise demokrasinin daha üst bir otorite karşısında ne ifade edeceği, dolayısıyla demokrasi iradesinin bir üst otoriteyle olan ilişkisidir. Burada geçen üst otorite kavramını açmak gerekirse bunun din ve gelenek olduğu dile getirilebilir.
Biz, bu makalede bu sorunu Tocqueville’i eksen almak kaydıyla en geniş anlamda erk ve sivillik bağlamında tartışmayı düşünüyoruz.

Erk, sivillik ve Tocqueville
Erk ve sivillik bağlamında Tocqueville’de karşılaşılan en önemli olgu tiranlık kavramıdır. Yapılan bütün analizler tiranlık kavramının Tocqueville’de açık ve daima aynı anlama sahip olarak kullanılmadığı hususunda birleşmektedir. Bununla birlikte Tocqueville’in tiranlıkla dile getirdiği en önemli olgu demokrasilerin en önemli erdemi sayılan çoğunluğun dönüşmesiyle ortaya çıkan çoğunluk tiranlığı düşüncesidir. Tocqueville bu noktaya daha karmaşık bir demokrasi tanımından gelir. Bu tanımın belkemiğini eşitlik kavramı oluşturur. Bugünkünden bir hayli uzak ve Tocqueville’in içinde yaşadığı dönemin Fransa’sında çok ciddi bir sorun olan aristokrasi-burjuvazi çatışması içinde biçimlenmiş bir düşünce olduğundan, Tocqueville için, demokraside eşitliğin kazandığı ağırlığı anlamak kolaydır. Tocqueville, demokrasiyi mücadeleler sonucunda elde etmemiş, Batı’daki anlamda aristokrasisi hiçbir zaman oluşmamış Amerika’da karşılaştığı bu olgudan derinlemesine etkileniyordu. Bunun, Toqcueville’de yer alan ikinci önemli kavram olan sosyal devlet olgusuna hızla yol açacağını saptıyordu. Gene Tocqueville’in analizine göre eşitliğin toplumsal düzeyde yarattığı bir diğer önemli husus toplumsal hareketlilik kavramıdır. Tocqueville, çoğunluk tiranlığı kavramına bunlardan sonra gelir. O nedenle bağlamın iyice belirgin hale getirilebilmesi için bu tanımları kısa da olsa açmakta yarar olacaktır. Asıl üzerinde durulacak olan çoğunluk tiranlığı kavramında ondan sonra gelinecektir.
Tocqueville için demokrasi en yalın ifadesiyle iki temele yaslanır. Bunlar koşulların eşitliği ve bu temel üstüne oturmuş olan halk egemenliğidir. Bu görüşlerini geliştirdiği model Amerikan demokrasisi olduğundan Tocqueville bir adım ötede şu açıklamayı yapacak ve Amerika’da halk egemenliği kavramının diğer ülkelerdeki gibi ‘steril’ veya saklı olmadığını, tam tersine bunun yasalarla ortaya koyulduğunu, özgürce geliştiğini ve en son haline engelle karşılaşmadan eriştiğini belirtecektir. Bu bağlamda oluşan yapıyı Tocqueville sosyal devlet olarak tanımlar. Sosyal devletin en önemli özelliği halk egemenliği ilkesidir. Bu iki kavram bir arada üretken ilkeyi oluşturur. Bir başka deyişle ikisinin gerçek bir demokrasi modelinde birbirinden ayrılması olanaksızdır. Bu anlamda Tocqueville için halk egemenliği sadece bir yöntemsel ilke veya araçsal bir olgu olmaktan çıkacak, doğrudan doğruya siyasalı açıklayan ve giderek siyasalın kendisini tanımlayan bir olguya dönüşecektir.

Tocqueville bu ilkenin Amerikan demokrasisi içinde özellikle önemli gördüğü yerel hükümetlerden türediğini, ‘toplum yönetimi’ (government of society) ve nihayet en önemlisi ‘yasaların yasası’ ilkesine dönüştüğünü belirtir (26, 30). Buna göre sosyal devlet Tocqueville’in demokrasi bağlamında önümüze koyduğu önemli bir kavramdır. Çünkü, buradan hareket ederek Tocqueville demokrasinin iki boyutu üstünde onun toplumsal ve siyasal modeli üstünde durur.

Yapıtında ilgili bölümler dikkatle okunduğunda görülür ki, Tocqueville Amerikan demokrasisine vurgu yaparken bütün dikkatine rağmen ne toplumsal yönetimi, ne de egemen siyasal otoriteyi söz konusu etmektedir. Tocqueville, halk egemenliğinin bir siyasal ilke oluşu üstünde durmaktadır (61). Bu bağlamda Tocqueville üç tür rejime dikkat çeker. Bunlar, iktidarın i) topluma dışsal olduğu toplumlar (mutlak monarşiler ve despotizm); ii) topluma içsel ve dışsal olduğu toplumlar (aristokratik toplumlar); iii) ‘kendi içinden türeyenden başka bir güç olmadığından’ kendileri aracılığıyla kendi üstünde egemen olan toplumlar (I. Kitap, 4.Bölümün sonu ve 5. Bölümün başlangıcı, 233-34 ayrıca 60). Bu, Tocqueville’in toplumsal bağı kesin olarak siyasal bir olgu şeklinde nitelendirdiğinin açık bir kanıtıdır. Ne var ki, Hennis, bu noktayı ayrıntılı bir biçimde irdeledikten sonra Tocqueville’in, Machiavelli ve Rousseau’nun izleyicisi olarak esas itibariyle Batı siyasal tarih ve yapısının en temel sorunlarından birisi olan kamusalla özelin ayrışmasına karşı çıktığını belirtir. Aynı şekilde bütün bu tasarımıyla birlikte Tocqueville’in çabasını ‘farklı’ bir noktaya yönelttiğini savunur. Tocqueville, insanla yurttaş arasındaki ayrımı engellemeye çalışmaktadır.

Tocqueville, topluma ‘yedirilmiş’ olan bu ilkeler ve onların edimselliği üstüne gözlem ve düşüncelerini aktarırken de üç noktanın üstünde durur: i) bu anlamdaki bir erk toplumda görünmez durumdadır. ABD örneğinde bu, ‘toplumu işleten makine’ olarak ortada hiçbir şeyin bulunmamasıyla somutlaşır; ii) bununla birlikte bu ‘görünmez güç’ (invisible power) erkin görülür olduğu her yerden daha fazla mevcut ve etkindir; iii) bu, erkin bu şekilde somutlaştığı toplumlarda toplumun içinde, bünyesinde saklı olduğunu kanıtlar. Tocqueville’e göre erkin bu şekilde belirdiği toplumlarda en önemli olgu yasamadır. Erkin yukarıda değinilen niteliklere sahip olması, Tocqueville’e göre erkin asıl sahibinin yasama organları oluşudur (I. Cilt, Kısım 8). Tocqueville, böyle bir yapının oluşmasının ve erkin doğrudan ve gizli bir biçimde topluma ait olaraktan yasamaya geçişini gene toplumun yasama üstündeki egemenliğine bağlar. Bu da onun toplumsal yönetim, halk egemenliği kavramlarından sonra demokrasinin üçüncü üretken gücü olarak kamuoyu etkisi kavramını analize dahil edişidir (I. Cilt. Kısım 8).

Bu bağlamda Tocqueville’in belki de en önemli saptaması Eden’in belirttiği gibi demokrasiyi, toplumsal ve siyasal olanı birbirinden ayıran değil birbiriyle buluşturan iki kavram olarak görmesidir. Bu koşullar altında Tocqueville’e göre bir toplumda eğer hayatın her katmanında, her birey sadece kendisine boyun eğerek (obey) ve kamusal iyinin oluşmasını sağlayacak genel iradenin bir tasarımcısı (coauthor) oluyorsa halkın erkinden ve o toplumda halk yönetiminden (govern) söz edilebilir. Bu, Tocqueville’e göre Cumhuriyetçiliğin en önemli ilkesidir: ‘Birleşik Devletler’de cumhuriyetin üretken ilkeleriyle (generative principals) insan eylemlerinin çoğunluğunu yönlendiren dürtü aynıdır’ (397). Bu göreli muğlak ifadeyi biraz açarak Tocqueville’in şu önermeyi yaptığını öne sürmek mümkün: cumhuriyetin (bunu ‘devlet’ diye de alabiliriz) yukarıda belirtilen mekanizmalar içinde hareket etmesi halk iradesiyle cumhuriyeti örtüştürebilir. Burada öncül olan hiç şüphesiz halk iradesidir. Onun söz konusu olmadığı bir rejim, adı ve yöntemi ne olursa olsun, cumhuriyet sayılmaz.

