“Yıkarak yapmaktan söz ediyorum, çünkü genelde ‘ilerici’, ‘öncü’, ‘avangart’ gibi sıfatlarla anılan pek çok kişi ve yönelim, eskileri gözden çıkaramayan, hatta onları çağdaş olanı gerekçelendirmek için hikmet deposu gibi kullanan argümanlar dile getirdiler. Sonuçta bunların tümü bir tür zombi üretimi. Bu kitap işte o zombileri, o yaşayan ölüleri teşhis etmeye ve tartışmaya yönelik bir çaba.
“Anarşi terimini kullanıyorum, çünkü mimarlık bilgi alanında egemen iktidar yapılarını –söylemleri, önyargıları, stereotipleri, inançları– sorunlaştırmak istiyorum. Onların çok zayıf düşünce konstrüksiyonları oluşturduğuna inanıyorum. İktidarlarını da paradoksal olarak o zafiyetlerine borçlular. Bunlara inanılır, ikna olunur ve söylemsel ve/veya tasarımsal pratiklerde bulunmaya fütursuzca devam edilir. İman edilmekten vazgeçilseydi tüm bir düşünsel konstrüksiyonun altı oyulacak, zeminsiz kalınacaktı.
“Çok daha önemli hedefim ise mimarlık söylemlerinde gizli totalitarizm. Mimarlık düşüncesinin çoğu metninde dünyanın mimarın kişisel becerisiyle cennet kılınabileceği gibi totalitaryen bir beklentiden söz edilir ve çoğu zaman bundan hiç rahatsızlık duyulmaz. Böyle bir inanç aslında, tasarlayan öznenin vehmedilmiş iktidarından çok, siyasal otoritenin denetimsiz gerçek iktidarına uzanan kanala su taşıyor. Diktatoryel iddiaların meşrulaştırılması imkânlarını ortaya koyuyor. Şöyle de diyebilirim: Mimarın tasarımsal iktidarı ile siyasal yöneticinin toplum mühendisliği yapma iktidarı arasındaki mesafe çok kısa. Her ikisi de toplumsallık üzerinde kurulması amaçlanan bir diktaya özlem duyuyor.” — Uğur Tanyeli
OKUMA PARÇASI
Önsöz Yerine, Neden Anarşist ve Yıkıcı?, s. 9-11
Başlığı “Yıkarak Yapmak: Anarşist Bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık” olan bir kitabın daha en baştan bazı açıklamalara ihtiyacı var. Örneğin şöyle sorulara yanıt vermek gerekecek: Yıkmakla yapmanın içsel bir bağlantısı mı var ki, başlıkta “yıkarak yapmak” gibi bir ifade kullanılıyor? “Anarşist bir mimarlık kuramı” ne demek? Ve nihayet, kitap neden bir mimarlık kuramı inşa etmek yerine, mimarlık kuramı için sadece bir “altlık” oluşturma iddiasında.
Yıkmakla yapmanın içsel bir bağlantısı kuşkusuz var. Ama yıkmakla yapmak yalın bir karşıtlık da tanımlamıyor. Olsa olsa her yeninin eskinin yıkılmasını zorunlu kıldığını söylemek yanlış olmaz. Bu ifade, yeninin eskinin boşalttığı alanda, bir epistemik vakumda inşa edildiği anlamına gelmiyor. Tam aksine, yeni daima eskinin varettiği bağlamlarda inşa edilir. O yüzden “mutlak yeni” diye bir kavram yok. Her yeninin eskilerle koşullandırılmış olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ne var ki yine de yeni kendisini vareden eskiyi giderek tasfiye eder. Copernicusçu evren kuramı tabii ki Batlamyus kuramıyla mücadele ederek kurulmuştur; onunla bir iddialaşmanın sonucudur, ama bugün bu mücadeleyi sadece bilim tarihçileri anımsıyor. O artık astronomik bir güncel araştırmanın zeminini tanımlar.
Kitabın yıkma-yapma dikotomisini ısrarla vurgulamasıysa, sadece mimarlıkla sınırlı kalmayan bir ölçüde, fakat mimarlıkta sıklıkla, eskiyi feda etmeksizin yeni imal etme beklentisinin sürekli gündemde tutuluşundan ötürü. Anglosakson dünyası dışında neredeyse unutulmuş bir erken 20. yüzyıl İngiliz mimarının, Edwin Lutyens’ın (1869-1944) dediği gibi, “tarihi öldürsek de cesedinden kurtulmayı başaramayız”. Gerçekten de yaşamadıklarını, çoktan öldürülmüş olduklarını bilmek bile eskilerden kurtulmayı kolay kolay mümkün kılmıyor. Üstelik Lutyens’ın bu çok sağduyulu gibi görünen cümlesi o kadar kolay onay görür ki, sonunda mimarlık alanı ısrarla öldüğü kabul edilmek istenmeyen zombilerden geçilmez olur. Genelde her muhafazakâr kültür tahayyülü Lutyens’ın önermesini temel alır. Türkiye’deyse buna “yaşadığımız” tarihsel kopukluğu ve nesiller arası yabancılaşmayı gidermek gibi en azından kısmen yerli ideolojik misyon önerileri de eklenir. Mimarlıkta önermenin inanılırlığı muhafazakâr damarla da sınırlı kalmaz. Dünya genelinde “ilerici”, “öncü”, “avangard” gibi sıfatlarla anılan pek çok kişi ve yönelim, eskileri gözden çıkarmayan, hatta onları çağdaş olanı gerekçelendirmek için hikmet deposu gibi kullanan argümanlar dile getirirler. Buna esinlenme, tarihsel sürece katılım, geleneğe eklemlenme veya gelenekten öğrenme gibi olumlayıcı başlıklar yakıştırılır. Adları ne konursa konsun, sonuçta hepsi de zombi üretiminden pek az farklıdır. Bu kitap işte o zombileri, o yaşayan ölüleri teşhis etmeye ve tartışmaya yönelik bir çaba olarak görülmeli.
