Onun yazdıklarında anne elinden çıkma, dumanı üstünde bazlamalar var. Mis gibi kokar, satırların arasından burnumuza dolar kokusu. Açıkhava sinemasında satılan gazozlar var sonra, baba elinden çıkma. Şişeler şıngırdayıp durur, sesi çınlar kulaklarımızda. Sadece “bir zamanlar” değil her daim Anadolu var, bozkır var, bu coğrafyanın insanı var; saflığıyla, cinliğiyle, merhametiyle, açgözlülüğüyle, bencilliğiyle, acılarıyla, sevinçleriyle, düşleriyle, düş kırıklıklarıyla… Velhasıl ya da lafın kısası, en bayağı ve en yüce/en kutsal yanıyla, olanca varlığıyla, kanıyla canıyla insan var. Sonra şiir, sinema var, velhasıl sanat var: İnsanı yaşatan, beri yandan ölüme hazırlayan, değiştirip dönüştüren, insanı insan kılan. Sanatla böyle bir ilişki kurduğu/kurabildiği için belki de yaptığı her işte yaşamaya yaşatmaya, direnmeye diretmeye, insana insanlığa dair koca bir umut var. Yaptığı her iş, insana −en azından bana− böyle bir umut bahşediyor. Çünkü harekete geçebilmek için umut önemli, umut şart. Metin Altıok’a kulak verecek olursak “Bir yarım umuttur elimizde kalan, göğüslemek için karanlık yarınları”. Diyebilirim ki Kesal da her daim umutvar bir romantik. Çünkü şöyle diyor: “Keşke Budala’daki Mişkin kadar iyimser ve coşkun olabilseydim. Umutsuz ve kötümser bir dünyaya inanmanın getirdiği can sıkıntısının, insanı hayvana çevirebileceğini iddia eden Dostoyevski gibiyim. Romantik olmaktan vazgeçmeyeceğim.”[1]
Yazıp çizdikleri kendinden başkası değil
Ve elbette sanatın, bu dünyaya dair bir dua, bir yakarış olduğunu dillendiren, yönetmen olmaktan öte adeta bir felsefeci/filozof olan Tarkovski’den derin izler var onun ruhunda, yüreğinde, ürettiklerinde. Evet, diğer bütün kimliklerinin ötesinde iyi bir insan olma gayretiyle yaşayan Ercan Kesal’dan bahsediyorum. Polonyalı gazeteci Ryszard Kapuściński “Her şeyden önce, gazetecilik yapabilmek için iyi bir insan olmak gerektiğine inanıyorum. Kötü insanlar iyi gazeteci olamaz”[2] der. Ben de buna inanıyorum ve öte yandan kötü insandan iyi doktor, iyi öğretmen, iyi hakim, iyi yazar, iyi terzi, iyi ayakkabı tamircisi, iyi denizci vs. olamayacağını da biliyorum. Çünkü mesleği her ne olursa olsun, bir insanın işini iyi yapabilmesi, kişinin nasıl bir insan olmayı seçtiğiyle çok yakından ilgili. Kesal iyi bir hekim, iyi bir senarist, iyi bir oyuncu, iyi bir yazar olabilmişse, bu onun iyi bir insan olmayı da başarabildiğini gösterir, bana kalırsa. Yazdığı kitaplarda da bunun izini sürebilmek mümkün. Aslında onun kaleminin ucuna gelenler, bütün yazıp çizdikleri kendinden başkası değil. Zaten Pavase’nin dediği gibi “hayat yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır” ve yazmak da bir tür kendini arama çabası, yaşama uğraşı, bir arayış yolculuğudur. Yazarken kendinden yola çıkıp kendine varabilmeyi, kendini bulabilmeyi umar insan. İnsanın ne’liği üzerine düşünür, cevaplara ulaşamasa da sorular sormaya devam eder, hiç usanmadan. Kesal’ın yaptığı da bu sanırım. Her yazdığını heyecanla, merakla, büyük bir iştahla okuduğum Ercan Kesal’ın son kitabı Velhasıl’da da yaşanmışlıkları, biriktirdikleri, hayatına temas eden insanlar ve dolayısıyla yazarın kendisi, kendi hikâyesi var. Kendi hikâyesi dediğimiz de bu coğrafyanın ve bu coğrafyada ikamet edenlerin hikâyesinden bağımsız değil elbette.