Ne var ki, bu çok doğru ve istenir şey aynı zamanda Tocqueville’in bütün düşüncesine egemen olan ve belli düşünürler tarafından çok eleştirilen bir noktaya da açılmaktadır.Örneğin, Banfield’in belirttiği üzere, bu mantığa göre (Amerika bağlamında) demokrasinin üretken ilkesi ne sosyaldir ne de siyasal. Sadece sosyalle siyasalı birbirine bağlamaktadır o demokrasi ve sadece belli bir koşul içinde gerçekleşmektedir. Çünkü, bu ikisi bir arada ‘insan ediminin çoğunluğunu’ (majority of the human action) meydana getirmektedir. Bu da, Tocqueville’de davranıştan türeyen nötr bir kavrama niteliği kazanmaktadır. Kaldı ki, Tocqueville de daha ileride bu görüşü biraz daha belirginleştirecek ve Amerika’daki demokrasinin ‘sivil’ sayılması gerektiğini bunun da yasaların öyle hazırlanmasından ve onların kusursuzca kullanılmasından değil insanların doğal özgürlük ve eşitliklerinden kaynaklandığını vurgulayacaktır. Bu nedenle de ‘insan’ (man) ve ‘yurttaş’, gene Amerikan demokrasisi, dolayısıyla Tocqueville’in önerdiği demokratik sistem içinde, bir ve birbirinin yerine ikame edilebilir kavramlar olarak kullanılmaktadır. Bu, Manent’in saptamasıyla bütün insan ilişkilerinin ve bağlarının –eş zamanlı olarak- siyasallaşmasıdır. Çünkü, siyasal bağlar doğallaşmaktadır. Bir yurttaşın bir başkası üstünde etkili olabilmesi ancak iki yurttaş hem kişi ve statü olarak hem de aralarındaki bağ eşit ve özgürce kurulmuşsa yasal bir nitelik kazanır.
Gene bu göreli kapalı tanımın anlamı şudur. Eşit ve özgür yurttaşlar, kamusal ve genel iradeyi meydana getireceğinden ve bu bir eşitlik sürecinde cereyan edeceğinden her yurttaş onun (genel iradenin) bir parçası olarak bir başkası üstünde söz sahibi olacak demektir. Ama bu kendisi için de geçerli bir durumdur. Karşıdaki yurttaş da aynı koşullarda ve aynı kapsam ve nitelik içinde onun üstünde söz ve etki sahibi olacaktır. Tocqueville’e göre, ileride buna değineceğiz yeniden, toplumun sonsuz derecede siyasallaşmasıdır ve aslında toplumun ve siyasalın ortadan kalkmasını oluşturan başlangıç noktasıdır.

Tocqueville ve Rousseau: uyumsuz dans
Bu, kısmen Montesquieu’de fakat asıl ona sürekli atıfta bulunan Rousseau’da karşılaşılan genel irade olgusunun ve sorununun Tocqueville’de aldığı son haldir . Batı siyasal metafiziğinde genel irade kavramıyla ilgili en uç yorumlardan birisinin bu koşullar altında Tocqueville tarafından yapılmış olduğuna böylelikle bir kez daha dikkat çekebiliriz. Nitekim, Tocqueville, bu görüşünü sonuna kadar ilerletecek ve tam anlamıyla demokratik bir toplumun gerçek toplumsal yönetim olabilmesinin kimsenin kimse üstünde etkisinin olmamasıyla sağlanabileceğini belirtecektir. Burada bir çelişki yoktur. Yukarıda belirttiğimiz gibi, eğer a kişisi b kişisi üstünde b kişisi de a kişisi üstünde aynı koşullarda ve oranda eşit söz hakkına sahipse bu bir nötr hal, kimsenin kimse üstünde etkili olmadığı durum demektir: ‘Yurttaşlar daha çok eşitleştikçe ve tam eşitlik halinde (demokratik-hbk) insanlar, tam anlamıyla birbirine benzediğinden (similarity) birbirine inanmaz. Fakat bu benzerlik onlara kamunun yargısına (judgment of the public) inanmak yoluyla ve o hususta sonsuz bir güven verir (435).

Tocqueville’e göre bunu sağlayacak olan ortak kanaattir (common opinion). Bu, hemen her toplumda bulunan düşüncelerden farklı bir şeydir. Çünkü, bu düşünceye muhalefet edilmemektedir. Bunun nedeni bizatihi halkın kendi içinden çıkardığı bu düşüncenin daha egemen iradeler ve söylemler tarafından çıkarılan düşünceden üstün olmasıdır: ‘ortak düşünce bu (demokratik-hbk) ülkelerde sadece demokratik insanların bireysel akılları önündeki tek yol gösterici değil aynı zamanda bu kişilerle birlikte en büyük güce sahip olmasıdır. Bu güç öteki düşüncelerle işbirliği yapan kişilerin oluşturduğu güçten sonsuz derecede daha büyüktür’ (435- benim vurgulamalarım) . Bunun bir sonraki uzantısı düşünce özgürlüğüdür. Soysal gücü doğuracak olan en önemli güç/etken budur. Düşüncenin hiçbir kısıtlamayla karşılaşmadan açıklandığı bu ortamda toplumsal güç bir tek kişi veya kesim tarafından değil herkes tarafından oluşturulacaktır. Kimsenin, bu durumda, daha önce belirtildiği gibi başkasına boyun eğmesi gerekmez. Herkes toplumsal güce dolaysıyla kendisine itaat edecektir, ‘kendisine tapınarak yaşayacaktır’ (258). Buna ek olarak Tocqueville düşüncesini biraz daha ilerletir ve daha sonra çeşitli tartışmalara yol açacak anlayışının temel taşlarını ortaya koyar. Buna göre ortak düşüncenin bir sonraki aşaması toplumsal kanaattir (public opinion). Fakat, toplumsal düşünce tek başına bir anlam ifade etmez. Bu kavramın önemini insan teki yani bireyler için ifade ettiği şeylerde aramak gerekir. Tocqueville’e göre insan sonuna kadar entelektüel bir özgürlüğe ve bağımsızlığa tahammül edemez. Entelektüel veya ahlaki dünyasının içine bir otorite yerleştirmeye zorunludur, insan. Demokratik düzen ve dünyada bu ilahi düşünce özel bir önem kazanır. İnsanlar, otoriteyi kitlenin düşüncesi içine yerleştirir (2. Kesim). Tocqueville, bu muhakemesini sürdürerek ‘toplumsal düşüncesine dönük inanç bir din niteliği kazanacaktır, çoğunluk bu dinin peygamberi olacaktır’ (12-vurgulama benim) der. (Bireysel) özgürlükle ve onu yaratan eşitlikle yakından ilgili olmasına karşın Tocqueville, zaman zaman yalpalayan düşüncesi içinde bu iki kavramdan fakat özellikle bireysel özgürlükten duyduğu rahatsızlığı vurgulamaktan kendisini alamaz. Her ne kadar bu bölümlerde daha yumuşak ve ılımlı bir yaklaşım içinde bulunsa ve Rousseaucu sertlikten uzak kalsa da Tocqueville, yukarıda değinilen anlamdaki eşitliğin yarattığı özgürlüğün demokratik toplumlarda kaotik bir ortam yaratacağından şiddetle ürkmektedir: ‘eşitlik ilkesi iki eğilim gösterebilir. Bunlardan birisi insanı doğrudan özgürlüğe sevk eder ve onları ansızın anarşinin içine iter’.