Başlıktaki “anarşist bir mimarlık kuramı” ifadesinin anlamıysa, siyasal bir pozisyon olarak anarşizmle fazlaca ilişkili değil. Burada anarşi terimi mimarlık bilgi alanında egemen iktidar yapılarını –söylemleri, önyargıları, stereotipleri, inançları– sorunlaştırmak isteyişime göndermede bulunuyor. Onların çok zayıf düşünce konstrüksiyonları oluşturduğuna inanıyorum. İktidarlarını da paradoksal olarak o düşünsel zafiyetlerine borçlular. O kadar kolay çürütülebilir, minimal bir çabayla o kadar kolay süpürülebilirler ki, onlar üzerinde hiç düşünülmemesi neredeyse bir zorunluluk olup çıkar. Credo sud absurdum (İnanıyorum çünkü saçma) deyişi sanki mimarlık için söylenmiş gibi görünüyor. Onun söylemlerine, doğruluk tanımlarına, gündelik dilinin kalıplarına inanmayı sağlayan tek şey, üzerinde bir an düşünülse saçmalığının bir çırpıda fark edilebilecek olması. Belki de sadece o yüzden düşünmekten kaçınılır. İnanılır, ikna olunur ve söylemsel ve / veya tasarımsal pratiklerde bulunmaya fütursuzca devam edilir. İman edilmekten vazgeçilseydi tüm bir düşünsel konstrüksiyonun altı oyulacak, zeminsiz kalınacaktı. Çoğunluk bundan ölümüne korkar. Birinci eleştirel hedefimi bu saçmalığın ortaya konması olarak tanımlayabilirim.
İkinci ve çok daha önemli hedefim ise mimarlık söylemlerinde gizli totalitarizm. Onun açığa çıkarılması ve yıkılmasının gerekliliğine inanıyorum. Örneğin, mimarlık düşüncesinin çoğu metninde dünyanın kişisel bir beceriyle cennet kılınabileceği gibi totalitaryen bir beklentiden söz edilir ve çoğu zaman bundan hiç rahatsızlık da duyulmaz. Pek çok metin bunu becerebileceğini iddia eden bir özne tarafından kaleme alınmıştır. Tam şu sözlerle açık açık ifade edilmese de, toplumdan ona sadece susup katlanması talep edilir. Mimara fırsat verilirse, o tüm sorunlarımızı rasyonel mesleki kavrayışı ve plancılık yetenekleriyle çözüverecektir. Sanki toplum mimarın hem meslek enstrümanlarından biri, hem de eylemlerinin nesnesidir. Bu beş yüzyıllık –ve olsa olsa son birkaç onyılda yavaş yavaş aşınan– çelişkili ideolojik pozisyonun mimarlığı da aşan olumsuz uzanımları olduğunu söyleyebilirim. Böyle bir inanç aslında, tasarlayan öznenin çoğunlukla vehmedilmiş iktidarından fazla, siyasal otoritenin denetimsiz gerçek iktidarına uzanan kanala su taşıyor. Diktatoryel iddiaların meşrulaştırılması imkânlarını ortaya koyuyor. Şöyle de diyebilirim: Mimarın tasarımsal iktidarı ile siyasal yöneticinin toplum mühendisliği yapma iktidarı arasındaki mesafe çok kısa. Her ikisi de toplumsallık üzerinde kurulması amaçlanan bir diktaya işaret ediyor.
Bu kitabın neden bir mimarlık kuramı ortaya koymayıp sadece kuramsal bir “altlık” oluşturduğunun açıklaması tevazu değil. Mimarlık alanında olup biten her şeyi açıklayan ve yönlendiren kapsamlı, hatta sistemli kuramsal ürünler yerine, mikro-kuram denebilecek metinler yazmak gerektiği kanısındayım. Yıkılması zor olması için uğraşılmış düşünce ürünleri değil, kolay harcanabilir, do- layısıyla, yenilere varoluş imkânı tanıyan küçük ölçekli düşünce ürünleri yazmak daha verimli olacaktır. Bu kitapta onu yapmaya çalışıyorum. Her bölümü karşıt ya da açımlayıcı ya da revize edici yeni metinlere altlık oluşturursa, ancak o zaman işe yaradığı söylenebilir.
Gökhan Kodalak, “Yeraltı Mimarlık Kuramı, Yıkarak Yapmak ve Uğur Tanyeli”, manifold.press, 2 Mayıs 2017
Uğur Tanyeli yeni çıkan Yıkarak Yapmak: Anarşist Bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık adlı kitabında, daha önce yapmadığı bir şeyi yapıyor; bunca yıllık külliyatında ilk kez mimarlık kuramını başlığa taşıyor. Oysaki kitap, geleneksel ayrımlarla konuşmak istersek, bir mimarlık tarihi, hatta bir mimarlık eleştirisi kitabı olarak adlandırılmalı. Belli ki Tanyeli bu geleneksel ayrımlarla konuşmak istemiyor. Mimarlığı pratik, kuram, tarih, eleştiri diye fanuslara kapatmak yerine, mimarlığın tüm düşünme ve eyleme kapasitelerini çaprazlamasına kesen yeni bir mimari yaklaşım içinden konuşmak istiyor. Kitabın başlığında bahsi geçen mimarlık kuramı, bu anlamda, mimarlık düşüncesine dair bir alt disiplinin sınırlarını belirlemeyi değil, mimarlığı sınırötesi düşünsel güzergâhlarda yolculuğa çıkarmayı vadediyor.