Hiçbir an’ı unutma bahçesine gömmez
Kesal, hayatına değen her bir insana dair her bir yaşanmışlığı ilk günkü tazeliğiyle korumayı başarabilmiş, belleği kuvvetli bir yazar. Yazdıklarını okurken, anılarına nasıl sahip çıktığına, onları nasıl dipdiri muhafaza edip gün yüzüne çıkardığına şaşmaktan kendimi alamam. Ama açıkça görülüyor ki küçücük bir an’dır, geçmişi Kesal’ın önüne seren, hatırlamayı sağlayan. Belli ki o, işinin ehli bir arzuhâlci olarak hiçbir yaşam tortusunu, hiçbir an’ı unutma bahçesine gömmez. Velhasıl’da, Kemal Tahir üzerine söz söylemeye başlarken şöyle der örneğin: “Yazmak ya da hatırlamakla ilgili bir eyleme giriştiğimde hep bir anın, bir fotoğrafın peşine düşerim.” Böylece yazmaya koyulurken uzak geçmişi, yakın eder kendine. Geçmişe doğru bir kazı yaparak açtığı tünelde acı-tatlı an’ların peşinden gider, orada gördüklerini kâğıda işler. Biz de sanki bir film izler gibi, görüntüler eşliğinde okur, seyreyleriz yazdıklarını. Yazmak, geçmişi yitirmemek, yok olup gitmesine izin vermemek için de önemli ve gereklidir Kesal için. Hani Borges der ya: “Kim, hiç değilse bir kerecik olsun, bir günbatımında dolaşırken ya da geçmişinde kalan bir günü kafasında şekillendirmeye çalışırken sonsuz bir şeyler yitirdiğini düşünmemiştir ki.” İşte sonsuz bir şeyler yitirmemek için, kâğıda kaleme sarılır Kesal, beyaz sayfalara zerk eder görüp, işitip, hissedip şahit olduğu her şeyi, orada dondurur zamanı.
Bir yaşanmışlık bakiyesi
Velhasıl, Kesal’ın belleğinin derinliklerinden süzülen taptaze an’ların, anıların, hatıraların, ayrıntıların, vefanın, hüznün, umudun kitabı. 1980’den beri gazete ve dergilerde kalem oynatan Kesal’ın 1985’te yazdığı ilk öyküsü, çeşitli konferanslardaki konuşmaları, dergilerde ve BirGün’de yazdığı yazıları bu kitapta bir araya toplanmış. Velhasıl, Peri Gazozu ve Cin Aynası’nı tamamlayan bir kitap olmuş. Yine aynı içtenlik ve samimiyetle, aynı yalınlık ve dürüstlükle kaleme alınmış yazılar var bu kitapta da. İlkler unutulmaz. Kesal’ın “Çok mu Zordu?” başlığını taşıyan ilk öyküsü, kitaptaki son yazı. Yıllar sonra, artık sözünün edilmesi bile anlamsız olan bir cümle nasıl söylenir, onca yıl saklanan bir sır nasıl açık edilir? İşte bu öyküde, ilk belki de son sevdiği olan Elif’e, artık bir anlamı olmasa da, yazık ki çokça eskimiş olsa da şu cümleyi kuruyor anlatıcı ses: “Ben seni çok sevmiştim Elif, biliyor musun?” 1985’te yayınlanan bu ilk öykü, Kesal’ın aslında ta en başından beri iyi yazdığını görmemizi sağlıyor. O günden bu yana aynı ruh inceliği, aynı duyarlılık, aynı vefa, aynı kadirşinaslık her yazdığına sinmiş.