Bu yaklaşım ortak düşünceden varılan veya ortak düşüncenin oluşturduğu bir toplumu belirlemez. Commager bu düşüncenin ikili bir süreç işlettiğini vurgular. ‘Buna göre toplum düşünceye dışsal bir güç veya gerçeklik değildir. Tam tersine toplum kurucu ögedir ve düşünce dokusunun doğrudan doğruya kendisini meydana getirir. Ötekisi, çok daha uzun bir sürede, daha gizli ve fakat kesin bir yoldan itaat altına (servitude) girmeye iter (304).’
Daha ileri gitmeden önce bu noktanın üstünde biraz daha durmak istiyoruz. Burada Tocqueville’in ilgisini çeken temel olgu çoğunluk ve dolayısıyla eşitlik arasındaki ilişkidir. Fakat bu ilişkinin yasa ve onun dayanağı olan adalet kavramını anımsamadan kurulamayacağını belirtmiştik. Bu anlamda çoğunluğun oluşturduğu yasa, Leo Struss’un çok tanınmış kitabında yaptığı analizle Aristocu anlamda bir adalettir. Buna göre, Aristo, toplumu adalet konusunda demokratlar ve oligarklar olarak ikiye ayırır. Demokratlar adaletin eşitlik olduğunu söylerken oligarklar eşitsizliğin adalet olduğu hususunda ısrarlıdır. Bize göre kendisi de Aristocu bir düşünür olan Strauss bu düşünceyi yetersiz bulmaktadır. Bunu doğal karşılamak gerekir. Çünkü, Tocqueville’in konumu açısından Aristo’nun ‘bir otorite olarak adaletin bütünü’ kavramı çok daha önemlidir. Adaleti demokratlar ve oligarklar arasında özgürlük bağlamında ikiye ayırmak anlamsızdır bu koşulda. Çünkü, Aristo, doğası gereği, adaletin bir otorite olduğunu belirtmektedir.
Bu, Commager’e göre de bir hayli çetrefil bir olgudur. Çünkü, bir yandan bireye genel düşüncenin oluşumu içinde rol alma ve pay sahibi olma fırsatını vermekte, bu yoldan onun demokratik özgürlüğünü, haklarını ve demokrasinin oluşturduğu kişiliğini ilk kez idrak etme fırsatını yaratmakta fakat öte yandan da düşüncesinin içeriğinin önemini azaltmaktadır. Çünkü, düşünce çoğunluğun malı veya üretimidir. Tocqueville, bu yoklamayla aslında Rousseaucu temel yaklaşımı bir anlamda tersine çevirmekte ve kendi düşüncesini (Rousseau’da ‘iradesini’) kendi kararıyla değiştirmeyen kişiden demokratik süreçte kuşku duyulduğunu vurgulamaktadır.

Bu noktayı vurgulayan Lawler, Tocqueville’in Rousseau’ya katıldığını belirtiyor. Bununla birlikte, Lawler’a göre bu katılım, Aydınlanmanın insan aklı ve ruhu üstündeki ‘yıkıcı’ etkilerini aşmakla başlar. Öte yandan, Lawler, Hennis’in bir yargısını anımsatarak görüşünü farklılaştırmaktadır. Hennis, Tocqueville’de Rousseau’ya karşı olan bir tek satırın bulunmadığını dikkatle kaydeder . Fakat, Lawler, iki kişilik arasında şu ayrımı yapar: Rousseau’ya göre aydınlanmacı demokrasinin yarattığı sorunları çözmenin yolu radikal demokrasidir. Oysa Tocqueville ne kuramda ne de eylemde radikal olmuştur ve bu farklılık daha bir çok noktada kendisini göstermektedir. Nitekim bu noktanın üstünde Lamberti de duru. Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi isimli kitabının 1. cildinin birinci bölümünde Amerikan demokrasisini Rousseau’nun Fransız Devrimi hakkındaki kavramlaştırma ve tutkularının karşısına yerleştirdiğini ve ona aynı düşüncelere onunla karşı çıktığını belirtir. Bununla birlikte Rousseau’yla Tocqueville arasında aşılmaz bir çelişkinin bulunmadığını, hiç değilse farklı anlamlar yüklese de Tocqueville’in Rousseaucu düşüncenin kilit kavramlarını kullandığını veya onların etrafında döndüğünü belirtmek gerekir . Gene de Lawler’ın Rousseau’yu ‘ahlaki tarih’ Tocqueville’i de ‘siyasal bilim’ yazarı olarak nitelendirmesi kabul edilmesi gereken bir önermedir.

Hukuk, yasa, hak ve Tocqueville
Nitekim Tocqueville, yukarıda değinilen sorunun bir çözümü olduğunu işaret etmektedir. Demokrasilerde önemli olanın düşüncesiz olmamak olduğunu belirterek, kişiden istenenin özgül bir düşünceye sahip olması olduğunu belirtmektedir. Bu, kuşkular olsa da kişiler arasında etkileşimi artıran ve ‘onları birbirine bağlayan’ bir ortam yaratmaktadır (187). Bu, bireylerin kendi kendilerine yeterliliklerinin en son haddine vardığı durumdur. McKena, Hobbes ve Locke’un düşünce farklılığından doğacak kötücüllükleri aşmak için önerdikleri üst irade yaklaşımını, Tocqueville’in, bu değerlendirmesiyle aştığını ve bunun da son derecede güçlü bir dayanak oluşturduğunu vurgulamaktadır. Bu, gene Lawler’a dönecek olursak, ‘daha alçakgönüllü bir sivil erdem’ yaratma çabasının da başlangıcıdır. Dolayısıyla burada karşılaşılan en önemli olgu haklar meselesidir. Ne var ki, hak olgusuna özgürlükleri aşarak geçmek mümkün değildir. Lamberti’nin sınıflandırmasıyla söylemek gerekirse Tocqueville’de beş tür özgürlük bulunmaktadır. Bunlar, i) bireysel özgürlükler, ii) dinsel özgürlük, iii) bir araya gelme özgürlüğü, iv) basın özgürlüğü, v) seçim özgürlüğü.

Bu, Lambert’e göre ilginç bir durumdur. Çünkü, Tocqueville’in saptadığı bu özgürlükler 1789’un ‘ruhu’ ile tanımlanmıştır. 1789 ise bu özgürlüklerin bir bölümünü genişletmiş fakat bir bölümünü de yeniden tanımlayarak belli bir denetim altına almıştır. Bu süreç, Tocqueville’de, hukukun üstünlüğü ilkesi etrafında tartışılmalıdır. Burada gene Lamberti’nin bir saptamasına başvurmak gerekirse, Tocqueville, hukuka, daha doğru bir tanımlamayla yasalara boyun eğmekle özgürlüğün sağlanabileceğine inanan bir gelenekten gelmektedir. Bu bağlamda Tocqueville, klasik liberal doktrinin cevap aradığı temel sorular etrafında kalmaktadır. Lamberti, buradaki ana sorunun yasayla bireysel hak arasındaki ilişki olduğuna değinmektedir. Buna göre acaba yasa hangi koşullar altında bireysel haklara saygılı olacaktır.

Lamberti, bu soruya üç yanıt vermektedir. i) yasa, yargının tadat edilemeyen ilkelerine bağlı olarak hazırlanabilir. Burada kaynak akıl olduğu kadar vahiy de olabilir. ii) Adil bir yargının ve yasalar düzenin oluşabilmesi yasanın egemen geleneklere uygun biçimde, onları gözeterek ve onlarla uyum içinde hazırlanmasına bağlıdır. iii) Hukukun üstünlüğü egemen otoriteden aldığı güçle veya o otoritenin gücüyle sağlanabilir. Tocqueville, Lamberti’ye göre üç temel hak alanı tanımlayarak bu olgular etrafında gelişen bir hak anlayışını temellendirmeye çalışmıştır. Bu hak kategorileri, Tocqueville’e göre ilahi, ahlaki ve siyasaldır. Bu bağlamda Tocqueville’e göre bir yasanının otorite sağlayabilmesi geçerli olabilmesiyle ilgilidir. Fakat o geçerliliğin sağlanabilmesi de ancak yasanın dayandığı yasaların herkes tarafından kabul edilmesine bağlıdır. Tocqueville, bu doğrultuda şu muhakemeyi yapmaktadır. Yasa, yargının ve aklın egemenliğidir. Bu anlamda yasa belli bir evreselliğe dayanmalıdır. Tocqueville, bu yönde Montesquieu’nün temel önermesinin ardındadır.