I.
Peki ama nasıl çaprazlanıyor mimarlık, nasıl kuruluyor bu sınırötesi ilişkiler? Tanyeli, öncelikle, mimarlığın zamanla ilişkisini çaprazlamakla işe koyuluyor. Ele aldığı her konuyu, bir yandan tarihyazımsal bir hassasiyetle, kendi tarihsel bağlamındaki ilişki örüntüleri içerisinden okuyor; fakat diğer yandan, bu konuları bağlamötesi sıçrayışlarla, asırlar arasında çizdiği zikzaklarla birbirine dokuyor. [1] Bu rastlantısal bir metodolojik tercih değil Tanyeli için, çünkü mimarlığın kendisi zaten zamanötesi etkileşimlerden oluşuyor: “Tüm çağların mimarlıkları kent ölçeğinde ve her bir yapı özelinde karmakarışık bir zamanötesi bütün oluştururlar.” [2] Tanyeli’ye göre, bu çoğul tarihsellik dolayısıyla, Verona kentinde, “19. yüzyıldan eski gibi görünmeyen bir konutun kimi alt kat pencerelerinin 13-14. yüzyıl Gotik izlerini taşıması, üst katta 16. yüzyıl sonu Rönesans söve ayrıntılarına rastlanması kimseyi şaşırtmaz.” (s. 215) Tanyeli de bu sayede birbirlerini ayıran yüzyıllara rağmen, Vitruvius, Durand ve Koolhaas’tan —kendi tikel koşullarını dikkate almak, fakat aynı anda zamanötesi düşünsel kesişimlerini açığa çıkarmak şartıyla— bir arada bahsedebiliyor. Zamanı tekyönlü okumak yerine, çokyönlü okumak konusunda ısrar eden bir yaklaşım bu. Yapılı çevrenin ve hayatın karmaşıklığını tek bir bağlama indirgemek yerine, bu karmaşıklıkla yüzleşen, bu karmaşıklığı kendi imbiğinden geçirip kuramsal örüntüsü içine damıtan bir yaklaşım.
Tanyeli, bununla birlikte, mimarlığın yerle olan ilişkisini de çaprazlamaya girişiyor. Her ele aldığı konuyu, kendisinin yerötesi diye adlandırdığı bir ilişkilenme biçimiyle, bir yandan kendi özel konumundan okuyor, öte yandansa yerötesi zıplayışlarla, konumlar arasında mekik dokuyarak diğer konularla birbirine harmanlıyor. Çünkü salt yere aidiyet üzerine kurulan düşünce güzergâhları ve mimarlık pratikleri, yerel duyarlılık kisvesi altında, mimarlığı ve bizi, çoğul konumlarımızdan koparıp, tek bir yere hapsetmekle sonuçlanıyor; “yerden konuşmak, bu çoğulluğun bilinciyle düşünme ve çalışma imkânını daha baştan devredışı bırakmak” anlamına geliyor. (s. 276-7) Oysaki her yerel mimari pratik ve düşünce, yerötesi etkileşimlerle iç içe örgütleniyor. Bu suretle Tanyeli, Doğu-Batı yarılmasına dair tuzaklardan uzak durmayı başarıyor. Bu sayede, Pugin’in Katolik geçmişe yönelik yapılı çevre ideali ile, Turgut Cansever’in Sünni İslam ve Osmanlı altın çağına yönelik mimarlık nostaljisinin, yerel arzuları peşine takan fakat aynı zamanda yerötesi bir kayıp cennet yanılsaması üzerinde kesiştiğini gösterebiliyor.
