Yeniçağ: Descartes ve Montaigne – Zeynep B. Sayın

descartes_montaigne I.
Jacques Lacan, parçalanmış modern öznenin dünyaya Descartes’tan kalan bir miras olduğunu yazar. Bunun nedeni ise öznenin, onyedinci yüzyılla birlikte, kendini merkez olarak konumlandırma isteğidir. Dünyasal söylemlerin meşruiyeti artık dünyanın dışında bulunan bir tanrı tarafından değil, düşünen öznenin kendi tarafından sağ­lanmalı, insan özgürlüğüne kavuşmalıdır. Kuşkusuz haklı bir istektir Descartes’ın iste­ği; çünkü onyedinci yüzyıl Avrupası din savaşlarının hüküm sürdüğü bir coğrafyadır ve Descartes, insanların dinler ve kültürler üstü ortak paydasını bulmak ister.

Amaç, -en azından tarihsel açıdan bakınca- Avrupa’nın protestanlara ve katoliklere bölünmüş kanlı çoğulluğuna son verecek olan barışçıl bir ortak özelliktir. Bu nedenle Tanrı ve özne, erken onyedinci yüzyılın Descartes felsefesinde yer değiştirir; bu ise aslında, bilen bir özne olarak insanın, kendini bilgi nesnesi olan dünyaya karşı konumlandırması demektir. Başka bir deyişle, söylemsel doğruların ölçütü olan Tanrı, Descartes’le birlikte kendini iktidarını düşünen özneye devreder ve bu yeni özne-nesne ilişkisi, modern çağlara damgasını vurur.

Ancak kiliseye karşı kuşkusuz çekingen davranır Descartes; Galilei davası onu ürkütmüştür. Dinler üstü bir ortaklık konumlandırma isteğiyle, kiliseyi öfkelendirmek istemez. Bu yüzden, İlkeler’inde tedbirli bir parantez açar İncil metni, dünyanın gerçek yaradılış metnidir ve Descartes’ın yaptığı, dünya mekanik bir biçimde yaratılmış olsaydı, onun nasıl yaratılmış olabileceğini tartışmaktır.

Yeniçağ’ın öncüsü olan özneyi konumlandırmasına karşın, böylelikle kendini garantiye alır ; kesinlik isteğinde kendi kesinliğini göreceleştirme tehlikesine karşın, kiliseye meydan okumaz. Emrivaki bir yaptırımla zorlamak istemez kiliseyi; kilise, onun ve bilimin ölçütleri doğrultusunda eninde sonunda gerçek kesinliğe ulaşacaktır. Kesinlik ise, yalnızca özneye özgüdür. Bilindiği üzere, aradığı sağlam noktayı, o güvenilir kesinliği bulmak için kuşkudan hareket eder Descartes; kuşku duyulamayacak tek merci olaraksa, düşünen özneyi konumlandırır.