Bu, iki yönde gelişir. Öncelikle Tocqueville, yukarıda değindiğimiz üretken ilke kavramını yani her toplumun temel dayanağı olan bir kavrama sahip olduğu düşüncesini büyük bir olasılıkla Montesquieu’den almıştır. Montesquieu’nun ‘ruh’ (spirit) dediği kavramla Tocqueville’in ‘üretken ilke’ dediği kavram arasındaki yakınlık açıktır . İkincisi, bilindiği üzere Montesquieu meşhur kitabında yasayla ilgili olarak ‘Yasa, genel olarak, insan aklıdır…Farklı ulusların siyasal ve sivil yasaları insan aklının uygulandığı ve çözüm aradığı özel durumlardan başka bir şey değildir’ tanımını getirmektedir. Tocqueville de buna koşut olarak yasanın ‘ erkin katıksız uygulaması’ (14) anlayışı içindedir. Bu anlamda da Tocqueville, çok tartışılan temel önermesini kurar ve yasanın gelenekler bağlamında biçimlenmesi gerektiğini öne sürer; bu hususta ısrarını sonuna kadar korur. Hiç değilse bu iki olgu arasında bir koşutluk olmalı, kurulmalıdır.

Tüm bu olgular bizi Tocqueville konusunda belli bir kavşağa getirmektedir. Bu kavşakta bir kesim Tocqueville’in tam da bu iddiaları bağlamında liberal doktrinin en önemli kişiliklerinden birisi olduğunu belirtirken bir başka grup bu tanımın Tocqueville’e uymadığını öne sürmektedir. Bu kesimin Tocqueville’un liberalizmini tartışırken iki noktanın üstünde durur. Tocqueville eğer liberalse bu ‘yeni bir tür liberalizm’ olmak gerekir. İkincisi, Tocqueville, doğrudan doğruya liberal olmayan (illiberal) bir kişidir.

Bu yaklaşım literatürde son derecede ağırlıklı bir yer işgal eder. Sorun sadece Tocqueville’le sınırlı da tutulmaz üstelik. Onun görüşlerinden hareketle liberalizmin temel sorunsalları ele alınır ve irdelenir. Bizim bu makaledeki temel amaçlarımızdan birisi de liberal kuram içinde Tocqueville’ci düşüncenin konumunu ve niteliğini saptamak olduğundan bu noktaya nasıl gelindiğini iki hususu vurgulayarak açıklamak istiyoruz. Bunu saptarken Tocqueville’in demokrasi konusunda ikili düşünceler içinde olduğunu, bir yandan onu yüceltirken bir yandan da onun kendi kendisine yetersizliğini sürekli gündeme getirdiğini bir daha belirtmek isteriz. Bunu belki dönemin koşulları içinde ele almak ve değerlendirmek gerekir. Montesquieu’nün ‘kendisine güvenen’ tavrı bir yana çıkılacak olursa bu ikili düşünce Rousseau’da da kendisini göstermektedir. Burada önemli olan husus Tocqueville’in liberal düşüncenin en önemli isimlerinden birisi olarak kabul edilip edilmeyeceğidir. Bizim analizimiz bu noktayı aydınlatmaya dönük olacaktır. Bu amaçla despotizm konusunu ki, Tocqueville’de en önemli rolü oynayan kavramdır, ele alarak başlamak istiyoruz.

II. Toplum olmayan toplum ve despotizim
Yukarıdan bu yana değindiğimiz üç temel olgu, eşitlik, birey/kamu ilişkisi ve özgürlükler Tocqueville’in düşüncesinde kilit rolü oynayan kavramlardır. Bu kavramların gelip dayandığı ve Tocqueville’i çağdaş siyasal kuram içinde de (bir siyasal kuramcı olmamasına karşın) sürekli olarak gündemde tutan olgu despotizmdir. Gerçekten de despotizm Tocqueville için de onun yandaşları ve karşıtları için de en önemli bağlamı meydana getirir. Burada şunu belirtmek gerekir. Çağdaş siyasal kuram, gerçek anlamında ele alındığında, bugün için despotizm kavramıyla ilgili değildir. Demokrasinin demokrasiyle aşılmaya çalışıldığı bir çağda bunu doğal karşılamak gerekir. İkinci husus Tocqueville’in yaşadığı ve yolculuğunu yapıp kitaplarını yazdığı dönemden bu yana geçmiş olan zamanın uzunluğudur. Bununla birlikte, başlangıçta, Giriş bölümünde değindiğimiz üzere demokrasi tartışmaları bitmiş değildir. Demokrasi tartışmalarının bitmesi bir yana demokrasiyi göreli olarak daha eksiksiz uygulayan liberal demokrasilerin iç tartışmaları da kesilmemiştir . Bütün bu bağlamı yaratan asıl öge ise despotizm kavramının yerini alan otorite kavramıdır.

Bu muhakeme doğrultusunda açık veya gizli otoritenin bugünkü demokrasilerin temel sorununu oluşturduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu da gene gelip demokrasinin iç mekanizmalarında düğümlenen bir husustur. Bir açıdan bakıldığında dünyada işletilmesi en kolay yönetim olarak görünen demokrasi bir başka açıdan son derecede ağır sorunlar doğuran bir süreçtir. Bu da demokrasinin en temel ilkelerinden birisi olan çoğunluk kavramından kaynaklanmaktadır. Buna bağlı olarak demokrasinin ikinci önemli olgusu, daha kaba(taslak) bir ifadeyle söylemek gerekirse, bir halk yönetimi olan bu sistemin seçkinler konusunda ne yapacağını hala tartışıyor olmasıdır.
Tocqueville, bu iki hususta temel görüşlerin serimlenebilmesi için en önemli çıkış noktalarından birisini oluşturmaktadır. Tocqueville’in bu düşüncelerinin kaynağı getirdiği toplumsallık kurgusudur. Toplum ve birey ile, çoğunluk ve birey arasında kurduğu ilişkiler, Tocqueville’i, Wolin’in kitabında belirttiği üzere, farkında olmadan farklı bir toplum tasavvuruna itmiştir. Bu tasavvur en geniş anlamda toplumsuz bir toplum oluşturmaktır. Bu düşüncenin kaynağını kısmen yukarıda toplum-kamuoyu ve hatta düşünce özgürlüğü konularını ele alırken saptamış bulunuyoruz. Bununla birlikte burada analizi daha ayrıntılı olarak geliştirebiliriz.

1. Toplum olmayan toplum:demokrasinin sınırı
Manent, yaptığı çözümlemede Tocqueville’in düşüncesinde demokrasinin toplumsal hiyerarşi eşitsizliklerini ortadan kaldıran bir önceliğe sahip olduğunu belirtmektedir. Bu, sanıldığından daha önemli bir yorumdur. Çünkü, Yunan ve Roma demokrasilerinden çağdaş demokrasilere geçişte atılmış en önemli adımlardan birisidir bu. Ne var ki, bireysel eşitsizliklerin olmadığı bir toplum, daha önce gördüğümüz üzere Tocqueville’de sorunlu bir alanı meydana getirir. Tamamen bireysel ve bağımsızlığa dayanan bir yapı Tocqueville’de sonuna kadar savunulmaz. Bununla birlikte her şeyin özgürlüklere bağlandığı bir toplum Tocqueville için başka bir nedenden ötürü de sorunlu görülmektedir. Bu, demokrasinin sonunu, son evresini getirecek süreçtir. Hatta, Tocqueville, bu sürece erişildiği kanısındadır: ‘Batı’da demokrasinin sonuna geldiği gözlemlenmektedir….Bu toplumda (Amerika’da) halk sadece büyük isimlerin ve büyük servetlerin etkisinden uzak değildir. Aydınlanmadan türemiş doğal aristokrasinin ve erdemlerin etkisinden de uzaktır. Batı’nın yeni devletleri belli bir yerleşik nüfusa bağlıdır. Fakat ortada henüz bir toplum bulunmamaktadır (50-51. Vurgulama benim.)