Tanyeli bununla da kalmıyor, mimarlığın disipliner ilişkilerini de çaprazlamaya soyunuyor. Bir yandan ele aldığı her konuyu mimarlık ekseninde okumaya özen gösteriyor, öte yandansa yapılı çevreyi Foucault’nun iktidar eleştirileriyle, Nietzsche’nin felsefi argümanlarıyla, Simmel’in toplumbilimsel öngörüleriyle, Dostoyevski’nin edebi tespitleriyle, Nedim’in divan şiirindeki gözlemleriyle bir arada değerlendiriyor. Bu nereden kaynaklanıyor derseniz, mimarlığı içine kapalı bir mimarlık bilgisi ve pratiğinin değil, zaten disiplinaşırı etkileşimlerin var ettiği görüşünden kaynaklanıyor. Böylelikle Tanyeli, Sarkis’in yakın zamanda İstanbul’da sergilediği bir sanat çalışmasında, John Cage’in Kyoto kentindeki bir mimari mekândan esinlenerek yazdığı flüt solosundan yola çıkarak yaptığı suluboya resimlerinin, ney ustası Kudsi Erguner ile Japon flütü ustası Lagrost’un sergi mekânı içinde yaptıkları doğaçlamayla bir araya gelişini, tüm bunlarınsa Esen Karol’un tasarladığı sergi kitabı ve CD’siyle yayına hazırlanışını, mimarlığın da içinde bulunduğu bir disiplinaşırı ağ olarak tariflemeyi başarıyor: “Şimdi burada mimarlığı, resimden ve müzikten ve grafik tasarımdan ve hepsini de sergi mekânından özerkleştiren bir teşhis çabası ne kadar anlamlıdır? Ayrıca da bunların her birini kökende ait oldukları yerlere özgünmüş gibi düşünmenin imkânı var mıdır?” (s. 60)
Tüm bu çaprazlamalara ek olarak, Tanyeli seçtiği içerik ve bu içeriği bir araya getirme biçimi açısından, kitabın kendisini de çaprazlayarak yazmaya çalışıyor. Bir yandan kitaptaki her altbölüm, kendi spesifik problem alanıyla didişiyor, kendi hayatiyetine sahip ve diğer altbölümlerden neredeyse bağımsız okunma potansiyeli taşıyor; öte yandansa, hangi sırada okunurlarsa okunsunlar, bu altbölümler birbirlerine eklendikçe zenginleşen nevzuhur bir örüntü tanımlıyorlar. Bu sayede bir altbölümde mimarlığın özü tartışılırken, diğerinde konut problemi ele alınabiliyor; birinde mimarlıkta yaratıcılık tartışılırken, ötekisinde oryantalizmin çıkmazları irdelenebiliyor. Bu suretle Tanyeli, Selimiye Kışlası’nda ele geçirilen ölü ve diri fareleri plan ve kesit çizimleri üzerine işlenmiş sayısal hesaplarla ifade eden yüzyıl dönümüne ait “Fare Cedveli” adlı tuhaf bir belgeyi inceledikten hemen sonra, Peter Eisenman’ın mevcut mimarlık firmasını borsaya açarak kendi şöhretine bulunduğu kurnaz katkıyı tartışmaya geçebiliyor. Açık bir mimari örüntü olarak çalışıyor kitap. Her kavramsal yönelim bir diğerine zorunlu olmayan çapraz bağlarla bağlanıyor. Her sınır tanımlayıcı eşik, aynı zamanda kendi sınıraşımını örgütlüyor. Kökü yok bu kitabın. Birbirini her yönden kesen, beklenmedik etkileşimler vadeden, sayısız kuramsal güzergâhı var. [3]
II.
Tanyeli kitap boyunca en çok eleştirel dünyevileştirme diye adlandırılabilecek bir kuramsal güzergâha başvuruyor. Bu güzergâh, yapılı çevreye dair kutsallaştırılmış ön kabullerin dünyeviliğini ifşa etmeye ve mimarlık ortamında kolayca ikna olunan doğruluğu kendinden menkul efsanelerin geçersizliğini ortaya sermeye yarıyor. Kitaba adını veren yıkarak yapma eylemi de, anarşist bir mimarlık kuramı altlığı inşa etme vaadi de, bu kuramsal güzergâha ait eğilimleri ifade ediyor. Mimarlık ortamı için alışılmışın dışında bir felsefi arka planı var bu güzergâhın. Tanyeli’nin kitaba kendi içine kapalı (totaliter) sistemleri eleştiren bir Nietzsche alıntısıyla başlaması tesadüf değil. Çünkü Tanyeli bu kavramsal güzergâhını, Kant ve Hegel merkezli daha sık başvurulan eleştirel teori kulvarları yerine, Nietzscheci bir damardan beslemeyi tercih ediyor. Nietzsche’nin “yaratıcı olmanın yolu her daim yıkmaktan geçer” diye özetlediği bir yönelimle ilişkileniyor. [4] Mimarlık düşüncesinde kuramsal bir açılım yapabilmenin, ebedi süsü verilmiş mimarlık efsanelerini yıkma eylemiyle birlikte yürütülmediği takdirde mümkün olamayacağını öne sürüyor. Burada yıkımı ve yapımı birlikte yürütmek kritik bir nüans. Yıkma yapmanın öncülü veya ardılı değil; “yıkmakla yapmak yalın bir karşıtlık da tanımlamıyor;” yıkarak yeni kuramsal inşaatların önü açılıyor, yaparak fosilleşmiş kuramsal efsanelerin altı oyuluyor. (s. 9-10) Yıkmak ve yapmak, Tanyeli’nin kuramsal inşaatında, aynı eylemin iki farklı veçhesini oluşturuyor.