Dünya tarihinde tartışmasız bir devrimdir bu: Çünkü Kopem ikus’la birlikte deği­şen dengelerle ve açılan sonsuzlukla birlikte insanın evrende öksüzleşmesini engeller ve insanın kendini, evrenin merkezi olarak belirler. Öte yandan yine insan, düşünen özne olarak kendini konum landırdığı anda Lacan’ın söz ettiği parçalanm ışlığa kapı aralar: Çünkü ikili bir soyutlama sürecinin ürünü olan Descartes’ın özne m erkezli tavrı, bir yandan dünyadaki çoğulluğun ortak paydasını bulma ve hakikatin tüm insanlar için eş­ değer olduğunu kanıtlama amacıyla özneyi, düşünce ve akıl olarak saptar. Bu soyutlama kaçınılmaz olarak bütün insanların aynı ve ortak bir özelliğe indirgenmesini içerir. Öte yandan akıl olarak özne, dünyayı bir düşünce nesnesi olarak algılar. Demek ki dü­şünce ve bilgi nesnesi olarak dünya, insan aklında eşitlenmekte, onun çoğulluğu tek bir nesne olma özelliğine indirgenmektedir. Başka bir deyişle, kendi dışında her şeyi kendi nesnesine dönüştüren özne, bir yandan kendi benliğini bile kedi nesnesine dönüştürürken öte yandan kendinin öznesi olma özelliğini taşımaktadır. Amacı onyedinci yüzyılın tarihsel bağlamında ne denli “barışçıl” olursa olsun tartışılmaz bir parçalanmışlığa yol açmaktadır. Descartes’çı özne; nitekim Descartes’ı Gulag takımadaları ya da Bergen-Belsen’den sorumlu tutmak istemeksizin, kendi içinde kaçınılmaz felaketleri barındırmaktadır. Çünkü Descartes’ın öncülüğünü yaptığı öznemerkezcilik ile yalnızca insanın kendi duygulan ve bedeni değil, aynı zamanda bütün tarihsel ve kültürel farklıklar saltık öznenin nesnesi olarak konum landınlm ak zorundadır. Saltık öznenin felsefi bir ölçüt olarak belirlenmesi ise, onun evrensel bir ilke olarak geçerli kılınmasını gerektirir. Nitekim artık özel değil, genel durumlar ilgilendirmektedir Descartes’ı: Genel, evrensel ve akılcı bir ilkedir özne ilkesi ve bütün insanlarda birdir. Ortak ve evrensel bir ölçüt olarak belirlenen özne düşüncesi, doğrunun ve ahlağın ölçütlerinin evrenselleşmesini beraberinde getirir. Oysa daha elli yıl önce, Descartes’tan önceki ahlağı belirleyen görüşe gö­re, koşullardan bağımsız bir ahlak olası değildir. Örneğin Aristoteles, ünlü Ahlak Felsefesinde ahlaksal yargıların farklı koşullara göre değişiklik gösterdiğini yazmıştır. Oysa şimdi, evrensel özneyle birlikte onun evrensel doğruluk ölçütlerinin saptanması zorunludur. Çünkü onyedinci yüzyıl Avrupası’nın içinde bulunduğu tarihsel ortamda katolisizm ve protestanizm gibi farklı doğrular kendi haklılıklarını iddia etmekte; Avrupa’yı bir kan gölüne çevirmektedir. Dahası, yeni ve kendine yabana bir çoğullukla baş edebilmekten uzaktır onyedinci yüzyıl: Amerika’nın keşfinin üstünden topu topu yüzelli yıl geçmiş ve sömürgeleştirilen kıtalardaki insanların ve kültürlerin farklılıkları AvrupalIları tedirgin etmiştir. Farklı kültürlere özgü farklı ölçütlerin geçerli olabileceği, olanaksız bir düşüncedir onyedinci yüzyıl düşünürleri için: Aklın ve ahlağın Tann gibi tartışılmaz bir biçimde kesinleşmesi gerekir. Nitekim düşünen öznenin yapması gereken, nesneleştirdiği dünyayı aklın ve ahlağın -eşdeğer- ölçütlerine göre eğitmektir. Kuşkusuz kendi içinde büyük bir çelişki barındırır bu görüş: Çünkü aklın ve ahlağın ölçütleri ya bütün insanlarda ortaktır ya da değildir. Eğer bütün insanlarda ortaksa, o zaman insanları o ölçütler doğrultusunda eğitmek gerekmez; yok eğer değillerse, o zaman akim ve ahlağın ölçütlerinin evrensel geçerliliği olamaz.