Burada birkaç kavramı açıklamak gerekir. Bunlardan ilki, doğal aristokrasidir. Tocqueville bununla Aydınlanmanın doğurduğu entellektüelleri, filozofları fakat hepsinden önemlisi Jakoben politik sınıfı kastetmektedir. İkincisi, erdemler kavramı da Tocqueville’de Rousseaucu bir anlayışla ifade edilmekte ve her şeyin ötesinde bir ussal tapınmayı belirlemektedir. Tocqueville’in böylesi bir yapı karşısında daha esoterik bir bireysellik tasavvurundan yana olduğu bellidir. O da kendisini Tocqueville’in dinle toplum ve birey arasında kurduğu ilişkide gösterir. Manent, bu noktaları irdelerken Tocqueville’ci düşüncenin ne kadar muğlak olduğunu öne sürmekte ve böyle bir toplumun, özellikle de bireysel etkilerin olmadığı bir toplumun toplum sayılamayacağını bunun ancak bir toplum olmayan toplum(dis-society) sayılması gerektiğini vurgulamaktadır. Manent’in yorumuna göre Tocqueville’in demokrasi bağlamında aradığı budur ve bu, demokrasinin sınırları konusundaki gerçeğin demokrasi hakkındaki gerçek olmadığını belirtmektedir. Gene Manent’e göre Tocqueville’in yukarıdaki alıntıda tanımladığı toplumlarda demokrasinin gerçek anlamda temellendiğini söylemesi ve bunlarda demokrasinin sonuna gelindiğini vurgulaması çarpıcıdır. Çünkü, bu, demokrasinin bir hayli abartılmış bir imgesidir. Bu bağlamda demokrasinin bize sunduğu veya eş anlamıyla demokrasinin bu toplumlarda ortaya çıkması bize demokrasinin (ancak) toplum olmayan toplumlarda temellenebileceği düşüncesini açmaktadır.

Burada ilginç olan şudur. Tocqueville, bu değerlendirmesiyle toplumsuz bir toplum tanımını getirirken demokrasinin iç sınırlarını da belirtmiş oluyor. Buradan vardığı ikinci kavram çoğunluk tiranlığı kavramıdır. Bu kavram iki nedenden ötürü önemlidir. Bir yandan Tocqueville’in getirdiği demokrasi tanımının sınırlarını belirlerken öte yandan daha da hassas bir noktayı öne itmekte ve demokrasinin bir üst denetim mekanizmasına gereksinimi olup olmadığını dolaylı olarak sormaktadır. Manent kaleme aldığı bir başka çalışmasında bu noktayı biraz daha derinleştirmiştir.

Buna göre, Tocqueville, Amerika’da demokrasinin toplumsal yapının üstünde olduğunu fark etmiştir:
Bu da özcü bir biçimde ortaya koyulmuş olan halk egemenliğinin siyasal dogma halidir. Halk egemenliğinin egemen olduğunu söylemek her yurttaşın salt kendisine veya temsilcisine itaat ettiğini belirtmektir. Bu anlamda toplumsal olmayan toplumsal durum hem toplumsalın en son halidir hem de demokrasinin negatif konumudur. Çünkü bu, modern toplumlarda, sivil toplumla siyasal kurumlar arasındaki ayrımın temel bir ayrım olmadığını vurgulamaktır. İkisi de neyse odur. İkisi de varlığını ancak ortak bir projenin oluşması için zorunlu olan birer kurumdur ve bunun ötesine geçmezler. Dolayısıyla Tocqueville’in demokrasi düşüncesi ne sivil ne de siyasal düzene dayanır. Bu, insanlar arasındaki ilişkinin çok özel bir halidir. Paradoksal bir biçimde bu özel durum kendisini ilişkinin olmamasıyla ifade eder.’

Bu açıklama bize Tocqueville’ci demokrasi düşüncesi içinde ‘en gelişmiş haliyle’ tasavvur edilen demokrasinin sınır koşullarını belirtmektedir ki, o da toplum olmayan toplum durumudur. Bununla Tocqueville kurduğu demokrasi tasavvurunun iç sınırlarını ortaya koyarken demokrasinin çok önemli bir ilkesinden de dolaylı olarak söz açmaktadır. Bu, demokrasinin, toplumsal ilişkiler ağını dolayısıyla da toplumu ortadan kaldırırken kendisini nasıl sürdüreceğiyle ilgili bir husustur. Bu bağlamda Tocqueville, demokrasinin bir üst kuruma, denetimi sağlayacak bir üst irade veya yapıya ihtiyacı olup olmadığını sormaktadır. O sorunun ele alınıp tartışılacağı alan, Tocqueville’in demokrasi tehdidi dediği geniş ölçüde çoğunluk tiranlığı bağlamında ele aldığı sorunsaldır.

2. Çoğunluk tiranlığı ve demokrasi korkusu
Tocqueville için, tanımladığı yeni despotizmin birkaç kaynağı vardır. Bunların başında Rousseau’dan devraldığı düşünceler gelmektedir. Modern insanın sanayi toplumlarında ve onun yarattığı diğer yordamlar (ethos) içinde mutsuz olacağını sadece öngörmekle kalmamış bunu Rousseau’dan daha fazla gözlemlemiştir de. Bu Tocqueville’in liberalizm karşısındaki ürküntüsünün de başlangıç noktasıdır. Bu, iki kanattan doğan bir olgudur. Sadece Tocqueville’in Amerika’daki gözlemlerine ve o bağlamda söylediklerine dayanmaz. Aynı zamanda Fransa’da yaşadıklarından da çıkardığı bir sonuçtur. Wolin’in açıkça gösterdiği gibi Tocqueville’in demokrasiyle ilgili görüşlerinin önemli bir bölümü III. Napoleon Fransa’sında oluşmuştur. Bu sürecin en ilgi çeken yanını da Napoleon’un kendisini bir plebisitle halka onaylatması gelmektedir.

Tocqueville için bu demokratik çarlıktır. Burada sorun artık bir itaat sorunu olmaktan çıkmıştır. Daha önceki dönemlerin despotizm bağlamında öne sürülebilecek en önemli olgusu bu iken artık kitle veya onu oluşturan insan tekleri despotizmi bir itaat sorunu olarak yaşamamakta, despotizmi bizzat seçme özgürlüğüne sahip bulunmaktadırlar. Despotsa bu anlamda artık kimliği olmayan birisidir. Bu aynı zamanda despotizmin yapısal dönüşümünü de işaret etmektedir. Despotun gücü artık despotizmi uygulamasından değil onu kabul ettirmesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Tocqueville, ‘despotizm kendisini despotizme veren kişiden çok onu uygulayan kişiyi bozar (corrupts)’ demektedir (325).

Bu anlamda, Lively’nin tanımı son derecede önemli ve yerindedir. Lively, Tocqueville’in yaklaşımını sadece kendisiyle bağlı saymamaktadır. Bunun soybilimsel bir süreç yarattığına işaret etmektedir. Max Weber’in saptamaları bu sürecin en son biçimini oluşturmaktadır. Buna göre güçlü egemenlik yerini ussal olarak meşrulaştırılmış egemenliğe bırakmaktadır. Bu, Tocqueville’in olduğu kadar Weber’in de temel yargıları arasındadır. Burada modern demokrasilerin ana çelişkisi ortaya çıkmaktadır. Aristokratik ve monarşik dönemin egemenliği ve kabulü yer değiştirmiştir. Daha önce, ‘kabul’ egemenliği hazırlarken artık egemenlik kabulü oluşturmaktadır.
Tocqueville, ‘itatata giden gizli yol’ dediği bu durumu şu şekilde ifade eder: ‘Bu artık (antikiteyle karşılaştırıldığında-hbk) çok daha ılımlı ve yumuşak bir geçiştir; egemenlik insanları artık onlara işkence yapmaksızın teslim alacaktır’ (304). Ayrıca egemenliğin niteliği artık egemen tarafından değil bizzat ona itaat edenler tarafından tanımlanmaktadır. Bunların özgür insanlar olması bir şeyi değiştirmeye yetmemektedir. Bu anlayışla bakıldığında bireyliğin daha fazla özgürlük sağlaması yanında yeni despotizmi yaratma gücü Tocqueville’in sürekli hatırlattığı bir husustur.

Hatta bu anlamda sivil toplum, demokratik düzende daha da ‘risk’li bir nitelik kazanmaktadır. Çünkü artık bir düzene sahip olmayı gereksinen sivil toplumun kendisidir. Bunun da siyasal toplumun dışındaki bir merkezden empoze edilmesine gerek bulunmamaktadır. Sivil toplumun bizatihi kendisi yukarıda tanımlanan mekanizma içinde bu süreci yaratmaktadır. Fakat burada işaret edilmesi gereken bir başka nokta da şudur. Tocqueville’deki despotizm anlayışı sadece çoğunluk kararıyla sınırlı değildir. Kitabının çok bilinen ve çok atıfta bulunulmuş paragrafında belirttiği üzere Tocqueville, insanlar arasındaki iletişim kopukluğunu ve dozu giderek artan bireyciliği de despotizmin en önemli temellerinden birisi olarak görmektedir (II-336).