Peki Tanyeli neden bu eleştirel dünyevileştirme güzergâhının, bu efsane avcılığı rolünün üzerine bu denli eğiliyor? Sonuçta bu efsanelerin birçoğu geleneksel dünyanın veya modernist mimarlığın hâkim ideolojileri çözülmeye başladığından beri yok olmaya yüz tutmadılar mı? Tutmadılar, Tanyeli’ye göre. Bu efsanelerin güncelliğini hâlâ koruduklarına dair geliştirdiği argüman, belki de Tanyeli’nin bu kuramsal inşaat içindeki en önemli hamlesini tanımlıyor. Titizlikle, bu efsanelerin tarih boyunca evrimleşerek, farklı yeğinliklerde ve kavramsal örüntülerde kendilerine yer bulmayı sürdürdüklerinin, mimarlık ortamına musallat olmaktan vazgeçmediklerinin, bugün için dahi kolayca kabul gören yanılsamalar üretmeye devam ettiklerinin altını çiziyor:
“Mimarlıkta, akademiden gündelik yapı üretim pratiğine ve mimar olmayanların mimarlığı kavrayış alışkanlıklarına kadar pek çok alanda yukarıda eleştirilen düşünceler yaşıyor. Bazen tüm kapsam ve canlılıklarıyla yaşıyorlar, bazense silinmez izleri var. O halde, mimarlığı yeniden kavramlaştırmak ve yukarıda sıralanan tüm bu parodileri tasfiye ederek yeni kuramsal rotalar çizmek gerekiyor.” (s. 137)
Çünkü mimarlığın özünü ve temel bileşenlerini tariflemeye dair sabitlik arayışlarına, aşkınlık düşlerine, biçim ideallerine, yerellik saplantılarına, kutsallık yanılsamalarına, tahakküm hayallerine dair sayısız efsane her ölü sanılıp gömüldüğünde, yaşayan ölüler gibi mezarlarından fırlayıp, mimarlık ortamında yeniden dolaşıma sokuluyorlar. “Bu kitap işte o zombileri, o yaşayan ölüleri teşhis etmeye ve tartışmaya yönelik bir çaba olarak görülmeli.” (s. 9-10)
III.
Tanyeli yıkarak yapmak üzerinden tanımladığı bu kavramsal güzergâhı, olağan değişim diye adlandırılabilecek bir başka güzergâhla çakıştırarak var ediyor. “Değişim, yıkarak yapmaktır.” (s. 216) Yıkmanın ve yapmanın neden bir yarılma olarak değil, karşıtlık olarak değil, sebep-sonuç ilişkisi olarak değil, tek bir olgunun iki farklı veçhesi olarak algılanması gerektiğini böylelikle daha iyi anlamaya başlıyoruz; çünkü yıkmayı ve yapmayı çaprazlayan olgu değişim; değişim, işleyişi gereği, bir yandan yeniyi oluştururken, diğer yandan eskiyi yıkmaya yarıyor. Tanyeli bunu apaçık ifade etmekten kaçınsa da, onto-epistemolojik bir inşaat bu, yani hayatın ve düşüncenin işleyişine dair felsefi bir kurulum üzerine oturuyor. Tanyeli, yapılı çevreye ve hayata her defasında, değişimin olağan olduğu bir perspektifin içinden bakıyor. Ne demek değişimin olağanlığı? Değişimin hayatın ve düşüncenin işleyişinde tali değil, başat olması demek. Toplumsal bir özne, kentsel bir çevre, mimari bir yapı, kuramsal bir düşünce, temelde kendi özünü sabitleyen bir kimlikle tanımlı bir varoluşa sahip olduktan sonra, ancak ikincil olarak dönüşmek zorunda kalır, ancak ona dışarıdan gelen etkiler sebebiyle değişmeye razı olmak durumunda kalır, dolayısıyla değişmek aslında onun özünü bozguna uğratan, yozlaştırıcı bir eylemdir diye özetlenebilecek, en erken ve etkili altyapısını Plato ve Aristo’nun felsefesinde edinmiş, neredeyse tüm muhafazakâr anlatıların temelini oluşturan ve bugün dahi etkisini birçok alanda gösteren yaygın bir düşünsel eğilimin reddi demek. Bunun yerine Tanyeli, Heraklit-Spinoza-Nietzsche güzergâhında en ilginç açılımlarını yapmış bir yeraltı kuramsal örüntüsüyle ilişkiye girerek, değişimin başat olduğunu; hayatı değişimin var ettiğini; değişimin hayatın ve düşüncenin kendisini eyleme ve ifade etme kanalı olduğunu; sabitlik kurgularının ancak değişimin debisinin yavaşlaması sonucu geçici olarak ortaya çıktıklarını ileri sürüyor. Değişimin güzellemesi değil bu, dikkat ederseniz. Değişime ahlaki ya da estetik bir değer yüklemiyor. Değişimin olağan olduğunu iddia ediyor, yani değişime varoluşsal bir rol atfediliyor. “Sormak gereken soru şu olmalı: Neden kültürel ilişkiler sadece fikirlerin, söylemlerin, nesnelerin, artifaktların, pratiklerin, imgelerin ve tabii ki insanların olağan ve bitimsiz devingenliğinden ibaret diye düşünülemiyor?” (s. 235)