Ancak Descartes öncülüğünde philosophe’lar çözümü, aklı duygulara ve bedenselliğe karşı konumlandırmakta bulurlar. Nitekim Ruhun Tutkuları’n da Descartes, duygulan, bedensel nedenselliğin sonuçlan olarak tanımlar.Merak ve sevgi, nefret ve arzu, sevinç ve üzüntü gibi duygular, bedensel etkiler sonucu meydana gelirler. Örneğin, 6 haziran 1647 günü Chanut’ya yazdığı bir mektupta, çocukken âşık olduğu şaşı bir kızdan söz eder. Descartes için bu kıza âşık olma nedeni açıktır: “Sinirler yoluyla duyularımızı uyaran nesneler, beynimizdeki bazı kısımları hareket ettirir ve oralarda bazı kıvrımlara yol açarlar… Onun şaşı gözlerine baktığımda beynimde görme tarafından oluşturulan tab, bende aşk edilgisini uyandıran eşzamanlı tabla bağlantı kazandı, öyle ki uzun bir süre sonra bile şaşı insanlar gördüğümde sırf bu özürleri sebebiyle onları sevme özel eğilimini hissettim .”1
Bu yüzden bedenin nedenselliğine karşı aklı savunan philosophe’laTa düşen görev, insanları tutkularına karşı akıllarım kullanmak üzere eğitmektir. Bu nedenle bütün insanlarda ortak ve evrensel, ancak eğitilmesi gereken bir şey olarak tasarlanır akıl; ve yalnızca kendi aklını kullanma yürekliliğini gösteren kişi, kendini bir özne olarak konumlandırabilir. Bu ise kişinin, tutkuların tuzağına düşmemesine bağlıdır. Nitekim yeni kı­talarda “keşfedilen” yerliler ve Avrupa’nın göbeğinde yaşayan alt sınıflar ve kadınlar, tutkularına hakim olmayı bilmeyen; dolayısıyla akıllarını kullanmaları için eğitilmeleri gereken kişilerdir.

Aklın evrenselliği sorununu çözm üş olur Descartes böylelikle: Duygularının kölesi olan insanlara ve kültürlere, aklın sesiyle çözüm getirilm esi gerekir. Bauman’m ısrarla vurguladığı gibi, kuşkusuz kültür kavramının Avrupa’da Descartes’la eşzamanlı ortaya çıkmış olması, rastlantısal değildir. Tarım dan topluma uyarlanan bu kavram, farkılıkları dile getirmeyi amaçlarken, evrensel aklın ölçütlerine uygun olmayan toplumların kültive edilmesini içermektedir. Yine aynı nedenle erken onyedinci yüzyılda cinsellikle ahlağın yanyana getirilmesi şaşırtıcı değildir; cinsel ahlak, toplumsal düzeni tehdit eden farklılıkları (yerlileri, yoksul kesimleri, kadınları, eşcinselleri ve delileri) kontrol altına almak ve akılcı bir biçimde yeniden düzenlemek amacıyla Avrupa sahnesinde boy gösterir. Descartes, kendini büyük bir açıklıkla dile getirir: “Eğer onları (tutkuları, Z.S. ) eğitmek ve yönlendirmekte yeterli hüner gösterirlerse, en zayıf ruha sahip olanlar bile kendi tutkuları üzerinde mutlak bir hakimiyet elde edebilirler”2

Böylelikle aklın meşruluğu, vahşi kültürlerin yadsınması üzerine kurulur. Tanrı ile yer değiştiren akılcı özne, kendi tarihinin geleneğini bile “önceki çağların cehaleti ve barbarlığı ” (Fontanelle) olarak kurgular. İster istetnez, dünya tarihinde açılan yeni sayfanın öncüsü olur Descartes: Bundan böyle akılcı öznenin nesnesi olan dünya, söz konusu aklın ölçütlerine göre değerlendirilecek, sınıflandırılacak, dönüştürülecektir. Bu ise, insanın kendi doğası olarak düşünülen şey dahil olmak üzere, doğa üzerinde kurulan egemenlik demektir. İnsanı merkez konumuna taşıyan şey akıl olduğuna göre, duygular ve tutkularla birlikte insanın kendi doğasını da aşarak, akıl yetisinin evrenselliğini kutsaması gerekir. Lacan’ın sözünü ettiği parçalanmışlık işte budur: Özne, bir yandan kendini m erkez olarak konumlandırırken öte yandan yine kendini kendinin nesnesi haline düşürmekte, kendi evrenselliğini kutsarken kendi aklını “az sayıda insana dağıtılmış bir ayrıcalık” (Bauman) haline dönüştürmektedir.