Bu anlamda bireycilik öncelikle kamusal yaşamın erdemlerini tahrip edecektir. Bu yönden baktığında Tocqueville, Amerika’daki demokrasiyi ‘tehlikeli’ gördüğünü söylemek gerekir. Nitekim Amerika’da Demokrasi’nin II. Cildi bütünüyle demokrasinin bu yöndeki sorunlarına eğilmiştir ve adeta I. ciltte tanımlanan demokrasi düşüncesini Tocqueville, bu yapıtıyla değillemeye çalışmaktadır. Bununla birlikte Tocqueville, gerçek özgürlüğün sağlanabilmesi hususunda ısrarlıdır ve bunun en güçlü yolu olarak merkezi hükümet yetkilerinin azaltılmasını yerel hükümetlere geçilmesini görmektedir (60, 144). Bu nedenle ABD’nin dünyada demokrasi konusunda varılabilecek en uç ve kusursuz noktaya ‘sanki Tanrı hazırlamışçasına’ vardığını ve halkın da o toplumda Tanrı’nın yeryüzündeki egemenliğine benzer bir egemenlik içinde olduğunu söyler. Oysa Tocqueville, gerek yöneticilerin ve politikacıların gerekse insanların merkeziyetçilik yönünde eğilimleri olduğunu belirtmekte ve bu hususta dikkatli olunması gerektiğini vurgulamaktadır. Hatta yurttaşın bu yönde eğitilmesi gerektiğini de dile getirmektedir. Buradan hareketle en önemli görüşünü açıklar ve kendi içinde özgür olan halkın her istediğini yapmasını ve yaptığı her şeyin doğru olarak nitelendirilmesini ‘saygısızca ve reddedilmesi gereken bir düşünce (maxim)’ olarak gördüğünü söyler (259). Nihayet Tocqueville ve son ve belki de en çok tartışılan görüşüne erişerek şunları belirtir: Birleşik Devletler’deki çoğunluk gücü ‘kendi içinde (kendisine) zararlı ve gelecek açısından tehlikelidir’ (256). Bu nedenle Birleşik Devletler dolaylı demokrasiye geçmelidir (205).

Buna karşı Tocqueville’in bulduğu çare oldukça ‘sorunlu’dur. Amerika’dan bir dostuna yazdığı mektupta bu çareyi dile getirir: ‘Mükemmel yönetim, kapsadığı herkesin söz sahibi olduğu yönetim değildir. Bu hükümet en yüksek ahlaki ilkelere sahip ve entelektüel eğitime sahip sınıf tarafından yönetilen hükümettir.’ Buna bağlı olarak Tocqueville, ‘demokrasi, özünü, çoğunluğun mutlak egemenliği oluşturduğu için en iyi yönetim tarzı olamaz’ (254) diye açıkça yazmaktadır. Bunu izleyen bölümde de ‘buruk bir biçimde’ demokrasi tasavvurunun en önemli önermesini yapmaktadır: ‘Acaba güçleri Amerika’da olduğundan daha fazla merkezileşmiş, halkın kamu yönetimi üstündeki doğrudan etkisinin daha azaldığı buna mukabil belli haklarla donatılmış her yurttaşın hükümet yönetimine katılacağı bir demokrasi tasarlamak mümkün olamaz mı? (254)’. Çoğunluk egemenliği söz konusu oldukça bunun gerçekleşemeyeceği hususunda çok ciddi endişeleri vardır, Tocqueville’in. Bu egemenliğin etkin olduğu bir toplumda en yüksek erdemlere ve değerlere, en gelişmiş entelektüel birikime sahip kişilerin o ‘kalabalığa sızıp’ yukarıya tırmanamayacağını öne sürer (329).

Bu belli bir imkansızlık noktasıdır. Tocqueville kendi iç çelişkilerinin sınırına gelmiştir. Buradan daha ileri gitmeden önce şunu belirtmek gerekir ki, bu ‘korku’ ve kuşku sadece Tocqueville’e ait değildir. Özellikle Amerikan anayasal demokrasisinin kuruluş döneminde Hamilton’un başını çektiği grup bu düşünceyi şiddetle savunmuştur. Hamilton, çoğunluğun, halkın sesinin Tanrı’nın sesi olduğunun çok söylendiğini fakat bunun modası geçmiş bir düşünce niteliği taşıdığını belirterek zenginlere yönetimde daha geniş bir yer verilmesi gerektiğini söyler. Buna karşılık Jefferson, ‘halkı yöneten kendisine inanmayacaksa başkasına nasıl inanacak’ diye sorarak bu görüşün karşı kanadını oluşturmuştur. Bu görüşün özellikle Amerikan demokrasisi içindeki gelişimi ilginç bir seyir izlediği kadar literatürde de farklı yorum ve yaklaşımlara yol açmıştır. Buna göre egemenlik halka ait olmalı fakat halkın kararı ancak doğru olduğu durumlarda geçerlilik kazanmalıdır. Halk gerçek egemendir fakat ancak kontrol ilkeleriyle (checks and balances) denetim altında tutulduğu sürece bu geçerli bir ilkedir. Erkin yozlaştıracağı düşüncesi bu muhakemeler üstünde kuşkusuz etkilidir ve bu süreç bizi Tocqueville’in ‘modern tiranlık’ diye nitelendirilebilecek kavram içindeki yerine ve rolüne taşımaktadır.

III. Modern tiranlık ve demokrasi eleştirisi bağlamında Tocqueville ve Arendt
Çağdaş dünya içinde diktatoryal yönetimler üstünde düşünen belki de en önde gelen siyasal felsefeci Hannah Arendt’tir. Arendt’in siyasal literatüre geniş ölçüde kabul ettirdiği iki kavramdan birisi totaliteryanlık diğeri de tiranlıktır. Totaliteryanlık kavramını ‘bulan’ veya mevcut anlamı içinde kullanan ilk kişi elbette Arendt değildir. Bununla birlikte antikitenin yeniden yorumlanmasıyla tiranlık kavramının gündelik hayata uygulanması ve 20. yüzyılın iki büyük yönetiminin Hitler Almanya’sı ve Stalin Rusya’sının bu bağlamda değerlendirilmesi geniş ölçüde Heidegger ve Jaspers’in öğrencisinin çabaları sonucudur. Bununla birlikte Arendt tiranlık kavramını özel bir durum olmaktan çıkarmış, belli niteliklere sahip tüm toplumlara ve yönetim biçimlerine uygulamıştır. Ayrıca, Arendt’teki tiranlık kavramı bir ‘soybilimsel’ kavram olmaktan çok bir durumun adıdır. Bununla birlikte, Arendt örneğin Stalinist uygulamalar ve Hitlerci yöntem arasında önemli farklar görmekte ve bu iki yapının birbirinden önemli ölçüde ayrıldığını düşünmektedir.

Buna mukabil Tocqueville’deki despotizm daha genel ve hatta biraz zorlanarak söylenirse daha kurucu nitelikler taşıyan kavramlardır. Tocqueville, her toplumda, üstelik de demokratik olanlarda tiranlığın belli koşullar altında jenerik bir kavram olarak ortaya çıkabileceğine işaret etmektedir. Dolayısıyla despotizm Tocqueville’de ortadan kaldırılması gereken bir kavram olsa da yapısal bir olgudur. Oysa Arendt bu kavramı bir hastalık olarak görmektedir. Bu anlamda Boesche, iki düşünürün birbirine yakın anlamda kullandıkları aynı kavramlar arasında zıtlıklar ve benzerlikler bulunduğunu saptamaktadır.

Zıtlıklar
1.Arendt’in tiranlık bağlamında üstünde durduğu ilk husus liderliktir. Bunun tiranlık ve despotizm bağlamında ortaya çıkmış bir kavram niteliği taşımadığını vurgular fakat tiranlık için liderlik olgusunun zorunlu olduğunu belirtir. Tiranlıkla liderlik ilişkisi önce lider olmakla başlayan sonra iktidarı elde tutmakla devam eden bir süreçtir. Buna mukabil Tocqueville’deki despotizm herhangi bir tanımlı kişiliğe ve kuruma bağlı değildir. Despotizmin lideri olarak görülecek kişi (tiran) daha önce belirttiğimiz gibi kimliksizdir, anonimdir. Bu, insanlar arasındaki doğal davranışlardan da kaynaklanabilecek bir durumdur. Dolayısıyla her güçlü hükümet içinde bu niteliği taşır. Fakat daha önemli olanı tiranlığın bir çoğunluk iradesi olarak ortaya çıkmasıdır. Tiranlığın yeni ve önemli rolü budur ve bu da bir temsil meselesidir. Boesche bu anlamda Tocqueville’in çok önemli bir kavram geliştirdiğini ve temsil bağlamında ortaya çıkan bu sorunu tanımlamak için ’tiyatrosal temsil’ kavramını geliştirdiğini vurgulamaktadır.