Değişimin olağanlığı perspektifinden bakıldığında, toplumsal bir özneyi, kentsel bir çevreyi, mimari bir yapıyı, kuramsal bir düşünceyi, sabit özler, asli kimlikler, temel yapıtaşları değil, devingen etkileşim ağları oluşturuyor. Çizgileri noktaların önüne koyan bir anlayış bu. Önce kendi içinde tanımlı iki noktanın belirdiği, ancak daha sonra bu iki nokta arasında onları ilişkilendirecek bir çizginin çekildiği bir kurgu değil. Önce çizgiler geliyor, değişimin sürekliliğinde sonsuza meyleden çizgiler, kavisli çizgiler, düz çizgiler, kesikli çizgiler, sürekli çizgiler; sonra, bu çizgilerin birbirlerini çaprazlaması sonucu, noktalar oluşuyor; çizgilerin sürekli devinimi ile birlikte noktalar değişiyor, noktalar yıkılıyor, noktalar yapılıyor. Çizgiler mastarsız eylemler, kurucu etkileşim ağları; noktalar bu eylemlerin çekime uğraması sonucu ortaya çıkan varoluş kipleri, etkileşimlerin ürettiği bedenler, düşünceler. Devingen ilişkilerin objelerden, nesnelerden önce geldiği bir gerçeklik kavrayışı bu. Değişimi harici görmüyor, varoluşumuza içkin addediyor; her eylem eylemle ilişkiye giren her şeyi değiştirmek kaydıyla vuku buluyor; ya da, daha radikal bir tanımla, tüm vuku bulan olaylar, nesneler ve özneler, yani hepimiz, hayatın değişim fazlarını oluşturuyoruz; her birimiz hayatın değişkenliğinin benzersiz ifadeleriyiz. Mimarlığı alışıldık kavrayışların ötesinde bir perspektiften ele almak demek bu. Yapılı çevreyi sabit kütlelerin toplamı olarak algılamaktan bizi alıkoyuyor, aksine yapılı çevrenin farklı ritimlere sahip dinamik etkileşimlerden ve değişim örüntülerinden ibaret olduğunu açığa vuruyor. Mimarlığı donuk kaplar olarak tariflemekten vazgeçebilmek için; kentsel çevreyi sabit biçimlere indirgemekten kurtulmak için; yapılı çevrenin kendi devingen hayatiyetinin farkına varabilmek için; mimarlığı tasarlarken, kavramlaştırırken, tarihselleştirirken, eleştirirken, onu edilgen bir nesne, pasif bir arka plan olarak değil, etken bir özne olarak kavrayabilmek ve kendi etken kuvvetlerini, kendi devingen potansiyellerini değerlendirebilmek için, bu kavramsal perspektif yeni bir açılımda bulunuyor. Tanyeli’nin tabiriyle bu kuramsal güzergâh, “değişimin bitimsizliğinin ve olağanlığının bilincine varmayı sağlayacak bir epistemik rejimin kurulması demektir. Mimarlık belki de ancak bunlar yapıldığında gerçekten taze bir biçimde düşünülmeye başlayabilir.” (s. 213)
IV.
Tanyeli’nin geliştirdiği tüm bu kuramsal örüntü, son olarak, dağıtık aktörlük diye adlandırılabilecek bir etkileşim biçimi ile şekilleniyor. Dağıtık aktörlük, vuku bulan bir olayı, ortaya çıkan bir mimarlık imalatını, değişime uğrayan bir kentsel çevreyi, tek bir baskın sebebin kadir-i mutlak iradesi üzerinden açıklamak yerine, dağıtık eyleme güçleri ve çoğul aktörlerin önceden belirlenemez etkileşimlerinin olayın vuku bulduğu süreçteki karşılaşmaları üzerinden tanımlayan bir kavram. Tanyeli bu kavram sayesinde, mimarlığın ve kentsel çevrenin olağan değişkenliğini tek bir iradenin sonucu olarak görmeye meyilli anlatılara mesafeli yaklaşıyor. Tanyeli’ye göre hayatı daha vuku bulmadan belirlediği varsayılan mutlak irade tahayyülleri —bu mutlak irade her daim kültürel üstyapıyı belirlediği varsayılan ekonomik altyapı olsun; kentsel aktörlerin eylem alanlarını biçimlendirdiği varsayılan toplumsal strüktürler olsun; yapılı çevrenin değişim güzergâhlarını tepeden kontrol ettiği varsayılan ulus-devlet aparatları olsun; mimari üretim sürecini tek elden belirlediği zannedilen dâhi özne ve kahraman mimar anlatıları olsun— mimari gerçekliğin dağıtık güç sahalarını ve çoğul etkileşim ağlarını görmezden gelen problemli tahayyüller. Çünkü mimarlığın varlığını ve yapılı çevrenin değişimini strüktürel dayatmalar ve bireysel kahramanlıklar değil, sonsuz sayıda beşeri ve insandışı aktörün arasında kurulan dinamik, ucu açık ve değişken ilişki ağlarının ortaya çıkardığı nevzuhur olaylar belirliyor. “Mekânın boyutları ve karmaşıklığı ile toplumun içsel çoğulluğu tırmandıkça, katılımcı aktör sayısı da tırmanır durur.” (s. 14-5) Bu mimarlığın ve kentsel çevrenin aktörlük kurgusuna, etken ve edilgen olanlar, aktif ve pasif olanlar, belirleyici ve belirlenen olanlar gibi ikiliklerle yaklaşmamak anlamına geliyor. Tanyeli bu sayede devlet aparatlarını da, kapitalist mekanizmaları da, mimarları da, mühendisleri de, müteahhitleri de, gündelik kullanıcıları da, toplumsal davranış örüntülerini de, çevresel faktörleri de, mimari yapıların kendi etkenliğini de, yapılı çevrenin dağıtık aktörlük ağının farklı yeğinlikteki fakat eşdeğer kayda değerlikteki özneleri olarak tariflemenin yolunu açıyor. “Her özgül durum için, her farklı fiziksel ve beşeri coğrafyada, her özgül aktörler birleşimi için, her zaman ve öznelerin her farklı konumunda mimarlık yeniden tarif edilir.” (s. 277) Her mimari olay, kendi dağıtık varoluşuyla, mimarlığı yeniden tarifleme imkânı yakalıyor.