II

Erken Aydınlanmacılık’la birlikte ortaya çıkan kültür kavramı da bu bağlam dışında ele abnamaz. Çünkü kültive edilmesi gereken bir doğa olmaksızın kültür, tek başına bir şey ifade etmemektedir. Nitekim Bacon’un bile toplu eserleri için tasarladığı isim, ki­şinin kendini ve diğerlerini çabalayarak yetiştirmesiyle ilgilidir Doğa üzerinde insan egemenliğinde büyük yenilik. (Magna instauratio imperii humani in naturem) Bu bağlamda kültür gibi uygarlık ve eğitim kavramları önem kazanmakta; kendini merkez alan Avrupa insanı, dünyanın duygu ve tutku yüklü geri kalanını yetiştirmekle kendini sorumlu tutmaktadır. Yasa koyucu olarak (Bauman) kendi aklına duyduğu inanç o kadar güçlüdür ki Avrupalı’nın, Bacon bile sömürgeleştirilen ülkelerin meşruiyetinden bir an için olsun kuşku duymaz. Tersine, Bahçeler üstüne yazdığı gibi yazar Sömürgeler üstüne; sömürge kurarken nelere dikkat etmek gerektiğini uzun uzadıya anlattıktan sonra, sömürgeleştirilen ülke halklarını “kendi yaşayış koşullarından daha iyisini görsünler, dönünce de övsünler diye, sık sık sömürgeyi kuran ülkeye “3 gönderme önerisinde bulunur. Amaç, “insanın kendisini her yerde ve herkes için geçerli olan bir modele bağımlı kılmak”tır.4

Ancak Avrupa tarihinde bu her zaman böyle olmamış, onyedinci yüzyıla çeyrek kala Montaigne, evrenselliğin ölçütlerini sorgulamıştır: “Bizim alışkanlıklarımıza ters dü­şen her şeyi barbar olarak adlandırırız” diye yazar ünlü denemelerinde Montaigne; “Gerçekten de, yaşadığımız yerin yaygın düşünce ve geleneklerinden başka doğruluk ve gerçeklik ölçütü bilmeyiz gibi.”5 Nitekim Raimond Sebond’un Savunusu’nda geleneksel anlamda kuşkuculuktan yana bir tavır takınır Yargılarda bulunan insanın kendisi, yargıladığı dünya gibi sürekli değişmekte olduğundan, her ikisi hakkında da kesin bir şey söylemek olanaksızdır. Bu nedenle Yargıların Belirsizliği Üstüne’nm, Montaigne’nin deneme başlıklarından biri olması, kuşkusuz rastlantısal değildir. Descartes’ın peşinde koştuğu evrensel kesinlik Montaigne için olanaksız görünmekte; çünkü Montaigne, koşullardan bağımsız bir kesinlik düşüncesine sıcak bakamamakta, tersine insanları ve kültürleri kendi farklılıkları içinde ele alm aktadır “Başkalarının benim gibi olması gerektiği yanılgısına kapılmıyorum… binbir farklı yaşam biçimi olduğu düşüncesi, bana makul gözüküyor.”5 Bu nedenle mutlak kesinliğin öznede olduğunu hiçbir zaman düşünmez M ontaigne; özne, onu oluşturan koşullardan soyutlanarak ele alınabilecek bir merci değildir. Yine bu yüzden dü­şünce nesnesi olan konular hakkında vardığı yargılara kuşkuyla bakar: Söz konusu yargılar, öznenin tarihsel, kültürel, coğrafi, bedensel ve cinsel bağlamı dışında varolmazlar. Aklını duygularından ve tutkularından bağımsız ele almaz Montaigne, ele alamaz; çekinmeden kendi cinsel deneyimleri hakkında yazar bu nedenle, çünkü sağlığın ve yaşlı­lığın, yorgunluğun ve keyifsizliğin kendi düşünsel etkinliklerine gösterdiği etkinin farkındadır. Ruhun Tutkuları’nda duygularımızı yenmediğimiz sürece, onlar için sorumluluk ta­şıyamayacağımızı dile getirir Descartes; çünkü duygularımız, doğal nedenselliklerin sonucudurlar. 
Oysa duygularını kendinden bağımsız düşünmeyen ve onları aklına karşıt konumlandırmayan Montaigne, savaş açmaz duygularına; onu ilgilendiren, duyguların nedeni değildir, nasıl olduğudur; çünkü ısrarla vurguladığı gibi, insana ait hiçbir şey, ona yabana değildir.