2. Arendt’in liderlik kuramının arkasında çok etkin ve örgün bir parti kavramı yer almaktadır. Bu parti aynı zamanda hızla değişebilme ve yüksek derecede hareket edebilme kapasitesine sahiptir. Dolayısıyla Arendt partiyi bir hareket (movement) olarak nitelendirmektedir. Bu anlamda bu tür partiler Arendt’e göre sınıfsal çıkar temelinde oluşmuş partilerden farklıdır ve daha ziyade ideolojilerin temellendirildiği örgütlerdir. Dolayısıyla ‘hareket’ olan partiler sıradan bir siyasal partiden oldukça farklıdır. Buna mukabil Tocqueville’de ortaya çıkan parti ayrımı büyük ve küçük partiler şeklindedir. Büyük partiler genel sorunlar ve çıkarlarla ilgilidir. Küçük partilerse kendilerine dönüktür ve gündelik temelde siyaset yaparlar, bir ilke üstüne oturmazlar. Dolayısıyla Tocqueville bir büyük parti özlemi içindedir ve bunun toplumsal yapı açısından gerekli ve önemli olduğunu düşünmektedir. İki düşünür arasındaki fark da bu noktada ortaya çıkar. Arendt bir felsefe temeline oturan partiden kaçınılması gerektiğini düşünürken Tocqueville onu şiddetle savunmakta ve bir toplum için umut olarak görmektedir.

3. Bizzat Arendt’in kendisinin de belirttiği gibi Tocqueville döneminin ırkçı düşünceleriyle ilgilenmemektedir. Bu bağlamda Gobineau’nun daha sonra Avrupa üstünde çok etkili olan düşüncelerini ‘çok büyük bir ihtimalle yanlış’ diye nitelendirmektedir. Tocqueville’in bu tür ırkçı düşüncelere uzak kalması bunun tiranlığa yol açacağına dönük endişelerinden kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte Tocqueville için ırkçılık totalitaryen yapıların önemli unsurları arasında değildir. Buna mukabil ırkçılık Arendt’in totaliteryanizm analizinde önemli bir rol oynamaktadır. Nazi Almanya’sı ve Stalin Rusya’sının yayılmacı politikalarını Arendt onların arkasında yer alan ‘pan-Germanik’ ve ‘Panslavik’ yaklaşımlara bağlamaktadır. Ayrıca ırkçılık totalitaryen görüşlerin Darwinci bir model içinde yayılması için önemli bir kaynaktır. Nihayet Arendt için totalitaryen baskının en önemli kaynağı terördür. Bu Tocqueville’de hiç yer almayan bir husustur. Son olarak Arendt için baskıcı yönetimlerin en önemli ögelerinden birisi terör ve korkudur . Bu bütünüyle yeni bir terördür ve sadece muhalifleri değil masum olanları da kapsamaktadır. Oysa bu husus Tocqueville’de hemen hiç bulunmaz.

Bu farklar Tocqueville’in tiranlık anlayışının iç sınırlarını ve özellikle o düşüncenin zamanla bağlı olan boyut ve özelliklerini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte Boesche aynı makalesinde Arendt’le Tocqueville arasında despotizim, tiranlık ve totalitaryen düşünce bağlamında önemli benzeşimler olduğunu da saptamaktadır. Bundan sonra ele alacağımız sivil toplum bağlamının daha iyi anlaşılması için bu değerlendirmenin gözden geçirilmesini de zorunlu görmekteyiz.

Benzeşimler
1) İlk benzeşim yalnızlık ve tekillik konusu etrafında biçimlenmektedir. Arendt yalnızlığın modern insanın yaşadığı hatta keşfettiği bir şey olduğu görüşündedir. Bu, sınıfsal yapıların, cemaatlerin ve ailelerin çözülmesinden kaynaklanan bir sonuçtur. Modern dünyada insanlar çevreden ve toplumsal ilişkiden soyutlanmaktadır çünkü, bu, sınıfların kitlelere dönüşümüdür. Böylece yalnız insanlardan oluşmuş ‘kitle insanı’ ve ‘kitle toplumu’ ortaya çıkmaktadır. Daha önceki dönemlerle modern dünya arasındaki ve totalitarizm bağlamındaki farkı bu husus meydana getirir. Önceleyen çağlarda yönetimler daha yakından denetleyebilmek ve yönlendirebilmek için insanları yalnızlığa ve yalıtıma doğru iterken modern dünya tiranlığı insanların yalnızlaştığı bir yapının üstüne inşa edilmektedir. Bu yalnızlıkla birlikte insan tekleri toplumsal alandan koparılmakta ve tümüyle özel alanları içine kapanmaktadır. Yönetimler kamusal ilişkilerden koparılmışlıkları nedeniyle bu kişilerden türeyen herhangi bir muhalefetle karşılaşmamaktadır. Dolayısıyla modern despotizmler ‘insan teklerinden oluşmuş kitle hareketleridir’.
Tocqueville’in çözümlemesi de bu konuda Arendt’le çok yakın bir benzerlik içindedir. Tocqueville de demokrasinin gelişmesiyle birlikte feodalitenin çözüldüğünü fark etmektedir. Bu çözülme geleneksel bağların ortadan kalkmasına yol açmakta, insanları derin bir yalnızlığa itmektedir. Bireyciliğin ortaya çıkışı bütünüyle modern bir sonuçtur. Tocqueville, atalarının böyle bir kavramın farkında olmadığını ısrarla belirtir. Aynı şekilde Tocqueville de bu bireyciliğin insanları toplumsal alandan kopardığı ve kendi özel alanlarına hapsettiği kanısındadır. Bu kopuşun doğurduğu boşluk merkezi hükümet tarafından doldurulmaktadır. Gene Arendt’le büyük bir benzerlik içinde Tocqueville de bu yalnızlığın yönetimlerin insanları rahatça kontrol etmesinin en önemli aracı olduğu kanısındadır. Burada bireyciliğe ve ilişkili ögelere yönelttiği eleştirilerle bir sistem tasavvuru ve arayışı içinde bulunan Tocqueville’in çağdaş literatürdeki tasnifle muhafazakar liberal olarak nitelendirilmesi mümkündür.

2) İkinci benzeşim bu yalnızlığın burjuvazi tarafında yaratıldığı hususundaki görüştür. Her iki düşünür bu konuda da beraberlik içindedir. Hatta Arendt, burjuvazinin doğurduğu bir kavram olan yurttaşlığın yalnızlaşma süreci içinde burjuvaya döndüğünü saptayacaktır. Aynı şekilde Tocqueville de demokrasinin özellikle ve öncelikle burjuva sınıfının siyasal ve iktisadi güce yükselişi olduğu görüşü içindedir. İki düşünür de bu açılımın bazı etik sorunlar doğurduğu konusunda birleşmektedir. Özellikle Tocqueville, bu sürecin ‘fiziksel rahatlık’ için şiddetli bir arayış yarattığı kanısındadır. Bu da çevreye ve kamusal süreçlere kayıtsızlıkla sonuçlanmaktadır. Gene Arendt’e benzer biçimde Tocqueville bu oluşumun yurttaş kavramını ortadan kaldıracağı kanısındadır.