Tüm bu kavramsal güzergâhlar bir araya geldiklerinde ortaya ne çıkıyor derseniz, mimarlık düşüncesinin müesses nizamıyla gerilimli ilişkiler kuran bir yeraltı mimarlık kuramı çıkıyor. Mimarlık ortamında pek sık karşılaşmaya alışık olmadığımız, belki de yeraltı edebiyatıyla, yeraltı müziğiyle, yeraltı sinemasıyla birlikte anılması gereken bir üretim alanı burası. Bu üretim alanıyla Tanyeli, mimarların ve tarihçilerin elinde araçsallaşmaktan bir türlü kurtulamayan mimarlık kuramının kendine has hayatiyetini gün yüzüne çıkarıyor. Mimarlık düşüncesinin, yıkıcı ve yapıcı potansiyellerini gözler önüne sererek, hayatiyetini olumluyor, hakkını teslim ediyor.
Notlar
[1] Tanyeli’nin arkasına aldığı filozofların başında gelen Nietzsche’nin zamanla bu türden kurulan ilişkileri tanımlamak için ürettiği bir kavram var, unzeitgemäß adında. Türkçe’ye çevrimi zor. Genelde “çağa aykırı” veya “vakitsiz” diye çevriliyor. “Zamanlı zamansız” diye çevrilmesi belki de daha uygun. Nietzsche’nin tabiriyle: “zamanlı zamansız—yani, zamana karşı eylemde bulunmak, dolayısıyla zamana dair eylemde bulunmak, ve umalım ki, gelecek bir zamanın lehine eylemde bulunmak.” Friedrich Nietzsche, Untimely Meditations (Cambridge: Cambridge University Press, 2007), 60.
[2] Uğur Tanyeli, Yıkarak Yapmak: Anarşist Bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık (İstanbul: Metis Yayınları, 2017), 215. Buradan başlayarak, parantez içindeki tüm sayfa numaraları bu baskıya ait.
[3] Gilles Deleuze, bu türden açık örüntüleri, ki bu örüntülere kitap yazma biçimleri, mimarlık yapma biçimleri de dahil, köksap [rhizome] adlı bir kavramla açıklıyor. Kavramın botanik bir altyapısı var. Ağaçların köklerinden gövdelerine, gövdelerinden de dallarına doğru ilerleyen tek yönlü ve düşey gelişme hiyerarşilerinin aksine, köksapların her dalı, bazı sarmaşıklarda olduğu üzere, kök işlevi görüyor. Dolayısıyla, köksaplar kök kavramıyla artık ifade edilemeyecek şekilde, çoğul gelişim güzergâhları örgütleyen yatay bir varlık örüntüsünü tanımlıyorlar. Tanyeli’nin kitabını bu anlamda bir köksap örüntüsü olarak değerlendirmek mümkün gözükse de, Tanyeli’nin metinlerinde ve söylemlerinde Deleuze felsefesiyle doğrudan ilişki kurduğuna pek şahitlik etmediğimden dolayı, bu düşünsel kesişim alanını dipnota sıkıştırmayı daha uygun görüyorum. Gilles Deleuze and Felix Guattari, A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1987), 3-26. Metne dön.
[4] Friedrich Nietzsche, Thus Spoke Zarathustra (Cambridge: Cambridge University Press, 2006), 43.
Ömer Erdem, “Mimarlar anonimleşemiyorsa…”, Hürriyet Kitap Sanat, 4 Mayıs 2017
Bir Uğur Tanyeli kitabıyla karşılaşmanın her zaman heyecan verici tarafları var. Önünüzde hep yepyeni düşünme yolları açılır, mimarlık bir uzmanlık alanı olmaktan çıkar, kültür tarihi, edebiyat ve felsefe gibi pek çok konuyla birleşen özgün yorumlara kavuşur. Yeni kitabı Yıkarak Yapmak da mimarlık ekseninde ilerlese de aslında çağdaş düşünce tarihi eleştirisi. Ve ‘yıkarak yapmak’ nitelemesini ‘eleştirerek ilerlemek’ diye anlamak da pek ala mümkün. Bütün çalışmalarının ana karakteri eleştirellik aslında Tanyeli’nin. Mesleğini, meşrebini, yöntemini, egosunu parlatıp yüceltmeden ilerleyen ve toplumsallaşan, bilgi, belge ve yorumla genişleyen soğukkanlı bir eleştirellik bu. Verili olanı sorgulayıp karşı çıkmak ana şiarı.
Madem ki “Mimarın dünyayı mimari araçlarla değiştirmeye muktedir olduğu fikri, toplum geneline yaygın bazen gizli, bazen açık bir totalitarizm beklentisinden başka bir şeye işaret edemez” ve bu düşünce mimar denilen kişiliğin modern zamanlarda uğradığı onca mutasyona rağmen bir şekilde güncelliğini sürdürür o zaman ilkin mimarı sorgulamak gereklidir. Mimarlık söylemlerinde ‘gizli bir totalitarizm’ olduğu fikrindedir Tanyeli. “Mimarın tasarımsal iktidarı ile siyasal yöneticinin toplum mühendisliği yapma iktidarı arasındaki mesafe çok kısa” olduğu için de totalitarizm tehlikesi büyür. Tanyeli, bir adım ileri çıkar ve bir düşünür kimliğiyle ‘çok zayıf düşünce konstrüksiyonları oluşturduğuna’ inandığı mimarlık söylemine baş kaldırır. Mimarı ve mimarlık düşüncesini tarihin içinden yorumlayarak bu güne taşır.