Bu nedenle kendini hiçbir zaman yasa koyucu olarak tasarlamaz Montaigne; onun hümanist geleneği, kendi tarihsel koşullarının olum sallığından ortaya çıkan yargıları dünyaya dayatma isteğinden uzaktır; evrensel bir insan ve ahlak modeli, “ondan farklı olduğu için insanları seven” Montaigne için anlaşılır gibi değildir. Kuşkusuz Descartes gibi insanı merkez alır Montaigne; ancak onun merkez aldığı insan, Tanrı ile yer değiş­tirmek istemez. Bunun nedeni ise, kendi kişisel deneyimleri ile Tanrı’ya duyduğu inanç arasında çektiği çizgidir: Montaigne’nin kişisel deneyimleri üzerine yazdığı yazınsal ve felsefi düşüncelerin, onun Tanrı’ya duyduğu inançla hiçbir ilgisi yoktur. Oysa teolojik ilgisi büyüktür Descartes’ın; Tanrı yerine onun kesinliğine sahip bir merci koyma isteği, yalnızca onun teolojik ilgisinden kaynaklanır. Bu dünya ile Tanrı arasında bir bağlantı yoktur Montaigne’e göre, tanrısal bir kesinlik peşinde koşan felsefe, büyük bir yanılgı içindedir: “Kanımca tanrısal ve dünyasal, akılcı ve akıldışı, sertlik ve yumuşaklık, uygunluk ve uygunsuzluk arasında dehşet verici bir bağlantı olduğu vaazlarını vererek metafizik takıntılarına takılan felsefe, çocukça davranmakta.”7

Bu yüzden Montaigne durumların farklılıklarına eğilirken Descartes, onların ortak (ya da öyle düşündüğü) özelliğini bulup çıkarmakta, biri kendi adına konuşurken öteki dünyayı dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Nitekim Tanrı’ya duyduğu inanca karşın tanrı­sal bir kesinlik oluşturmak amacını gütmeyen Montaigne, kiliseden çekinmeden istediklerini yazarken, Descartes, yazdıklarının dinsel ortodoksiyle çelişmemesi konusunda her zaman tedbirlidir.

Yine aynı nedenle dünyayı kültive etmek gibi bir amacı yoktur Montaigne’nin; tersine, dünyanın çoğulluğu, dünyanın halidir ve insanı zenginleştiren bir şeydir. Ancak Montaigne 1592’de ölmüş, Descartes 1596’da doğmuş; birinden ötekine Avrupa’da dengeler değişmiştir.

Onaltıncı yüzyıl hümanizması, otuz yıl boyunca Avrupa’nın altını üstüne getirecek olan din savaşlarına hazırlıksız yakalanmıştır. Bu bağlamda Montaigne hümanizminin koşula göre değişen ahlak ve insan kavramı, yerini dinler ve kültürler üstü soyut bir alışkanlığa bırakma sorunuyla karşı karşıya kalmış ve Avrupa’nın içinde olduğu belirsizlik ortamında Descartes, aklı, kesin bir bilgi olarak konumlandırmaya çalışmıştır. Descartes’ ın aklı, Tanrı’ya rakip ve saltık bir kavramdır. A m an, artık yerel ve kültürel özellikleri aşma yeteneğine sahip genel ve kesin bir bilgiye ulaşmaktır. Önemli olan, artık Montaigne’nin savunduğu gibi dünyanın kültürel çoğulluğu değil, bu çoğulluğu aşarak genelleştirme özelliğine sahip soyutlamalardır. Bu yüzden zamana ilişkin güncel sorunlar (bedensel zaaflar, dinsel savaşlar, salgın hastalıklar) felsefenin uzamından ellerini eteklerini çekerler Descartes’ta. Önemli olan, zamana bağlı değişiklikler göstermeyen özselliktir; zam ansallığın rastlantısallığı, felsefenin dışında tutulur.N itekim tıp alanında yaptığı araştırm alarda bile D escartes’ın teker teker vakalarla değil, vakanın kendisiyle ilgilenmesi, değişen dengeler için ayırt edici bir göstergedir. Nitekim daha elli yıl önce Montaigne’nin insana özgü olduğu için tuhafsamadığı cinsel tutkular, duyular ve duygulanımlar doğanın nedenselliğine mal edilmiş ve insanın aklı yanıltan bu özelliklerinden arınması, çağın gerekirliklerinin ilki olarak tanımlanmıştır. Descartes’e göre amaç, insanlara evrensel aklını kullanmayı öğreterek onu doğal atalarının vahşetine götüren özelliklerinden kurtarmaktır. Uygarlık, kültive edilmiş kültürlerin ortak bilgisidir ve insanlar, evrensel bir uygarlık düşüncesine ulaşmak için eğitilmelidirler.
Bu yüzden Lacan’ın parçalanmış öznesinin ve Lyotard’ın Ausclımitz’mm başlıca sorumlusu olarak görülür Descartes: Ancak kanımca, ciddi bir hatadan, Descartes’ı tarihsel olumsallığı dışında ele almaktan kaçınmak gerekir. Çünkü sonuçta, Montaigne’den farklı olarak dinsel çatışmalar içinde kıvranan bir Avrupa içine doğmuştur Descartes.