3) Üçüncü benzeşim bürokrasi konusundadır. Her iki düşünür de yalıtılmış insanların oluşturduğu kitlelerin burjuvazi tarafından çok daha büyük bir kolaylıkla yönlendirileceğini düşünmektedir. Hatta Tocqueville’in bürokrasi sözcüğünün bulucusu olduğu bile bu bağlamda söylenebilir. Arendt de aynı şekilde bürokrasinin tiranlık bağlamında bambaşka bir anlam ve güç kazandığı kanısındadır. Bu da terör örgütlerinin ve benzeri olguların yönetilmesiyle sonuçlanan bir süreçtir. Arendt, her totaliter yönetimin bir bürokrasi oluşturması gerektiğini öne sürer. Bu bürokrasi, daha önce Tocqueville’in görüşlerini değerlendirirken belirttiğimiz gibi, kimliksizdir. Kimse tarafından idare edilmez. Ama bu sahipsiz veya başı boş bırakıldığı anlamına gelmez. Aynı şekilde Tocqueville de merkezi hükümetin yoğunlaşmasının yeni tiranlığın temel koşulu olduğu görüşündedir. Üstelik her türlü bağından arındırılmış insanlar bu koşullar altında devletle aralarında hiçbir kurum bulunmayacak, insanlar doğrudan devlete maruz kalacaktır. Bu nedenle Tocqueville’e göre merkezileşmiş bürokratik güç tüm demokratik katılımları ortadan kaldıracaktır.

4) Nihayet dördüncü benzeşim yalıtılmış, güçsüz ve bürokrasi tarafından yönlendirilen, düşünmeyen, sadece neye inanmaları gerektiği kendilerine öğretilen insanlar hususundadır. Bu bağlamda Arendt, ‘ideolojik düşünme’ dediği kavrama yoğunlaşır. İdeolojilerin bütün dünyayı, geçmişi açıklayan, geleceği tanımlayan ve örgütleyen kavramlar olarak doğduğunu belirtir. Tiranlıklar, bireyleri yönlendirmesine rağmen, Arendt’e göre, onları özel hayatlarında göreli olarak bağımsız bırakmıştır. Fakat ideolojik dönem bilhassa insanların özel hayatlarına nüfuz etmiştir. İdeolojiler kendilerine inanılması için iki araç kullanmıştır: güçlü bir mantık ve bilimsellik iddiası. Bu nedenle ideolojinin gücü hiçbir tiranda bulunmaz.
Arendt’in ideoloji konusundaki hassasiyetine karşılık Tocqueville, yukarıda da bir çok kez değindiğimiz çoğunluk tiranlığı kavramını öne sürmekte ve örneğin ABD’de düşünce özgürlüğünün bulunmadığını belirtmektedir. Oysa aristokratik toplumlarda iş tersinedir. Bu toplumlarda yapının kendisinden kaynaklanan bir düşünce farklılığı süreci mevcuttur. Ayrıca Tocqueville, bir aristokrat olarak, daha önceki yönetimde zanaatkarların ve loncaların ve aristokrasinin farklı davranış izlekleri oluşturduğunu belirtirken demokratik toplumda herkesin aynı tarz yaşamaya başladığını bunun da türdeşlik, birörnek olma gibi sorunlar doğurduğunu söylemektedir (273, 275). Bunun sonucunda da despotizm sadece yukarıdan empoze edilen bir şey olmaktan çıkıp, hayatın kendi içinden üretilen bir sürece dönüşmektedir. Dolayısıyla demokrasilerde beden özgürlüğünü yitirirken ruh bütün bütüne köle haline gelmektedir (274).

Bu şekilde benzerlik ve çelişkilere sahip iki düşünür de demokrasi konusunda göreli karamsar düşünceler içindedir. Bu bağlamda Tocqueville Montesquieu’nün ‘ara kurumlar’ kavram ve çözümünü öne çıkarırken Arendt de Rosa Luxemburg’dan aldığı düşüncelerle ‘demokratik organizasyonlar’ düşüncesini savunur. Bu hususta da iki düşünür arasında bir benzeşim olduğunu Boesche çok yerinde bir tespit olarak dile getirir. Böylesi bir değerlendirme acaba demokratik toplumu bir çıkmaz sokak haline getirmiş midir? sorusu artık son bir soru olarak ciddi biçimde sorulabilir. Yanıt ise sivil toplum kavramının tartışılmasıyla verilebilir.

Sonuç
Günümüz demokrasileri Tocquevilleci bir demokrasi anlayışını aşmıştır. Ayrıca Tocqueville’in Amerika’yla ilgili saptamaları zaman içinde aşılmıştır. Bununla birlikte Tocqueville’in demokrasi bağlamında getirdiği yorumlar ve yaptığı saptamalar, onları oluşturabilmek için ürettiği kavramlar hala etkinliğini korumaktadır. Bunun en önemli nedeni Tocqueville’in demokrasiyi çalışmasının öznesi edinmişken aslında iktidar kavramıyla uğraşmasıdır. İktidarın mevcut olduğu her yerde ve iktidarın paylaşılması gibi bir durumun temel demokrasi önermesi olarak kabul edildiği her bağlamda Tocqueville’in yorum ve saptamaları gücünü koruyacaktır. Bu anlamda Tocquevilleci bir demokrasinin öznesini toplum-devlet geriliminin meydana getirdiğini ayrıca belirtmek gerekir. Tocqueville, geniş bir açıdan ele alındığında, demokrasinin sadece devletin mutlak iktidar ve otoritesini aşmakla kalmayan, toplumun kendi ürettiği iktidarların sınır koşullarını da değiştirmeyi öngören, öneren bir model geliştirme çabasındaydı. Diğer siyasal kuramcılardan farkı bu kaygısını bir model kurmanın soğukkanlılığı içinde yapmaması, yaşanmış bir devrimin getirdiği, endişe, tedirginlik hatta yerine göre vehimlerle biçimlendirmesiydi.
Tocqueville’in bu yaklaşımı iktidar konusunda önemli, hatta katı sayılabilecek bir tavır alışı öne sürüyordu. Yukarıda belirttiğimiz üzere bu tavır toplumun ‘kuracağı’ iktidarı da kapsıyordu. O toplumsal iktidarın çok önemli bir siyasal kriter olarak kabul edilen ademi merkeziyetçiliğe dayanması Tocqueville’in eleştirisinden azade olmasını ön gerektirmiyordu. Bu yanıyla, Tocqueville, bir yanıyla egemenlik, kamusal irade gibi kavramları tartışmaya açarken bir yandan da geç 20. yüzyılın en önemli toplumsal/siyasal projelerinden birisi kabul edilen sivil toplum kapsamında ortaya çıkan yeni siyasallıkların içsel bir eleştirisini oluşturuyordu. En azından onun uyarı işaretlerini yerleştiriyordu.
Bu nokta Tocqueville’de çok ihmal edilen fakat özünde büyük önem barındıran bir olgudur. Değinilen bu kavramın boyutlarını saptayabilmenin bir önemli yöntemi Tocqueville’in, bu makalede yaptığımız üzere, 20. yüzyıl siyasal kuramcılarıyla birlikte tartışılmasıdır. Özellikle Montesquieu ve Rousseau’nun geliştirdiği kuramsal çerçeve içinde oluşmuş Tocquevilleci düşüncenin biz Arendtçi bir yaklaşımla daha derin anlamlar üreteceği varsayımından hareket ettik. Bu bağlam daha da geliştirilmeye muhtaçtır. Ne var ki, burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Tocqueville, örneğin Popper’ın vurguladığı anlamda bir sivil toplum karşıtı değildir. Bu durum Arendt için de geçerlidir. Her iki düşünür de siyasal olana sistemik kurgulamada ayrı bir önem atfetmiştir. Sivil toplum her iki düşünür için de önemli fakat siyasal olanın içinden kavrandığı ve kurulduğu ölçüde anlamlıdır. Dolayısıyla gerek Tocqueville gerekse Arendt’de sivil toplumun içsel bir eleştirisini ve siyasal bağlamında yeniden tasarlanması önerisini buluyoruz. Bu öneriler ise çok farklı parametreler etrafında kendisine yeni bir açılım arayan demokrasinin karşı karşıya bulunduğu sorunlarını aşabilmesi için bugün bile değerlendirilmesi zaruri görünen hususları içermekte ve kapsamaktadır. Bu ise çok ilginç bir sonuçtur. Çünkü, bugün dahi hem 19. yüzyılda yaşamış hem de 20. yüzyılın büyük yıkımlarına tanıklık etmiş bir düşünürden yararlanma gereksinmesi içinde bulunduğuna inandığımız demokrasinin kırılgan yapısını ve bugün dahi yaşadığı büyük yetersizliği göstermektedir. İnsanlığın onu bugüne dek Tocqueville ve Arendt’i aşacak bir noktaya taşıyamamış olması bundan sonrası için bile ürpertici bir karanlığın kapıda beklediği endişesini somutlaştırmaktadır.

Doç. Dr. Hasan Bülent Kahraman,
Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here