Amacı bir kuram kitabı yazmak değildir. Olup biteni mimari bilgelikle idrak etmenin önünü açmak. Hele modern dünyada ‘mimarın adı her şey gibi bir metaya dönüşmüş’, ‘mesleki sınır erimiş’ ise daha dikkatli olmak, yüceltişin iğvasına kapılamamak gerekir. Özellikle son yüzyılda oluşan algılara ve yorumlara karşı daha dikkatli olunmalıdır. ‘Son yüzyıllık dönemde üretilmiş mimarlık düşüncesiyle yıkıcı yüzleşmeler yapmak’ şarttır. Hele ‘hiçbir çağda olmadığı kadar kentleşmiş bir dünyada yaşanıyor’ olma gerçeği göz önünde tutulduğunda mimarın kritik kişiliği daha bir önem kazanmaktadır. ‘Dünya kentleştikçe mimarlığa ve mimarlara ihtiyaç artmaktadır’.
‘Dünya ekonomisinin artık metropoliten bir ekonomiye’ dönüştüğü bir çağda, mimarlığın da yapılamayacağı görüşündedir Uğur Tanyeli. Geçmişe nazaran daha karmaşık rollere bürünmek zorundadır mimar. Türkiye’de yaklaşık 45 bin mimar ve her yıl buna eklenen binler düşünüldüğünde ve dünyada on binlerce yeni mimarın mesleğe katıldığı göz önünde tutulduğunda mimarlık öğretimi de eski ‘seçkinci, yetenek merkezli, elitist’ söylemini ironik şekilde sürdürmektedir. Daha da ilginç olan bugün mimarlığın ‘yaratıcılık kavramıyla içsel bağlantısı kalmadığı halde’ o söylemin dilden düşmemesidir. İşte bu eleştirilmelidir.
Mimarlar vasıtasıyla bir kölelik zinciri kurulurcasına yeryüzü yapılarla şişip ve onlardan olsa olsa birisi önemli oluyor, milyonlarca mimar yetişmesine rağmen onlardan binde biri anonimliğin ötesine geçemiyorsa, mimarlık, asıl böyle bir ‘mucizeyi’ gerçekleştirmektedir dünyada. Özgürlük, yıkmakla gelecekse, Tanyeli’nin ustalığına güvenebiliriz çoktan.
Kitabın Künyesi
Uğur Tanyeli
Yıkarak Yapmak
Anarşist Bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık
Yayına Hazırlayan: Semih Sökmen
Metis Yayınları
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Nisan 2017
İÇİNDEKİLER
Önsöz Yerine:
Neden Anarşist ve Yıkıcı?
I Giriş Yerine:
Mimarlık Düşüncesinin Altmetni Olarak Totalitarizm
II Yeni Bir İcat Olarak Mimarlık
III Mesleği Yeniden Tarif Etmek:
Metropolleşen Dünyada Mimarın Rolleri
Kurucu Efsaneler
IV Mimarlığın Özü, Esasları, Ana Bileşenleri
V Modernlik ve Modernist Düşünce
VI İşlev-Biçim Paradigması
VII Mimarlığın Maddeselliği
VIII Yenilik, İcat, Yaratıcılık ve Diğer Mimarlık Mucizeleri
Mimarlık Kelepçeleri
IX Taklit
X Unutulamayan Oryantalizm
XI Gölge Boksu Olarak Oksidentalizm
XII Yer
XIII Kutsallık İllüzyonları
İmkânlar
XIV Kamusallık ve Kaos
XV Biçimi Değil Süreci Tasarlamak
XVI Konuttan Konuşmak
XVII Çelişme ve Yerinden Olmuşluk
Sonuç Yerine
Özgürlük ve Mimarlık ve Yıkarak Yapmak
Görseller
Uğur Tanyeli
Uğur Tanyeli 1952’de Ankara’da doğdu. 1976’da bugünkü adıyla, MSGSÜ Mimarlık Fakültesi’nden mezun olarak, aynı yılın sonunda adı geçen kurumda asistanlık görevine başladı. 1982-91 arasında İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde çalıştı. 1990-91’de Michigan Üniversitesi Orta Doğu ve Kuzey Afrika Araştırmaları Merkezi’nde konuk öğretim üyesi olarak bulundu. 1991-98 yıllarında Anadolu Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü’nde görev yaptı. Haziran 1998’de Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ne profesör olarak atandı. Ağustos 2011’de Mardin Artuklu Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi’ne transfer oldu ve Şubat 2015’e kadar aynı kurumun kurucu dekanlığını yürüttü. Söz konusu tarihten bu yana İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde çalışmaktadır. 1990’dan beri Arredamento Mimarlık dergisinin yayın koordinatörlüğünü yürütmektedir. Çalışmaları, Türkiye modernliğinin fiziksel çevre bağlamında irdelenmesi üzerinde yoğunlaşmaktadır. İstanbul 1900-2000: Konutu ve Modernleşmeyi Metropolden Okumak (Akın Nalça, 2004), Turgut Cansever: Düşünce Adamı ve Mimar (A. Yücel ile birlikte, Osmanlı Bankası Arşiv Araştırma Merkezi ve GG, 2007), Mimarlığın Aktörleri: Türkiye 1900-2000 (GG, 2007), Rüya, İnşa, İtiraz: Mimari Eleştiri Metinleri (Boyut, 2011) ve Sınıraşımı Metinleri: Osmanlı Mekânının Peşinde’nin (Akın Nalça, 2015) de aralarında bulunduğu ondan fazla kitap yazdı.