“İyiliğe inancımızı kaybetmeyelim”
Elbette içine doğduğu coğrafyanın kaderine yakından tanıktır Ercan Kesal ve ülkede olup bitenlere kayıtsız kalmaz, kalamaz. Bu sebepledir ki gayrıresmi tarih kaydıdır aynı zamanda onun yazdıkları. Ahmet Erhan’ın şiirine atıfla “Buz Üstünde Yürür Gibi” başlığını verdiği yazıda, “Aklım bir şeylere ermeye başladığı ilk günden şu yaşıma kadar siyasal baskı ve kaosun yaşanmadığı hiçbir dönem görmedim. İç savaş senaryolarının dayatıldığı günlerden geçtim, darbeler yaşadım, idamlara şahit oldum. Sürgünler, faili meçhuller, insan hakları ihlalleri; sanki hayatımızın olmazsa olmazları!” diyor örneğin. Sonra “ne yapmalı?” diye soruyor yazının devamında. Elbette öyle kesin bir reçetesi yok onun da, ama şöyle diyor: “Beni, üzerinde yaşadığımız topraklar, soluduğumuz hava, sokaktaki insanlar, çocuğum, komşularım, geleceğimiz ve inandığım değerler ilgilendiriyor. Adalet, insanlık, vicdan ve iyiliğin dışında arkasına sığınacağımız hiçbir şey olmaz.” O, her şeye rağmen insandan ve iyilikten umudunu kesmiyor. Kesmediği gibi “İyilik ve kötülük o kadar da soyut kavramlar değildir. İyiliğe inancımızı kaybetmeyelim” diyerek her birimizi iyiliğe inanmaya davet ediyor. Aynı yazının sonlarında, Tarkovski’nin “Nostalji” filmindeki Deli Domenico’nun, insanın tüylerini diken diken eden haykırışını dillendiriyor. Filmde, Domenico’nun meydandaki heykelin üstüne çıkıp kendini ateşe vermeden önce kurduğu her cümle, insanlığı içine düştüğü çukurdan çıkmaya çağıran bir çığlık, bir yakarıştır. “Zamanımızın gerçek kötülüğü budur. Kalbin yolları gölgelerle kaplanmış. Yararsız görünen seslere kulak vermeliyiz” der Domenico. “Birisi piramitleri yapacağımızı haykırmalı. Yapmamamızın bir önemi yok. O isteği beslemeliyiz ve ruhun köşelerini esnetmeliyiz sınırsız bir çarşaf gibi. Dünyanın ilerlemesiniz istiyorsanız el ele vermeliyiz” der sonra. “İnsanoğlu dinle!” diye haykırır: “Büyük şeyler sona erer, küçük şeyler baki kalır. Toplum böylesine parçalanmaktansa yeniden bir araya gelmeli. Sadece doğaya bak, hayatın ne kadar basit olduğunu göreceksin. Bir zamanlar olduğumuz yere dönmeliyiz; yanlış tarafa döndüğümüz noktaya. Hayatın ana temellerine geri dönmeliyiz, suları kirletmeden.” Ve sonra sorar Deli Domenico: “Deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim bir dünyadır burası!” Ve evet, “ne biçim bir dünya burası?”, “asıl deli olan kim?” diye kendi kendine sormadan edemez insan. Ercan Kesal’ın kaleminin ucunda da Domenico’nun haykırışı asılı kalmıştır sanki: bize hem içinde yaşadığımız toplumsal çukuru gösterir, hem o çukurdan çıkmamız için elimize sağlam bir urgan uzatır. Bunca kötülüğüne rağmen insanın pramitleri yapacak gücü de içinde taşıyan bir varlık olduğunu hatırlatır, “iyiliğe inancınızı kaybetmeyin” diye haykırır.
NOT: Bu yazı, 4 Aralık 2019 tarihinde Ajan Literer’de yayınlanmıştır.
[1] Ercan Kesal’ın söyleşilerinin bir ara getirildiği Aslında isimli kitapta, Doğuş Sarpkaya’nın Kesal ile yaptığı “Gerçeğin İlhamına Sarılmak” başlıklı söyleşiden alıntılanmıştır.
[2] Ryszard Kapuściński (2018). Bu İş Siniklere Göre Değil/İyi Gazetecilik Üzerine Konuşmalar. Çeviren: Berk Cankurt. İzmir: Delidolu Yayınları.