Unutulmaması gerekir ki, Montaigne’nin çözmesi gereken bir sorun yoktur. Oysa Descartes’ın isteği, içinde yaşadığı dünyayı sancılarından kurtararak onu dinler ve kültürler üstü bir asgari müşterekte birleştirmektir. Ancak, bu asgari müştereğin kaçınılmaz olarak farklılıkların bastırılması demek olduğunu gözden kaçırır haliyle; çünkü keşfettiği öznenin ve aklın, sonraları Jaspers’in diyeceği gibi Papua-Yeni Gine’de ve Avrupa’da ortak olduğuna dair hiç mi hiç kuşkusu yoktur. Dolayısıyla Avrupa gibi Papua-Yeni Gine’nin de aynı ölçütlere göre değerlendirilmesi, aynı ölçütlere göre eğitilmesi gerekir. Dolayısıyla hümanizmin ve Montaigne’nin çoğulculuğunun, üç yüzyıl gibi bir süre için Descartes’ın eğitici tekilciliğiyle yer değiştirmesi, son kertede toplumbilim ve antropoloji ayrımına değin uzanmıştır. Çünkü Aydınlanmacılığın bir ürünü olan toplumbilim, insanların kurduğu toplumların işleyişini nesne edinirken yine aynı çağın türevlerinden olan antropoloji, Oxford English Dictionary’ye göre “bir hayvan olarak insanın araştırılmasını” amaç edinmiştir. Bu ise aslında, aklını kullanmayı bilen insanların kurduğu toplumlarla aklını kullanmayı bilmeyen yan-insanların kurduğu topluluklar arasındaki ayrımdır. 
Hayvan olarak insan, antropolojinin nesnesi olan ilkel insandır: Uygarlığın geli­şiminden nasibini alamayan, zamanın başlangıcında kalakalan yerlidir, maden işçisidir, doğal içgüdülerine göre hareket eden kadındır. Çünkü Descartes aklı, Lacan’ın sözünü ettiği parçalanmışlığıyla, kendini dünyanın geri kalanına karşı konumlandırmış, ne yazık ki son kertede dünyanın geri kalanını insandan bile saymamıştır. Ancak bu yazıda vurgulamayı amaçladığım üzere, Yeniçağ’ın iki yüzlü bir başlangı­cı vardır Descartes’ın kesinlik peşinde koşan evrensel akılcılığı ve M ontaigne’nin öte dünya ile bu dünyayı ayıran ve bu dünyanın çoğulluğuna adil davranmayı amaçlayan hümanizması. Biri dünyayı kendine göre düzenlemeyi amaçlarken öteki farklılıkların tanınmasına kapı aralıyor. Bu yüzden bizim bugünümüzü belirleyen modernizmden söz ederken yalnızca Descartes’ı ve onun akılcılığını değil, aynı zamanda Montaigne’i ve onun insancılığını ve çoğulculuğunu referans almak ve Aydınlanmanın Diyalektiği’ni gözden kaçırmamak gerektiğini düşünüyorum.

Cogito – Sayı 10 – Öyleyse Descartes – YKY – 1997

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir